Afet ile Diana Üzerine Bir Söyleşi
İlk izlenim
Zehra İpşiroğlu : Stuttgart Tri-bühne ile Boğaziçi ekibinin ortak projeleri Afet ile Diana, BGST tiyatrosunun bütün çalışmalarında olduğu gibi güzel bir çalışma. Güzel diyorsam, başı sonu olan, dramaturjik kurgusu güçlü, hem düşündürücü hem de eğlenceli bir oyundan söz ediyorum. Düşündürücü, çünkü farklı kültürlerden ve coğrafyalardan iki kadının yollarının tuhaf bir biçimde bir çöplükte kesişmesini anlatıyor. Neden çöplük, çöplüğün metaforik anlamı ne, belki de ilk andaki soruyu oluşturuyor. Öte yandan dil ve iletişim sorunu bu sorunun yarattığı gülünç durumlar oyunun eğlenceli yanını oluşturuyor. Dilersen bu söyleşide oyunun kurgusu ve anlamı, kullanılan metaforlar, ele alınan izlekler ve oyunculuk üzerine konuşalım. Senin bu oyunla ilgili ilk izlenimlerin nedir?
Tijen Savaşkan : Benim için en temel izlek, ülkeleri, dilleri, kültürleri, belki sınıfsal konumları, işleri güçleri çok farklı iki kadının farklı nedenlerle dibe vurdukları bir çöplüğün ortasında tüm engellere karşın iletişim kurmayı ve dayanışmayı başarabilmesi. Ancak bunun da ötesine geçerek bu bireysel dayanışmanın küçük de olsa spontane bir toplumsal eyleme evrilebilmesi.
Oyun mağduriyet ve çatışmayla başlayan ve bir sürü yan konu ve sorunla feminist bakış açısını görünür kılan günlük hayatın içinde, her gün maruz kaldığımız koşulları ve konuları bazen gerçekçi, bazen ironik ve esprili biçimde seyirciyle paylaşıyor. Önce bu kadar çok sorunu bir oyunun içine sığdırmak bir yoğunluk yaratıyor gibi görünse de ekoloji, feminizm, neoliberal politikalar, üçüncü dünya ve gelişmiş ülkeler arasındaki farklılıklar, aşk vb. her türlü eril vurgunun, o çöplükte buluşmaya neden olan dolantılı bağlantılarını ana izleğe bağlıyor.
İlk izlenimlerimizden sonra artık yavaş yavaş oyunu irdelemeye yan izleklere, oyunculuk ve sahne diline odaklanabiliriz.
Zehra İpşiroğlu: Ben oyunu sevdim. Tempoyu bir an bile düşürmeden hızlı bir biçimde ilerliyor. Oyunculuk çok iyi. Yine de takıldığım şeyler var, ama bunu ancak oyunu irdeledikçe alımlama süreci içinde açıklayabilirim.
Karakterlerin yoğuruluşu
Zehra İpşiroğlu: Önce oyun kişilerine bakalım mı? Oyun kişilerinin birbirleriyle iletişimleri, birbirini anlamaya çalışmaları senin de altını çizdiğin dayanışma, karanlığın içinde bir ışık gibi. Beni son yıllarda sanatta hep yol açıcı, sonu olan, karanlığın içinde yine de umudu barından yapıtlar çok etkiliyor. Sinemada en son Ken Loach’ın sığınmacılar sorununu gündeme getiren The Old Oak filmini izlemiştim, bu filmde de ütopik bir son yaratılıyor. Ütopik ama olmayacak bir şey değil. Bu oyundaki sürpriz final de böyle bir umudu barındırıyor.
Oyun kişilerine gelince, işinden çıkarıldığı için beş parasız kalan Afet’in çaresizliği, kendisini bir kenara atılmış bir paçavra ya da çöp gibi hissetmesi, sevgilisi tarafından ihanete uğramış olan Diana’nın ne olduğu belirsiz adamlar tarafından çöplüğe atılmış olması sahne tasarımını oluşturan çöplük metaforuna gönderme yapıyor. Böylece sahne diliyle oyunun konusu bütünleşiyor. Mağdur durumda olan iki yabancı insanın çöplükte yollarının kesişmesi güzel bir buluş. İşin ilginç yanı, iki kadının da yaşam deneyimlerinin birbirinden çok farklı olması. Bir sergi kürasyonu için tek başına Türkiye’ye gelmiş olan Diana dünyadan habersiz genç bir kadın. Afet ise kendi ayaklarının üstünde durmak için dünyanın mücadelesini verdikten sonra yaşamın sillesini yemiş bir kadın. Afet yaşadığımız toplumda bir çırpıda harcanan onca kadından biri, yaşadıkları onu iyiden iyiye acılaştırmış, yine de mizah anlayışını zaman zaman kara mizah tadında da olsa yitirmemiş. Başlangıçta Afet güçlü Diana ise çok çaresiz görünürken zaman içinde rollerin de değişmesini, Afet’in en dibe vurduğu anda Diana’nın ona yardım elini uzatmasını da çok beğendim. İsimleri de zaten olay akışına uygun olarak belirlenmiş, afet güzellik dışında büyük felaket, Diana adı ise fayda ve sağlık getiren anlamına geliyormuş.
Bütün bunlar güzel düşünülmüş de, yine de oyun kişilerinde eksik yanlar yok mu? Özellikle Diana’nın çok havada kaldığını düşünüyorum. Diana neden sevgilisinin peşine takılıp hiç tanımadığı, bilmediği bir ülkeye geliyor? Kendi ülkesindeki rahat mı ona batıyor yoksa her şeyin tıkır tıkır işlediği bir toplumda bir sıkışmışlık ve daralma mı yaşıyor ya da hiçbir şeyi takmayan, pek de düşünmeyen yüzeysel biri mi? Bütün bunlar havada kalıyor. Kısaca Diana’nın öyküsünün çok daha iyi işlenebileceğini düşünüyorum. O zaman da iki kadın arasındaki baştaki iletişimsizlik, sonraki yakınlaşma da çok daha iyi belirginleşecek.
Tijen Savaşkan: Bence oyun mekân olarak Türkiye ve üçüncü dünya odaklı olduğu için Türkiyeli karakter neredeyse oyunun büyük bölümünde baskın ve ‘’güçlü” görünüyor. Tüm mağduriyetine karşın kendisini çöplüğe atan da kendisi. Çünkü yaşadıklarıyla ilgili farkındalığı zaman içinde çok gelişmiş. Bireysel, toplumsal ve politik sorunlar, çarpık kapitalizm, adalet, hak ve özgürlüklerin ihlâli, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve aşk deneyimi, zaman içinde gençlik hayallerini, başarılı olma ve kendi ayakları üzerinde durma ihtimalini bir günde yok etmiş. Evlilik ve aile kurma kararını da son anda kendi iradesiyle bitirmiş. Tabii işten atılma sonrası kendini şehrin çöpü gibi hissetmesi ve oraya gelmesi de bir yandan bu farkındalığın ve bunun yarattığı ‘’gücün’’ nedeni. Bir beyaz yakalı olarak geri döndüğünde daha iyi bir olasılığın mümkün olmadığının ve yeniden başlamanın bir işe yaramayacağının ayırdında. Yani aslında içinde bulunduğu sistemi ve oradaki konumunu çözmüş bir kadın var karşımızda. Bu nedenle şehrin çöplüğü onun gibiler için metaforik anlamda yolculuğun sonu gibi. Diana ise farkındalığı sadece ayrıştırdığı çöpler kadar olan; hayatın zorluklarından pek de geçmemiş; ancak aşk acısını bir anda terk edilince yaşayan; üstelik bilmediği bir üçüncü dünya ülkesinde yaşadığı hiçbir şeye anlam veremeyen bir konumda. Ne sahte içki, ne de meyhanedekilerin onu neden çöplüğe attıkları konusunda hiçbir fikri olmadığı için gerçekten de söylediğin gibi bir karakter. Yani bence Diana’da zaten fazla bir kişisel boyut yok hatta bir batılı stereotip gibi çizilmiş. O nedenle iki karakterin çaresizliği de farklı. Birisi o anlık, hastaneye götürülüp kurtarılsa, ayağı iyi olsa oradan hemen gidip konfor alanına, gelişmiş ülkesine dönecek. Tabii tek derdi olan aşk acısı ve terk edilmiş olmanın hüznüyle. Oysa Afet’le karşılaşması ve bir şekilde yapay zeka uygulamasıyla aştıkları görünen dil barajı zaman içinde onda bambaşka bir farkındalık yarattığı gibi, o aptal ve ağlak batılı kadında müthiş bir empati duygusunun gelişmesine neden oluyor. Bu anlamda belki de bu tipin bir karakter olmaması da anlamlı ya da bilinçli mi diye düşünüyorum? Ancak empati ve diyalog içinde gelişen farkındalık Diana’yı belki de hiç bilmediği başka bir potansiyelini kullanmaya yöneltip, kendi bireyselliği ve küçük dünyası dışında, resmi farklı bir yerden görmesini sağlayarak, içinden taşan bir aktivizme, toplumsal eylemselliğe kadar ulaştırabiliyor. Aslında tıpkı Leydi Diana gibi: Prenses olma hayalleriyle Charles’la evlenen masum ve biraz da aptal görünen genç kızın zaman içinde tüm eril ve otoriter kraliyet düzenini fark edip, oradaki sembolik, küçük ve mağdur rolüne dayanamayarak boşanması ve metaforik olarak da batılı değil doğulu bir partner seçerek isyan bayrağı açması gibi. Tabii sonu çok acı olsa da Diana bence kendisi olarak ve bu farkındalıkla yaşama veda etti. Oyunda adını Leydi Diana’dan alan karakterin de Afet’le karşılaşması bir şekilde onu dönüştürdü gibi yorumluyorum. Bu nedenle çöplüğe atılan, edilgen durumdaki Diana, bu kez kendi iradesiyle orada kalıp Afet’i yalnız bırakmayarak ve çöplükten bir umut devşirecek küçük çapta bir eyleme vesile olarak Afet’i güçlendirmeye ona umut vermeye çalışıyor. Afet’in son sahnede kendisini Diana’ya teslim etmesi ve gücün Diana’ya geçmesi de oyunculuk açısından çok belirgindi ve beni etkiledi. Tabii bu benim yorumum. Diğer yandan Afet’in güçlü karakteri biraz da kendisiyle ve her şeyle dalga geçecek bir mesafede olmasıyla da ilişkili. Oysa Diana başlangıçta sadece kendine acıyan konumda. Bu zıtlıklar sahnedeki denge unsurunu bozar gibi görünse de sonunda yavaş yavaş değil bir anda Diana’da gördüğümüz patlama bizi şaşırtıyor. Buradan senin yorumuna bağlarsak, bence Diana bir sıkışmışlık, daralmışlık yaşadığının bile farkında değil ama belli ki öyle çünkü çöplükte kalma kararı aslında kendi sıkışmışlığını da belki ilk kez fark etmesine ve bir şekilde harekete geçmesine neden oluyor. Evet rahat batmış da olabilir ama sistem bir şekilde herkese batıyor. Bizim gibi ülkelerde doğrudan, gelişmiş ülkelerde ise fark ettirmeden rahat rahat batıyor.
Zehra İpşiroğlu: Doğru, bizde her şey çok net, açık, kimi kez şiddet ve acımasızlık dolu. Oradaysa insanı zaman zaman daraltan ama hiçbir zaman ele vermeyen çok daha gizli bir baskı söz konusu. Ama ben Diana kadar olmasa da Afet’in de soyut kaldığını düşünüyorum. Afet gibi mücadeleci ve güçlü bir kadının sonunun çöplük olması, yani yaşam mücadelesini bütünüyle yitirmesi tuhaf. Sanırım onun çıkışsızlığını ve çaresizliğini anlamamız yaşadığı sorunların, yani art alan bilgisinin, geçmişinin daha net vurgulanmasına bağlıydı, onun çıkışsızlığını bir dereceye kadar hissetmemiz ve ona hak vermemiz gerekiyor ki böyle bir şey yok.
Bence Samuel Beckett’in absürt oyunlarını andıran bu oyun çok daha derinleştirilebilirdi. Öte yandan feminist bakış sadece oyunun finalinde iki kadın arasındaki dayanışmada ortaya çıkıyor, ama öykülerinde yeterince belirgin değil. Feminist bakışın ille olması gerekmiyor ama olsaydı toplumsal sorunlar daha da netleşebilirdi sanırım. Söz gelimi ekonomik sıkıntının öncelikle kadınları vurması, Afet’in tek başına ayakta kalma mücadelesi, evlenmekten vazgeçmesi gibi sorunların daha da altı çizilebilirdi. Metinde ipuçları var ama üstüne gidilmiyor. Bana göre kişiler, oyunun model karakterini gözden yitirmeden yine de biraz somutlaştırılabilirdi.
Başka bir nokta da oyunculukta yeterince eşitliğin olmaması. Aysel Yıldırım, Afet’i çaresizliği, öfkesi, mizah anlayışıyla tüm renkleriyle yorumlarken, sürekli ağlayıp sızlanan şımarık bir kızı andıran Diana (Neslihan Arol) iyice soluk kalıyor. Kısaca oyun daha çok Afet üstüne kurulmuş gibi. Oyunun verdiği mesajı kadınlar arasındaki insancıl yakınlaşmayı ve dayanışmayı göz önüne alacak olursak Afet ile Diana arasında hem oyun metninde hem de oyunculukta daha iyi bir denge kurulmasını isterdim.
Tijen Savaşkan: Ben Afet’in Diana kadar soyut kaldığı fikrine pek katılmıyorum sadece biraz örtük çünkü oyunda öyle ipuçları var ki onun tam anlamıyla sınıfsal olarak beyaz yakalı olmasını engelliyor. Yani Afet’in büyük bir mücadele ve çabayla geldiği konum aslında onu kabul etmiyor bir anlamda kusuyor. Orada sınıfsal olarak da bir kast sistemi var çünkü. Söz ettiğim bu ipuçları İngilizcesinin yeterli olmaması, sadece iş İngilizcesi düzeyinde kalması, belli ki bir kolej ya da iyi bir lisede okuyamaması, İstanbullu olmaması, ‘’iyi’’ bir aileden gelmemesi ve tabii ki ‘’gerçek’’beyaz yakalıların dili, beden dili, giyim kuşam ve değer sistemine sahip olmamasıyla daha somut bir art alan bilgisi veriyor. Ama bu biraz seyirciye bırakılmış. Bu konuda haklısın. Diğer yandan evet bence de oyun Afet üzerine kurulmuş ve mekân da çöplük de üçüncü dünyaya ait. Diana burada sadece misafir ve sahnedeki yeri de bir misafir kadar. Ancak tabii Afet rolündeki Aysel Yıldırım’ın oyunculuğunun gücü batılı stereotip Diana’nın yanında belki bu dengeyi biraz bozuyor.
Gülüyoruz ağlanası halimize
Zehra İpşiroğlu: Diana’nın Afet’ten etkilenmesi, onu bırakmak istememesi, sonunda da onu kurtarma girişimi çarpıcı bir final, bu açıdan haklısın tabii. Ama ben bütüncül olarak bakarak oyunun hem beğendiğim hem de beğenmediğim yanlarını keşfetmeye çalışıyorum. Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği der ya Milan Kundera, bu oyunda da İlker Yasin Keskin’in tek başına mükemmel bir biçimde oynadığı Son Çağrı’da da böyle bir şey var: Konular çok ama çok ağır ve yoğun, işleyiş biçimi yani diyaloglar, replikler, yapılan espriler, yapay zekâ esprisi şaşırtıcı derecede hafif. Kısaca bir zıtlık söz konusu. Şimdi diyeceksin ki yaşamda da böyle değil mi? Günlük yaşamın akışına kendimizi kaptırmış giderken bir sürü komik, absürt şeyler olmuyor mu? Çoğu kez gülmüyor muyuz ağlanası halimize? Olabilir ama oyun metnini okuduğumda bana yüzeysel geliyor. Sorunlara öyle bir dokunulmuş sonra da hızla geçilmiş, hiçbir şeyin derinine inilememiş gibi bir izlenim uyandırıyor. Bunu karakterlerden söz ederken somutlaştırmaya çalıştım. Ama şu da var, oyunu izlerken genellikle kendimi oyunculuğa öylesine kaptırıyorum ki bu hoşnutsuzluk kayboluyor. Yani oyun metni okunmaktan çok sahnelenmek ve oynanmak üzere yazılmış. Oysa ben çok sağlam bir metnin farklı bir gizil gücü olabileceğini, ekibe de bir yenilik katabileceğini düşünüyorum.
Tijen Savaşkan: Evet, haklısın ama ne yaşarsak sahneye de onu aktarıyoruz galiba. Hem biçim hem içerik olarak yepyeni bir şey üretmek ya da tek bir şeye odaklanmak ve derinleşmek çok zor. Şu an yaşadıklarımız, yani ülke gündemindeki tek bir konu bile o kadar ağır ve derin ki ama üst üste bir sürü bu ağırlıkta şeyi birkaç gün içinde yaşayınca oyunlarda da derinlemesine tek bir izlek olamıyor. Tabii bu bizim ülkemiz için böyle. Farklı kültürlerde başka türlü oyunlar üretiliyordur. Ancak küresel bir dünyada bir de dünyanın sorunları sırtımıza biniyor: Ekolojik sorunlar, savaşlar vb. Bu oyunda da bir sürü ciddi konu ironiyle, gülmeceyle karıştırılarak ve bu yolla bir mesafe alınarak aktarılmaya çalışılıyor. Belki de bizi biraz bu durumla da yüzleştiriyor oyun. Yani gündelik, sıradan hayatlarımız zaten böyle akıyor. Bu akış sahneden tekrar bize yansıyor. Herhangi bir konuya yoğunlaşamıyoruz, her an bir mesaj, bir instagram postu, bir uygulama bizi bölüp duruyor. Telefonlar ne konuşursak saniyeler içinde konuyla ilgili bir ürünün reklamını yolluyor mesela.
Teknoloji ve yapay zekâ
Tijen Savaşkan: Bu noktada yapay zekâ, dijital dünya ve sosyal medya konusuna gelmek istiyorum. Evet, yapay zekânın oyunda farklı bir işlevi var ve aslında dil iletişimini sağlıyor ancak bunun yanında tüm yan ürünlerini de görüyoruz. Afet’e sürekli farklı uygulamalardan mesajlar geliyor. Konuşulan neyse hemen bir ürün pazarlama ya da öneri, uyarı vb. kadınlar arasındaki dil iletişimini bozarak araya giriyor. Yani aslında iki kadın arasındaki dil barajı aşılsa da yapay zekâ sürekli konuyu değiştiriyor. Bunlar sahnede komik ögeler olarak bizi güldürüyor ama aslında böyle yaşadığımızı da fark ettiriyor. Uygun profilde sevgili önerileri, diyet, kalori hesapları, kaç adım yürüdüğümüz vb. her şey dijital hayatımızın bir parçası. Oyun bu anlamda dramaturji için gerekli bir unsur olan çeviri uygulaması ve yapay zekâya olan mesafemizi de farklı boyutlarıyla, biraz da güldürerek yüzümüze vuruyor. Tüketim toplumunun bir parçası olduğumuzu ve artık kaçamayacağımız bir noktada bulunuşumuzu hatırlatıyor. Yani çöplükte bile olsak telefonumuz elimizde.
Zehra İpşiroğlu: Yapay zekâ hem dil sorununu bir dereceye kadar çözerek yüzeysel de olsa bir iletişimi sağlıyor hem de saçma sapan çevirilerle, araya giren reklâmlarla iletişimi engelliyor. Bu engellemeyi izleyici de yaşıyor senin de söylediğin gibi. Tam bir şeye odaklanırken dikkatimiz dağılıveriyor. Bu, zaman zaman çok komik, eğlenceli durumlar da yaratsa da, aşırı ön plana geçtiğinde yadırgatmaya başlıyor. Çünkü sorunları dikkatimizi dağıtarak ciddiye almamızı engelliyor. Aslında kadınlar arasındaki yakınlaşmayı engelleyen dil engeli değil, bu nedenle de yapay zekânın güldürmenin dışında bir işlevi yok bence. İletişim engeli kadınların birbirlerini yeterince görememelerinden kaynaklanıyor. Her ikisi de öylesine kendi sorunlarının içine kilitlenmiş ki gözleri bağlanmış gibi. İletişimsizlik duvarını ilk kıran Afet oluyor. Sürekli ağlayan Diana’yla dalga geçerken, birden onun ne kadar çaresiz olduğunu gördüğü anda ona yardım elini uzatıyor. Afet’in sevecenliği Diana’ya da geçiyor. Öyle ki kendi dışına bir türlü çıkamayan, dünyadan habersiz bu küçük kız da sonunda ciddi bir dönüşüm geçiriyor. Daha somut bir deyişle çocuksu uykusundan uyanıyor.
Çöplüğe düşmenin dayanılmaz hafifliği
Zehra İpşiroğlu: Bütün bunların çöplükte geçmesi bana ilginç geldi, çöplük metaforu üstüne ne düşünüyorsun?
Tijen Savaşkan: Oyundaki çöplük metaforu üzerine düşündüğümde geri dönüşüm fikri geliyor aklıma. Bu çöplerin bazıları geri dönüştürülebiliyor, bazıları özellikle plastik olanlar tam tersi doğaya zarar vermeye devam ediyor. Çöpler birikince çürüyor ve bir süre sonra metan gazı üretiyor, gaz sıkışınca da patlamalar oluyor. Bu metan gazı aslında enerji elde etmek için önemli bir kaynak ve çöpün altına yerleştirilen borularla toplanabiliyor. Burada Afet ile Diana’nın iletişimi de çöpte başlayan bir dayanışmaya, bir ilişki üretimine katkıda bulunuyor. Tabii sonuçtaki ‘’patlama’’ da anlam kazanıyor. Bu patlama olayı hem Diana’nın tepkisel olarak patlaması ve enerjisini bireysel yaşamından toplumsal bir kadın sorununa yöneltmesi (Afet’in tüm sorunlarını ve yaşadıklarını telefondan canlı yayın olarak paylaşması konusundaki ısrarı ve bunun gerçekleşmesi) hem de çöplükte en alttakilerin, dibe vurmuşların, çöp muamelesi görenlerin, sistem dışına atılmışların patlama kapasitesinin enerji üretebileceği bir ortam olarak iki anlamda düşünülebilir. Kadınların burada karşılaşması da bu nedenle çok anlamlı. Metropolde birbirine asla değmeyecek, iletişim kuramayacak bu iki kadın çöplükte bir dayanışma ve küçük de olsa bir eylem üretebilecek bir güce ulaşabiliyor. Tabii son aşamada canlı yayın yapma yine teknolojinin bize hediyesi. Gezi Direnişi’nin bu şekilde nasıl büyüdüğünü düşünürsek… Yani oyun bize her yönden olumlu, olumsuz akan hayatımızın da farklı yönlerini gösteriyor. Hafif görünen tüm bu kurgu gerçekten de Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği tadında olsa da aslında bir sürü şey söylüyor, düşündürüyor.
Zehra İpşiroğlu: Yıllar önce Turgay Nar’ın Çöplük diye bir oyununu izlemiştim, onu hatırladım. Hatırladığım kadarıyla toplumun en alt katmanında olanların hayalleri, umutsuzluğu ve çaresizliği anlatılıyordu bu oyunda. Çöplük metaforu da burada kullanıldığından çok farklı bir biçimde kullanılıyordu. Geri dönüşüm düşüncesi kişilerin kendilerini yeniden, başka bir biçimde var etmelerini çağrıştırdığı için bana güzel geldi. Bence bu tür simgesel bir anlam taşıyan oyunlarda kullanılan metaforlar başlı başına bir araştırma konusu olabilir.
Yazarlık, ekip çalışması ve farklı tiyatro eğilimleri
Zehra İpşiroğlu: Sanırım Boğaziçi ekibinde oyun metninin daha yazılma sürecinde nasıl sahneleneceği ve oynanacağı da gündeme geliyor. Daha doğrusu metin provalarda oluşuyor. Yazar olarak bu hem hoşuma gidiyor hem de gitmiyor. Gidiyor çünkü birlikte düşünmenin ve diyaloğun yaratıcılığımızı körüklediğini düşünüyorum, gitmiyor çünkü yazar olarak kendimi özgür hissetmek istiyorum. Sanırım burada önemli olan denge. Ekip çalışması süresince karşılıklı diyalog ve rezonans varsa, kolektif yaratıcılık oluşuyor. Burada söz konusu olan birbirine dokunarak, konuşarak, tartışarak yol alabilmek. Yani yazar tabii ki ekiple iletişim ağı içinde olmalı ama sahne ekibinin bütünüyle boyunduruğuna da girmemeli. Girdiği anda kendi yaratıcı gizil gücünü de büyük oranda yitirebilir bence. Bana göre bunu en belirgin bir biçimde Lal Hayal oyununda görmüştük. Hamuru tutmamış bir pasta gibi dağılıveriyordu oyun. Ama oyunculuk güçlüydü. Bu nedenle yine de severek izlemiştik oyunu. Biliyorsun benden önceki kuşakta, dahası benim kuşağımda da yazar tanrı gibidir, sahne yorumunda yazdığı tek sözcüğün bile değişmesini istemez, şimdi ise tam tersi söz konusu. Metin ikinci plana itiliyor ya da önemini yitiriyor. Bu nedenle de ekipler genellikle kendi oyunlarını kendileri yazıyorlar. Daha çiçeği burnunda yeni başlayan tiyatro gruplarında bile görüyoruz bu eğilimi. Bu tür modalar hoşuma gitmiyor, çünkü sanat hiçbir modaya sığmıyor, sahnelenen her oyun kendi özgün kurallarını da yaratacaktır bana göre.
Yine bu oyundaki kişilere geri dönecek olursak gözlemlerin çok güzel ama bence oyunu ince eleyip sık dokumadan hafifliği ile kabul etmeliyiz, yoksa havada kalan çok fazla şey ortaya çıkıyor, bunlara konuşmamızın başında az da olsa değindim. Ama sadece sahneye odaklanırsan hem düşündürücü hem de keyifli bir oyun izliyorsun. Açıkça ben de bu oyunu severek izledim. Bir şey daha var Boğaziçi ekibi oyunları çoğu kez açık biçim olduğu için değişime de gidiyorlar, izleyicilerden gelen geri dönüşlere göre bazı şeyleri değiştiriyorlar. Bu da bana göre diyaloğa açık yenilikçi bir yaklaşım.
Tijen Savaşkan: Ben bu konuda biraz farklı düşünüyorum. Yani yazarın ve metnin önceliğini tiyatro sanatı söz konusu olunca biraz daha düşünmek gerekiyor. Tabii tam anlamıyla post dramatik tiyatrodan söz etmiyorum ama tiyatronun edebiyat ve dil dışında da kendi dilini bulması, teatral olanı göz ardı etmemesi gerek. Burada metnin ikincilliği değil de sahne dili ile metin arasında bir denge olmalı diye düşünüyorum. Sahnedeki tüm diğer unsurlar da dengede olabildiği ölçüde performans farklı anlamlar ve yorumlar üretebiliyor
Zehra İpşiroğlu: İyi de bu konuda ben de senden farklı düşünmüyorum ki. Tiyatronun kendi dilini keşfetmesi konusunun geçen yüzyılda başlayan ve farklı biçimlerde süren çok uzun bir geçmişi var. Seksenli yılların sonunda çok kısa bir süre Tiyatro Festivali yöneticiliği yapmıştım. Çok hayran olduğum Yıldız Kenter’in ve Gencay Gürün’ün yazarı odak noktası yapan düşünceleri, yeni yorumlara kendilerini kapamaları o dönemde bile beni çok yadırgatmıştı.
Tijen Savaşkan: Aslında ben oyun okumaktan çok farklı yorumları seyretmeyi daha çok seviyorum. Sahne dilini, plastiğini, oyunculuk ve diğer unsurları oyunu yorumlamak ve farklı katmanlarını çözmek ya da düşünmek açısından değerli buluyorum. BGST’nin çalışma yöntemini de bu nedenle beğeniyorum. Sahnede test edilmeyen, gerekirse değiştirilemeyen metin (klasikler ve uyarlamalar dışında tabii) kuru kalabilir. Özellikle çağdaş metinler sahne üzerinde yeniden yazılabilmeli, değiştirilebilmeli özellikle de bu kolektif bir bakışla olabiliyorsa… Feminist tiyatrolar da genelde bu şekilde çalışıyor. Metin sahnede yeniden ve yeniden tartışılarak, denenerek, farklı jestler ve beden dilleri bulunarak üretiliyor. Yoksa kalıplaşmış eril temsil ve yapı bozulamıyor. Yani dil buna yetmiyor diye düşünüyorum.
Zehra İpşiroğlu: Aslına bakarsan şöyle olmalı, böyle olmalı diye bir kural yok. Sahne yorumunda metin ağırlıkta olabilir ya da olmayabilir, hepsi mümkün. Metinde tabii ki sahne yorumuna göre değişiklikler olabilir. Bunu ben de farklı yorumlarla gündeme gelen Lena, Leyla ve Diğerleri oyunumda yaşadığımda ne kadar heyecanlanmıştım.
Aslında ben farklı bir şey söylemek istemiştim. O da yazarla sahneye koyanlar arasında belli bir dengenin oluşması. Bir dönem yazarın tiyatrosu önemliydi, yazardan önemlisi yoktu, sonra yönetmenin tiyatrosu devreye girdi, tanrı rolüne yönetmen girdi, şimdi ise daha çok oyunculuk ağırlıklı performans türü oyunlar ağırlıkta. Tiyatroda Alımlama, Sahne Çözümlemesinden Dramaturjiye kitabımdaki tek tek sahne çözümlemelerinde farklı eğilimleri örneklerle irdelemeye çalışıyorum. Kısaca tiyatroda her şey yapılabilir ve her şey mümkün. Önemli olan söz konusu oyuna katkıda bulunan herkesin yazarın, yönetmenin, oyuncuların vb. hem kendi yaratıcılıklarını sınırsız bir biçimde kullanmaları hem de bütünün içinde olmaları, yani birbirlerinden güç alarak yaratıcılıklarını geliştirmeleri, kolektif yaratıcılık diyoruz buna. Bunun gerçekleştiği oyunlar gerçekten çok başarılı oluyor ki BGST’nin böyle oyunları var. Afet ile Diana’da böyle bir şey görmesem de oyunun konusu ve işleyiş biçimi hoşuma gitti.
Tijen Savaşkan: Sonuçta Afet ile Diana bizi farklı bir tartışmaya getirdi. BGST’nin diğer oyunları çok uzun soluklu araştırmalar, okumalar ve prova süreci sonucu ortaya çıkıyor. Bu ortak projenin farkı çok daha kısa bir sürede kotarılmış ve iki ülkede de oynanabilecek iki dilli bir oyun olması. Belki de her iki kültürün (özellikle Afet aracılığıyla) birbirine söyleyecek şeylerini kadınlar tarafından ve kadınca bir yerden görünür kılınması söz konusu. Özellikle de mağduriyetine rağmen Afet’in, bir yandan mesafeli, alaycı ve güçlü görünen etkin kişiliğinin çöplükte yaşananlar sonucu kırılması ve batılı kadınla empati kurması, ardından Diana’nın empatiyi uç noktaya taşıyıp dayanışmayı büyütmesi izleği bu kısa proje için yeterliydi. O nedenle diğer oyunlarla kıyaslamak istemiyorum.
Bu arada metin dışında beden dili, koreografi ve oyunculuklarda da bu süreci izleyebilmek oyunun teatralliği yakalama çabasını gösteriyor. Ama bu oyun için Kundera’dan esinlenerek bulduğun ‘’var olmanın dayanılmaz hafifliği’’ benzetmesini anlamlı buluyorum. Yani var olmanın dayanılmaz ağırlığını sahnede hafifletmeye çalışan bir oyun var karşımızda tıpkı gündelik yaşantımız gibi.