Bize Engel Olan Kim?
Öncelikle şunu belirterek başlamalıyım ki bu yazı bütünüyle öznel bir perspektiften yazılmıştır. Dolayısıyla hiçbir topluluğu veya sahneyi zan altında bırakmamak adına bir topluluğun veya sahnenin adı kullanılmayacaktır. Sadece bir tartışmaya kapı aralamak, kendi içimde sorguladığım ve düşündüğüm şeyleri hep birlikte tartışmak için ele alıyorum bu yazıyı. Çünkü belki de başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmenin vakti artık çoktan gelmiştir bile.
Biraz sonra tartışacağım meseleleri ve kendi kendime soracağım soruları epey bir süredir zaten düşünüyor ve hem kendimle hem de çevremdeki tiyatro emekçileriyle konuşuyordum. Fakat sanırım bu yazıyı yazmaktaki en büyük motivasyonu B Planı ekibinin kendi hesaplarından paylaştığı Instagram postunu okuyunca buldum. Çünkü o an ve daha sonra ise post üzerine birkaç tiyatro emekçisi arkadaşımla konuşurken fark ettim ki sadece ben veya benim çevremdeki birkaç kişi benzer konuları tartışmıyoruz. Hayır! Sadece ben veya benim çevremdeki insanlar benzer durumlarla karşı karşıya kalmıyor. İstanbul’un ve Türkiye’nin başka bir yerindeki bağımsız ve alternatif yapılanmaların hepsi çok benzer sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Peki o halde, hiçbir yere sığdıramadığımız ve hatta kimileri tarafından suistimal edilerek emek sömürüsüne dönüştürülen bu kadar kolektif bir yapının içinde neden tek başımıza hissediyoruz? Bizi, yani tiyatroya emek vermek isteyen genç kuşakları, meslekte yeni olanları, konvansiyonel olana alternatif arayanları, bağımsız olanları, “benim de sözüm var” diyenleri, denemek ve yanılmak isteyenleri, halihazırda pratikle gelişen ve dönüşen bir mesleğe sahip olduğumuz için bol bol deneyim kazanmak ve pratik yapmak isteyenleri, farklı renkler/sesler yaratmak isteyenleri, yani BİZİ, kim yalnız bırakıyor? Bizi ötekileştiren kim? Tiyatro yapmaya çalışan kişiye en büyük zararı veren kim? Hem tiyatroya değer verilmiyor deyip hem de çok fazla oyun var diye şikâyet edenler kimler? Kimler genel sanat yönetmenliği yaptığını sanırken içerik ve biçimi değerlendirme dışı bırakıp aylık programı sadece gişe kaygısıyla dolduranlar? Hem sesimiz duyulmuyor, gelin birlikte çıksın sesimiz deyip hem de sahnede köşeleri koca koltuklarla kapmış olanlar kimler?
Bağımsız ve alternatif ekipler, sahneler her geçen yıl çoğalıyor. Nicelik kontrolsüz bir ivmeyle çoğaldıkça ister istemez işlerin niteliğine önyargılı bir bakış olabiliyor. Fakat şu da bilinen bir gerçek ki, her zaman çok seslilik ve farklılıklar yeni özgün yaratımları güçlendirecektir. Dolayısıyla hangi perspektiften bakarsak bakalım, yeni ekiplerin çoğalmasının günümüz Türkiye’sindeki daha eski topluluklar veya sahneler için herhangi bir zararı yok. Üstelik eğer üretimlerinin niteliğinin yüksek olduğuna dair inançları tamsa ve eğer dün söylenen sözün üzerine bugün yeni bir şey söyleyebildiklerine inanıyorlarsa seyircilerinin daim olacağına ben buradan söz verebilirim. Dolayısıyla “özgür” bir üretim ve aynı zamanda “kolektif” bir yapı olan günümüz Türkiye’sinde yapılan tiyatroda herhangi bir bağımsız ve alternatif yapının kimsenin “müşterisini” çalmayacağı aşikardır. Bu sebeple sahne köşelerini koltuklarıyla kapmış yapılar kesinlikle yeni ekipleri/sahneleri, bağımsız, alternatif yapıları bir rakip olarak görmesinler. Bu konuda eğer üretim ve dinamikliklerine güveniyorlarsa en küçük bir endişeye bile bürünmelerine gerek yok. Çünkü bilindiği üzere tiyatronun dinamiği doğrudan toplumla ilişkilidir ve onlar dinamik kaldıkları sürece tiyatro seyircisi de onlarla kalacaktır. Daha açık ve farklı perspektiften anlatmak gereklidir belki de. Tiyatronun içindeki hiçbir topluluk veya kuruluş bir diğerine rakip değildir bana göre. Tiyatroya yaklaşım pratiği ve disiplini olarak karşıt olabilirler. Tıpkı Wagner’in 19. yüzyılın yaygın tiyatro yapılış biçimine karşı çıkıp kendi yaklaşımını ileriye sürmesi gibi. Karşıt bir görüş, evet. Ama rakip değil.
Sanırım bizim bunun altını çizmemiz gerekiyor önce. Biz tiyatro yapan farklı topluluklar, yapış biçimlerimiz farklı olsa da çoğu zaman aynı şeye hizmet ediyoruz. İnanın bana. Çünkü bizler derdimizi toplumdan alıyoruz. Peki neden genç dert ortaklarımız bir şeyler üretmek istediklerinde onlara destek yerine, engel olmayı tercih ediyoruz? Bizler hep tiyatronun gidişatından çoğunlukla ekonomik, politik veya sosyolojik sebeplerden yakınıyoruz. Peki biz kendi içimizde şikâyet ettiğimiz hiyerarşiyi kendimiz oluşturup yine kendi kendimize zarar vermiyor muyuz? B Planı’nın başına gelen şey, bir ekibin başına yalnızca bir kere gelen bir şey değil. Bunu hepimiz biliyoruz. Kimi topluluklar kimisinden biraz daha “büyük” ve büyük olduğu için kendine göre daha “küçük” topluluğu yer açmak istemiyor. Örneğin bilindik bir sahne yeni bir topluluğu daha yaptıkları işi incelemeden, sunum dosyalarına bakmadan “üç ay doluyuz” deyip reddedebiliyor. Ki daha sonrasında başka bir ekibi programa dahil ettiklerini biliyoruz. Veya yine köklü bir sahnemiz sadece birkaç dakikalığına merhabalaşmak ve tanışmak için gelen yeni kurulmuş alternatif bir ekibi adeta bir sanatçı kibarlığında ve nezaketinde karşılayarak “bugün gidin, arayıp randevu alın” diyor. Dahası, sahnelerin kendi aralarında çekişme ekiplere de yansıyor. Örneğin X sahnesi, yeni kurulmuş bir topluluğun X sahnesinde oynama talebini aynı topluluk daha önce Y sahnesinde oynadığı için “Y sahnesinde oynayan oyunu biz almayız” diyerek reddediyor. Bazı sahneler ise, sadece daha önce çalıştığı ekiplerle çalışmayı tercih ediyor ve yeni ekipleri kabul etmiyor. Bu örnekler -ne yazık ki- çoğaltılabilir. Çünkü bir çoğumuz olan bitene şahidiz. Evet -ve yine ne yazık ki- tüm bunlar yaşanıyor. Bu konuda galiba tiyatronun nasıl bir gönül bağıyla yapıldığının ve büyükçe bir kısım tarafından tiyatronun en temel gerekliliklerinden biri olarak tanımlanan empati kurmanın “büyük” topluluklar/sahneler tarafından hatırlanması gerekmektedir.
Üzerine düşünülmesi gereken bir başka konu ise kendini alternatif diye tanımlayan ama henüz alternatif bir üretim sunamamış veya sunmayı bırakmış ve konvansiyonel olana hizmet eden yapılar.
İstanbul özelinde bence “alternatif tiyatro” tanımı için bir anlam karmaşası var. Yeni kurulmuş yapıların çoğu kendini alternatif olarak tanımlıyor. Peki alışılagelmiş anlayışa alternatif olarak neler sunuluyor veya kendini alternatif olarak tanımlayan ekiplerin/sahnelerin kaçı bunu yapabiliyor?
Gözlemime göre, bağımsız ve alternatif olarak yola çıkan yapıların bazıları zamanla yola çıkış amaçlarını kaybettiler ve alternatifliklerini yitirerek konvansiyonel olana hizmet etmeye başladılar. Peki çıkışlarında bağımsız ve alternatif olan bu yapılar, neden, şimdi kendilerini bağımsız ve alternatif olarak tanımlayan ve yeni şeyler denemek isteyen topluluklara kapılarını içeriden kilitliyorlar? Eğer biz düşman veya rakip değilsek neden bu yarış ve tuzaklar?
Ortada birbirimize sorabileceğimiz birçok soru var ve sanırım ne yazık ki birçok “kim?” sorusunun cevabı “biz” oluyoruz. Sanırım biz tiyatro insanları, emekçileri mesleğimize, sanatımıza dört elle sarılmamız gerekirken, en az tiyatronun karşısında olanlar kadar zarar veriyoruz tiyatroya. Neden yapıyoruz ki bunu? Neyi paylaşamıyoruz? Bizler kendi içimizde bu sorunun üzerinden gelemez ve yeniliklere destek olup kucak açmazsak korkarım ki bu coğrafyanın tiyatrosu kendi sesini yitirecek ve bir zaman birlerinin söylemiş olduğu sözleri belki de elli yıl sonra söylemeye devam edecek. Tek renk ve tek ses olacak bu “savaşın” sonu. Oysa “barışın” sonuna çok seslilik, üretkenlik, yaratım, yenilik ve kurtuluş yatmakta.
Tiyatro kucaklaştıkça çoğalacak, kucaklaştıkça renklenecektir.
Yazının sonuna yaklaşırken bütün görüşlerin öznel olduğunu bir kez daha vurgulayarak ve hiçbir tiyatroyu veya topluluğu işaret etmediğimi belirtiyor ve Jon Fosse tarafından yazılan 2024 Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi’nden alıntı yaprak yazıyı noktalıyorum.
Ancak hepimiz birbirimizden farklı olsak da birbirimize benzeriz. Hangi dili konuşursak konuşalım, ten rengimiz, saç rengimiz ne olursa olsun, dünyanın her yerindeki insanlar temelde birbirine benzer.
Jon Fosse
Aynı anda hem birbirimize benzemek hem de birbirimizden tamamen farklı olmak bir paradoks olabilir. […] Sanat […] farklılıkları eşitleyerek ve her şeyi aynı hale getirerek değil, tam tersine bize bizden farklı olanı, uzak ya da yabancı olanı göstererek yapar. […] Aslında çok basit: Savaş ve barış birbirine ne kadar zıtsa, savaş ve sanat da o kadar zıttır. Sanat barıştır.
TEB Oyun Dergisi’nde yer alan izlenim yazılarına ulaşmak için: TEB Oyun / İzlenim