Batmaya Yanmış Güneşin Kızıllığında
Batmaya yanmış güneşin kızıl ışığında, iskelede parıldayan rengarenk balıkçı ağlarını, ışıklı sularda yakınlaşan balıkçı teknesini görünce: İşte bu! Şimdi tiyatroya vardım.
Çeşme’nin küçücük balıkçı kasabası Ildırı’dayım. Aylardan Nisan; baharın, benim, tiyatrom Duende’nin doğum ayı. Birkaç gün sonra ben otuz altı, Duende on yaşında olacak.Tek başına kutlamak istedim. Burada yaşayan az sayıda insan dışında benden başka kimse yok. Köyün meydanındaki kahvede erkekler toplanıyor çoğunlukla, kadınları pek göremiyorum. Güneş bazen ısıtsa da hava çok rüzgârlı, çoğu zaman soğuk. Teknelerin pata pata sesleri, rüzgârın uğultusu, yan bahçede bağlı beyaz kurt köpeğinin uluması dışında pek ses duymuyorum. Depremin ardından katlanarak artan etik sorgulamalar, kalabalığın ve ‘“tiyatroyu sürdürme’’ çabasının dışına attı beni; içinde kalmaya çalıştıkça, hem kendimden hem de tiyatro edimimden uzaklaşma riskim olduğunu fark ettim. Yeni bir oyun yönetmek, var olan oyunların sürüyor olması, ne kendime ne de tiyatro düşüncesine temas etmek için yeterli değildi hiç de. Açık yara gibiydi kalbim, kimselere açabilecek halde değildim.
FELAKETLERDEN
ÖNCEKİ
ÇIĞ
Geçtiğimiz tiyatro sezonundan beri çalıştığım ve artık tamamlayıp seyirciyle karşılaşmasını umduğum “Felaketlerden Önceki Çığ” adlı oyunumun hiç sırası değildi. Esasında oyunun doğal afetlerle ilintisi yoktu; dünyanın yok oluşunu seyrediyorduk evet ve kendiliğimizin yok oluşunu boş aynalarda. İnsan olma yolculuğunun maddelere indirgendiği, her şeyi yapmak için bir koça ihtiyaç duyduğumuz, araçlar arttıkça atıl, çaresiz hâle geldiğimiz bir çağda, o kadim soruyu; kendimizle ilgilenmenin ne demek olduğunu sormaya yeltenmiştim sanatımla. “Kendi kendini tanımak, ya kendini bilgin olmayan (yani sophos gibi değil de, philo-sophos bilgelik yolunda) olarak tanımak ya da kendini esas varlığında tanımak (yani kendimiz olmayanı kendimizden ayırmak) ya da hakiki ahlaksal halini tanımaktır (yani bilincini sınamak).” Soruyu kendimize sormazsak, soruyu ve başkalarının bakışını soymazsak, nereye gidecekti bu iş böyle? Gene de şimdi hiç zamanı değildi. Böyle bir süreçte anlamlı olacağını düşündüğüm birkaç oturum düzenleyip, Dünya Şiir Günü’nü ve “Neden hâlâ tiyatro?” başlığıyla, meslektaşlarım ve seyircilerle 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nü kutlayıp, tiyatromun kapısını kapattım.
yer, yön, yol.
“Yolunu kendin yürüyebilmek için,
yönünü kendin koymak zorundasın” (Oruç Aruoba, Yürüme)
Çok şey yıkılmış, parçalanmış, insanlar yerin altında kalmıştı. Ruhumun, aklımın altındaki zemin kayıyordu, dünya içinde dünyasızlaşıyordum. Beni seyreden kuş, doğru soruları sorabilecek hâlde olmadığımı, dolayısıyla düşünemeyeceğimi, çünkü problemin yanlış olduğunu hatırlattı Bergson’dan ödünçle:
“Aslında doğru ve yanlışın yalnızca çözümlerle ilgili olduğuna, ancak çözümlerle başladığına inanmakta hata ediyoruz. Bu önyargı toplumsaldır (çünkü toplum ve onun kurallarını aktaran dil, bize hep “devletin idari dosyaları”ndan çıkmış gibi halihazırda bulunan problemler “verir”, çok zayıf bir özgürlük alanı bırakarak, bizi bu problemleri “çözmeye” zorlar). Dahası, söz konusu önyargı çocuklukta başlar ve okulda karşımıza çıkar: Problemleri “veren” hep hocadır, öğrencinin görevi, çözümü bulmaktan ibarettir. Böylece bir tür kölelik durumunda tutuluruz. Gerçek özgürlük problemlerin ne olduğuna karar verebilme, onları kurabilme gücünde yatar: Bu “yarı-tanrısal” güç, doğru problemlerin yaratıcı biçimde ortaya çıkarılmasını olduğu kadar yanlış problemlerin ortadan kaldırılmasını da içerir.” (Gilles Deleuze, Bergsonculuk)Verili problemleri çözmeye çalışmak ve doğası gereği birbirinden farklı şeyleri aynı şeylermiş gibi düşünmek, düşünmeyi kaybetmek olacaktı yalnızca. Gagalayan kuş çok güçlüydü, seyreden kuşun sesi ise gittikçe uzaklaşıyordu.

Erythrai Antik Kenti, Ildırı. Fotoğraf: İpek Taşdan.
“Bir yola çıkan kişi,
bir yerden bıkandır;
bir yerde konaklayan ise,
bir yolda yorulan-bu
iki konum böylesine farklı.” (Oruç Aruoba, Yürüme)
Tiyatro yapmak için müsaade istemeye, bahane aramaya, uygun ortamı kollamaya ihtiyacımız yoktu elbette. Fakat biz, insanların günlük tiyatro alımı ihtiyaçlarını karşılamıyoruz, zira böyle bir ihtiyaçtan söz edemeyiz sanırım. Tiyatro gündelik hayat değil, bizi daha ileriye götürendir. Koşullara uyum değil asla, dirençtir-şiirdir. Bizim tiyatroyu “yaptığımız” algısına kapılırsak tiyatrodan uzaklaşırız. Bizler, kökleri kişisel tarih ve gündelik ihtiyaçlarımızı aşan Tiyatro düşüncesine/sanatına hizmet ediyoruz. Bu köklülüğü unuttuğumuzda yaptığımız şeyin ne olduğu, sürdürdüklerimizin bugüne ve yarına nasıl yansıdığı hakkında önemli sorular ortaya çıkıyor. Pandemi sürecinde içinden geçtiğimiz estetik ve etik sınavların sonuçları ile yürümeye devam ediyoruz hâlâ. Tiyatrocular taş mı yesin? Hayır. Bu farklı bir konu. Tiyatro sanatı varlığını değerince sürdürürse, tiyatro sanatçılarını temsil eden kurum ve kişiler öz problemlere odaklanabilirse, doğası gereği birbirinden farklı şeyler ayrılıp, haklar tavizsiz tanımlanırsa, ona hizmet edenlerin ne yiyeceğini konuşabileceğimiz zemin oluşabilir belki de.
“Antik metinler der ki: Biz ikiyiz. Gagalayan kuş ve seyreden kuş. Biri ölecek ve biri yaşayacak. Zamanın içinde yaşam sarhoşu gagalayıp dururken, içimizde seyreden parçayı yaşatmayı unuturuz. Yani yalnızca zaman içinde var olup da zaman dışında hiçbir şekilde var olmama tehlikesi vardır. İçinizdeki diğer parça tarafından (zaman dışındaymış gibi olan parça) seyredildiğinizi hissetmek farklı bir boyut kazandıracaktır. Bir ben-ben vardır. İkinci ben yarı sanaldır: içinizde değildir, başkalarının bakışı ya da herhangi bir yargılama değildir: hareketsiz bir bakışa benzer: sessiz bir mevcudiyettir, nesneleri aydınlatan güneş gibi-hepsi bu. Süreç yalnızca bu durağan varlık bağlamında başarılabilir. Ben-Ben: deneyimlenirken, bu ikili, ayrı gibi durmazlar, tersine tam ve eşsizdirler.” (Jerzy Grotowski, Performer)
Denizin hemen karşısındaki küçük pansiyonun bahçesinde oturuyorum, masada kitaplar: Pierre Hadot, Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe; Henri Bergson, Ruh Teorileri İnsan Ruhu ve Kişiliği; defterler, kalemler ve güzel Yunan’ın güzelim birası Mythos. “Masa da masaymış ha.” Balıkçı barınağı, balıkçının tombul Tomris kedisi (üç renkli dişi kedilere Tomris diyorum), pansiyonun kırmızı ahşap çiti ve çivit mavisi saksıda çıldırmış devasa bir kaktüs. Başta yadırgıyorum bu huzuru, elim telefona gidiyor ha bire-artık neredeyse hepimizin bildiği, bir şeyin dışında kalmış hissetme yanılgısıyla- kalabalıkta kendini yok etmeye. Ah okumayı öğrenmek! Bergson’a dönüyorum. “Esasında, düşünce kendisine malzeme sağlayan duyu imgelerinden aşama aşama kurtuldukça, idrak etmenin saf etkin kısmını, Aristoteles’in tabiriyle, etkin aklı icra ettiğinde, düşüncenin düşüncesiyle çakışmaya çok yaklaşmıştır, yani Tanrının idraki ile”. Tanrıyla, kutsalla, kutla kavram olarak tanışmamanın; zanlarımızla itişip durmamızın yarattığı haksız öfke içimi sıkıyor. Birbirimizle kavga ediyor görünürken zanlarımızın çarpıştığını; bütün bu yıkıntının, bilmeye ve sevmeye emek vermemekten kaynaklandığını hatırlıyorum bir kez daha. Yanıt veriyor rüzgâr, uçuyor kitaplar. “Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgâr”
“İnsanlar yan yana yürümesini bilmiyorlar ki-
hep birbirlerinin üstüne üstüne yürüyorlar.
Yanlarında kimin olduğuna aldırmıyorlar-:
yollarında kim duruyor, yönlerinde kim var
-ya da : kim, kimler onları yönlendiriyor;
ve, kim onlara yüktür, yük olabilir :
bunlar, aldırdıkları…
Homeros’un deyimi hâlâ geçerli:
Çoğunluk, insanların neredeyse hepsi,
bir(er ) yük olarak yaşıyorlar yeryüzün(d)e” (Oruç Aruba, Yürüme)
Yürüyorum.
Pansiyonun hemen arkasındaki küçücük yokuştan Erythrai Antik Kenti’ne doğru yürüyorum, yokuşun başında yolun ortasına serilmiş üç köpek; yaşlıca olan önde-korobaşı, diğer ikisi arkada. Haydi koro, salının, yüzyıllar gibi kıpırdamadan bakıyorlar. Sola dönüyorum, oldukça yaşlı bir kadınla selamlaşıyoruz; bilirsiniz bu tür yerlerde selamlaşmak için tanış olmanız gerekmez çoğu zaman. Kadın köylü kostümü giymiş diye düşünüyorum bir an, hayır bu bir kostüm değil, tiyatro onun köyünün bir parçası yalnızca. Tiyatronun kapısına giden üstü ağaçlarla örülü, daracık geçidin diğer ucunda ellerinde iki koca kova taşıyan bir adamla karşılaşıyoruz-daracık bir yolun zıt uçlarında bir adam ve bir kadın olmasından kaynaklanan, o küçük tedirginliği yaşıyorum. Kendime hatırlatıyorum “burası Ege köyü, bir şey olmaz”. Adam geri çekilip yol veriyor sevecenlikle, geç kardeşim. Kovaların incirle dolu olduğunu görüyorum. İncir reçeli yapcaz da. Ne güzel, ellerinize sağlık. Ege’nin bir köyünde bir adam antik tiyatroya giriyor, incir ağaçlarından bu yaz turistlere satacağı reçellerin meyvelerini topluyor. Böylesi yalın olabilir miydi uğraşım? Geçen yaz geldiğimde yokuşun başında eşiyle birlikte sattığı reçellerden aldığım kişi olduğunu hatırlıyorum, bizi instagramdan takip eder misiniz diye ısrar etmişti epeyce. Dar geçitten sonra hemen sağda koca bir yeşillik ve kısa insan boyunda papatyalar. Çıldırdınız mı, diye soruyorum yüksek sesle. Çıldırmış gibi açmışlar. İklim ve alan buna uygunsa tüm çiçekler çıldırabilir. Açık duran demir kapıya geliyorum, ilkin tiyatronun tam ortasında duran zeytin ağacının artık olmadığını fark ediyorum. Yanına varınca görüyorum ki hasta bir kesik kütük… Ne oldu sana, hasta mı oldun sen? Dokunuyorum, bedeninden taşan yorgun kabuğunun arasında karıncalar koşturuyor. Buranın insanı yapmaz böyle şey, kesin hastalandın sen. Konuşmuyor. Aslında sormuyorum, duymaya geldim, diyorum.

Fotoğraf: İpek Taşdan
Zeytin ağacı hariç tiyatroda her şey bıraktığım gibi. Pandemi sürecinde, 27 Mart yakınlarında buralardaydım yine, belki de şimdikine çok benzer sebeplerle. Beni tiyatrodan uzaklaştıran eylemlerde bulunacağıma, oturur yokluğuna şiir yazarım demiştim.
Bedenli düşünen canlı, insan- oyuncu
Bedeni, düşünen canlı
Bedeni düşünen, canlı oyuncu
Bedensiz düşünülemeyen düşünce, oyuncu
Düşün, düşüncenin vücudu.
27 Mart için bir kutlama metni yazılmış, bir araya gelemeyeceğimiz için olduğumuz yerden videoya çekip gönderilmek üzere bir sürü oyuncu arasında bölüştürülmüştü. Her birimiz bir cümle söyleyip göndermiştik birleştirilmek üzere. Ben burada, Erythrai Antik Kenti’nde tiyatroda, şimdi hasta kökü kalan zeytin ağacının altında söylemiştim cümlemi. “Dünyanın yek vücut varlığının içinde, o yek vücutluğu oluşturan tüm bedenlerin sesi…” Burada kesiliyordu, başka bir oyuncu tarafından tamamlanmak üzere. Buna yakın bir zamanda, Zinnure Türe, Projedüfizyon’un instagram hesabında paylaşılmak üzere, bir video performans istemişti benden ve başka birkaç sanatçıdan. O performans için de yine bu tiyatroya gelmiştim: Tiyatronun kapısından girerken ayak seslerim duyuluyordu yalnız, izleyenin gördüğü sadece tiyatroydu; gökyüzü, ağaçlar, kırık dökük taşlardan oturma yerleri ve zeytin ağacının rüzgârda dansıyla son buluyordu performans. Ahmet Oktay’ın şiirinden bir dizeyle paylaşmıştım bu video performansı: “Besle belleğini, her zaman şimdiki zamandır”. Yine geleceğim zeytin ağacı.
Antik tiyatrodan toplanan incirlerle yapılacak reçeller, yüzyılların sessiz, kırık dökük, inatçı bedeni. Tiyatrodan çıkıp dar geçitten geçerken, yolun diğer ucunda bu defa bir soru bekliyor beni: Nasıl?
Vauverrgues der ki: “Oldukça yeni ve bir o kadar da özgün bir kitap, vakti geçmiş hakikatleri sevdirtecek bir kitap olacak.” (Pierre Hadot, Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe)
Nasıl? sorusuna eyleyenden bağımsız, üslup yahut içerik önermelerinin anlamlı olacağını sanmıyorum. Ben bu dikkat krizinin neresindeyim? Ben nasıl düşünüyorum? Okumayı ve düşünmeyi öğrenebiliyor muyum? Düşünebiliyor muyum? Sanatımla kurduğum bağ, hayatta kalmak yahut sürdürülebilirlik niyetlerinin ötesine taşabiliyor mu? Bir düşünce kıvılcımı yakabiliyor muyum? Bir araya gelip bedenlenmek hakkında düşünebiliyor muyum? Sanatımın çıtasının aynasında, tiyatro eyleyişime bakıp, kendi çapımı ölçebiliyor muyum? Yapıp ettiklerimle, üretken yönelimi, çalışabilmeyi ve sevebilmeyi hatırlatıyor muyum? Seyirci dramaturjisi ile alıcı memnuniyeti arasında gittikçe incelen sınır hakkında daha çok düşünmeye ihtiyaç olduğunun farkında mıyım? Sahiden yürüyor muyum? Sanatsal yürüyüşümde meslektaşlarıma alan açmaya özen gösteriyor muyum? “Sahici yürümenin yol açmak olduğunu” biliyor muyum? Kendimden başka beğendiğim bir oyuncu var mı? İşaret etmek, takdir etmek, el vermek için yüreğimde yer var mı?
Kendimin ve değebildiğim herkesin, bizi yöneten bu nefret sarmalının, popülizmin, her gün dikkatimizi riyaya boğan algı operasyonlarının dışına çıkıp, yaşamla merak ve saygı dolu bir ilişki kurabilmesi için çaba gösteriyor muyum?
“Neyse- varsın sen; ve ben, elbet bulacağım bir yol-varsa eğer bir yol-ya da benim varsa, bir yol bulma yeteneğim-yetersem buna.” (Oruç Aruoba, Yürüme )
Bu yazı TEB Oyun Dergisi’nin 2023 Bahar / Yaz (47/48) “Nasıl?” konulu özel sayısında yer almıştır.