Anne: Hiç Kopmayan Göbek Bağı
Bu yazı İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü öğrencilerinin eleştiri yazılarını merkeze alan yaz projemiz kapsamında yayınlanmaktadır.
Anne, her insanın hayatında mutlaka bir karşılığı olan yegâne kavramlardan biridir. Hiçbir şeyimiz yoksa bile annemize ait bir yer vardır ki bu yer, bazen onun varlığı, bazen yokluğu ile doludur. Annemizin yeri, hayatınızın sonuna dek bir kadına ayrılmış boş tek bir koltuk gibidir…
Tiyatro In’in sahneye koyduğu Anne oyunu Fransız romancı, oyun yazarı, senarist ve film yönetmeni olarak tanıdığımız Florian Zeller’ın Anne, Baba ve Oğul üçlemesinin ilk metni olarak aile kavramını sorguluyor. Son dönemin dikkat çeken oyun yazarlarından olan Zeller, aynı zamanda senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı, Anthony Hopkins’ e Oscar ödülünü getiren 2020 yapımı Baba (The Father) filmiyle hafızalarda yer edinmişti. Oyunlarında, aile bireyleri arasındaki örtük ilişkileri, sıradan olayların tetiklemesiyle gün yüzüne çıkaran yazar, Anne oyununda da, her ailede görülebilecek olağan bir durumun altını eşeliyor. Çevirisini Ayberk Eray’ın, rejisini Onur Ünsal’ın yaptığı oyunda, her ne kadar bir Fransız ailesinin hikâyesi anlatılsa da Türk aile yapısındaki aynı motiflerle ilişki örüntülerini izlemek mümkün.
Oyun için minimal dekorlu döşenmiş bir ev tercih edilmiş, ancak oyun başlamadan evin tasarımı, “bir ofiste miyiz yoksa bir evde miyiz?” sorusunu sorduruyor, soğuk ve mesafeli mobilyalar ve koyu renklerin hâkim olduğu bir ortam olarak tasarlanmış bir iç mekân, oyuna dair bazı ipuçları veriyor. Sahne dekorunda, ortada bir kanepe-yatak, arkada bir içki barı, bir askılık ve küçük bir masa var. Sahnenin ilerisinde aydınlatma amacının yanı sıra darağacını çağrıştıran üç lambader yerleştirilmiş. Ann’in (annenin) lambasında oyun içinde giyeceği elbisesi kılıfıyla asılı. Oyun seyircilerin yerlerine yerleşmesinden önce başlıyor. Güçlü bir klasik müzik eşliğinde evin her köşesinde dolaşan, depresif bir kadın olan Ann’i görüyoruz.

Hikâyenin merkezinde olan Ann bir anne, yalnız, mutsuz, sevilmeyen, depresif bir anne. Kocasından göremediği sevgiyi oğlunda arayan ve yaşamak için bu sevgiye dört elle yapışan bir kadın. Ann’i izlerken, onun içinde bulunduğu çıkmaza sadece tanık olmuyoruz, ses efektleri ve kısa süreli ışık kesintileri ile onun bunalımını seyirci olarak biz de yaşıyoruz. Ann bazen yetişkin bir kadın, bazen hevesli bir genç kız, bazen şımarık bir kız çocuğu olarak çıkıyor karşımıza. Ann’in oğluyla kurduğu karmaşık ilişki bize İokaste sendromunu çağrıştırırken, anaçlığı ve şefkatinin dozunu abartan bir annenin, oğluyla kurduğu bağ yer yer düğümleniyor. Ann, sınırlarda dolaşan tavırlarıyla annelik ve kadınlık arasındaki ince ipe tutunmaya çalışıyor. Ann’ i canlandıran Defne Kayalar’ın uçurumdan düşecekken, manevra yaparak geri çekilen etkili oyunculuğu ile Ann ile özdeşleşim kurmayı başaramıyoruz. Ann bazen çok tanıdık, bazen çok yabancı bir kadın oluyor. Ann’in kocası rolünde Engin Hepileri, tekrar eden mimik ve jestleriyle bu ağır dramaya mizahi unsurlar ekleyerek, oyuna hâkim olan ağır havaya nefes aldırıyor. İkili bir denge oluşturmuş ve etkili bir şekilde paslaşıyor.
Oyun diyaloglara ve soliloglara (kendi kendine konuşma) dayalı olarak ilerliyor, soliloglar geri alınarak diyaloglar ile bağlanıyor. Keza diyaloglar da bazen başa alınarak farklı bir duygu ve düşünce ile tekrardan kurulurken, karakterlerin birbirleri hakkında taşıdıkları gerçek niyet sadece seyirciye aktarılıyor. Ayrıca konuşulmayan ya da konuşulmaması gereken diyalog akışları, öksürük sesi, gök gürültüsü gibi ses efektleri ile kesiliyor. Diyaloglar, günlük konuşmalar ve zihinden geçen gerçek düşünceler olarak iki ifadede tanımlanabilir.
Oyunun doruk noktasında Ann ve kendi sevgilisi arasında kalan Oğul (Doğa Halis)’un sevgilisini (Selin Dumlugöl) tercih etmesi sonucu Ann, kendini terkedilmiş ve ihanete uğramış hissediyor. Oyunun ağır giden ritmini değiştiren aksiyonun tavan yaptığı bu sahne sonrası, seyirci olarak finalde bir çözülme beklentisi içine giriyoruz ama Ann’in sanrı ile gerçek arasındaki davranışları, bir ters köşe yaparak, seyirciyi sıkıştığı buhranın içinde bırakıyor.
Annelik kavramını, kadın olmak üzerinden işleyen bu oyunda bir annenin, annelikten önce bir kadın olduğu, anne olunca diğer tüm kimliklerinden sıyrılarak varoluşunu kaybettiğini izliyoruz. Üzerine annelik kostümü giyen Ann’in, bu kostüm içinde boğulurken attığı yardım çığlıklarını post modern bir anlatıda sahneleyen Tiyatro In ekibi, 85 dakika boyunca annemizin hayatımızdaki yerini sorgulamamıza ön ayak oluyor.
Aksiyonun yok denebilecek kadar az olduğu oyunda, diyalog akışına dayalı her oyunun sorunsalı haline gelen durağanlık, zaman zaman bu oyunu da ağırlaştırılıyor, tekrar eden sahneler ve Ann’in seyirciyi içine çekmeye çalıştığı bunalım, hedefine ulaşırken, sahneleme biçimi olarak tercih edilen İtalyan sahne, karakterler ile bağ kurmamızı kesintiye uğratıyor ki zannediyorum metnin hedeflediği durum da bu.
Oyun bize, bir aileye ve annenin ailedeki rolüne dışarıdan bir gözle bakmayı önerirken, seyirciler arasındaki annelere de Ann’in dolaştığı uçurum kenarına çok yaklaşmamaları konusunda telkinde bulunuyor.
Moda Sahnesi’nde izleyebileceğiniz oyunun performanslarına; Dekor ve Işık tasarımda Cem Yılmazer, Kostüm Tasarımı Hazal Gürel, Müzik Mert Üçer, Afiş Tasarım Ulaş Eryavuz’un katkıları eşlik ediyor.
TEB Oyun Dergisi‘nde yer alan diğer eleştiri yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.






