Ataerkillik Buzdağının Görünmeyen Yüzü:Çocuk İstismarı
Tiyatro Bu Konuya Nasıl Yaklaşıyor?
Tarih: 30.03.2024
Katılımcılar: Tunç Şahin, Zehra İpşiroğlu, Ayşe Lebriz Berkem, Zeynep Erdem, Tijen Savaşkan, Nihal Kuyumcu, Meliha Yıldız, Tülin Özen
30 Mart 2024 tarihinde TEB Oyun Dergisi’nin ev sahipliğinde oldukça hassas bir konu olan çocuk istismarı hakkında kapalı bir online buluşma düzenledik. Bu buluşmaya yazar ve akademisyen Zehra İpşiroğlu, yönetmen ve oyuncu Ayşe Lebriz Berkem, tasarımcı Zeynep Erdem, yazar ve yönetmen Tunç Şahin, oyuncu Tülin Özen, yazar ve akademisyen Nihal Kuyumcu, TEB Oyun Dergisi editörü Tijen Savaşkan ve hem yazar hem de aktivist olan Meliha Yıldız katıldı. Yayın kurulu üyelerimizden Zehra İpşiroğlu’nun moderatörlüğünü üstlendiği buluşmada çocuk istismarı ve bu konunun tiyatroda anlatılması üzerinde bir tartışma yürütüldü.
Zehra İpşiroğlu: Hepiniz hoş geldiniz. Bugün tiyatroda çocuk istismarı gibi çok hassas bir konu üzerinde duracağız. Böyle bir konu çerçevesinde bir buluşma ilk kez yapılıyor. Konuya başlamadan önce kısaca kendimden söz edeyim. Ben akademisyenim ve yazarım. Oyunlarım şu anda İstanbul ve Ankara’da sahneleniyor. Çoğunlukla kadın sorunları ve toplumsal cinsiyet konuları üzerine çalışıyorum. Ensest izleğini temel alan Babalar, Amcalar ve Diğerleri 1oyununu yazdım ve sonraki süreçte de aynı konuyu işleyen Hatırlayamadıklarımız2 romanım çıktı.
Bugün aramızda Hikayelerimizprojesiyle oyuncu Ayşe Lebriz Berkem ve tasarımcı Zeynep Erdem var. Fehime’nin Hikayesi bir tiyatro projesi olarak çocuk istismarı konusunu ele almıştı. Yine aynı konuyu tiyatro oyunu olarak ele alan Canavar oyunun yazarı ve yönetmeni sevgili Tunç Şahin ve oyuncusu Tülin Özen de bizimle. Canavar’ı çok yakınlarda hepimiz izledik ve çok etkilendik. Yazar ve aktivist Meliha Yıldız da bizimle birlikte. Kendisinin böyle bir konuda bizlerle paylaşacağı çok şey olacaktır.
Ayşe Lebriz’in dijital tiyatro projesinde istismar bir çocuğun gözünden anlatılıyordu. Oyunun sonu insanı çaresiz bırakıyordu. Çünkü istismarı yaşayan çocuklar aileleri tarafından susmaya zorlanıyorlardı. Oyunun finalinde yaşadığımız çaresizlik duygusu susmanın ne kadar korkunç bir şey olduğunu gösteriyordu sanki.
Canavar oyunu da tam olarak bu sorunu gündeme getirerek susma duvarlarını yavaş yavaş kırıyor. Bu gerçekten çok önemli bir adım. Çünkü mağdurlardan hep susmaları bekleniyor. Benim henüz sahnelenmemiş olan Babalar, Amcalar ve Diğerleri oyunumda ise bir adım daha ileri gidiliyor, çünkü sadece konuşmakla, anlatmakla yetinmeyen, aynı zamanda adalet arayan karakterlerin mücadelesi anlatılıyor. Bu açıdan bugün sözünü edeceğimiz her üç oyun birbirlerini tamamlıyor. İsterseniz herkesin kendini kısaca tanıttığı ve oyunlarından bahsettiği bir giriş yapalım. Daha sonra birlikte tartışabiliriz. Ayşe sen başlamak ister misin?
Ayşe Lebriz Berkem: Teşekkürler. Hikâyelerimiz oyunundan bahsetmeden önce ona gelen süreçten kısaca bahsetmek isterim. Biz Biteatral’i 2010 senesinde kurduk ve bugün bir kadın perspektifinden bakarak oyunları seçtiğimi, sahnelediğimi ve oynadığımı görebiliyorum. Birçok anlamda hayatın -kadın meselesi, çocuk meselesi gibi- pek çok meselede “sert” bir yerde durduğunu düşünüyorum. Bu sertliğin sanata nasıl yansıyabileceğini, nasıl oyun yapabileceğimizi düşündüğümde kendimi hep çok çaresiz hissederdim. Taşın altına elimi koyamayacağımı düşünürdüm, ta ki bir performans yapana kadar.
O dönemde Suruç’ta bir katliam olmuştu; sonra Ankara Garı, Taksim… Böyle bir süreçte arkadaşım Başak Özdoğan ile bir performans için çalışmaya başlayacaktık. Kendisine boğazımda bir kayayla yaşıyormuş gibi hissettiğimi söylemiştim. O gün yaşadığımız acıların üzerine giderek Mimar Sinan Üniversitesi’nin girişinde Hayat Bu Kadar Güzelken adlı şiir performansımızı gerçekleştirdik. O dönemde de bugün olduğu gibi aynı şeyi önemsemiştim: bu kadar zor bir meseleye dair söyleyecek sözümüzü ahkâm kesmeden söyleyebilmenin, oynayabilmenin, yapabilmenin kendimizce bir yolunu arayıp bulmalıydık.
Pandemi döneminde sevgili arkadaşım Ragıp Ertuğrul, tiyatrolara destek olmak için bir girişimde bulundu ve Bir Delinin Güncesi oyunumu bir kadın festivali kapsamında online olarak oynamamı önerdi. Ben de oyunun performatif bir iş olduğunu ve onu tasarımdan ayıramayacağımı söyleyerek farklı bir fikir önerdim. Kadın hikâyeleri üzerinden bir oyun üretmek istiyordum nicedir ama bir türlü başlayamıyordum. Pandemi sürecinde yaşadıklarımız belki de bunun zamanını öne almış oldu. Önce Süreyya Karacabey’in Kadın Savaşı Baladı metnini önüme koydum ki bu metin benim için bu süreçte tutkal vazifesi gördü, her şeyi bir arada tutacak olan metin oydu çünkü… Sonra hikâyeleri aramaya başladım. Bir zamanlar hikâye anlatıcılığı atölyesi yapmıştım; yaşanmış hikâyeler ile kurgusal hikâyelerden oluşan çalışmalar yapmıştım. Bunlardan bir tanesi de Hikâyelerimiz’de oynadığım Gülfer’in hikâyesiydi. Ardından sevgili Asuman Kafaoğlu Büke’ye danıştım. Bana Ayfer Tunç’un Fehime3 hikâyesini okumamı önerdi. Metni okuyunca etkilenmemek mümkün değildi. Bu can yakıcı hikâyenin ve anlatımın arkasında bir soğukluk, bir mesafe vardı. Ve metin su gibi değil çağlayan gibi akıp gidiyordu adeta. Üçüncüsü de Duygu Asena’nın yıllarca aklımdan yüreğimden hiç gitmemiş Nur ya da Yalan4 hikâyesiydi. Bir hikâye, çocuk tacizi, tecavüzü ve şiddeti üzerineydi, diğeri çocuk gelin ve kadına yönelik şiddet üzerine ve sonuncusu da hiç ummadığımız bir yerden gelen, entelektüel ve solcunun, bir kadına uyguladığı şiddetti.
Hikâyeleri belirledikten sonra çocuk tacizi üzerine çalışmaya başladım. Oyuncu olarak o metinle karşı karşıya kaldığım ilk zamanlar çok zordu. Bu araştırmaları yaptıktan sonra her şey üstüme gelmeye başladı. İlk başta tek başıma prova yaptım, bir başkasına gösterecek cesaretim yoktu. Bu hikâyeyi neden anlatmam gerektiğini kendime hatırlatana kadar bu süreç çok zor geçti. Bunu kendime defalarca hatırlattıktan sonra soğukkanlı bir çalışma sürecine girebildim. Benim hayatta yapabileceğim şey oyunculuk. Ya da yazabilirim. Ömrüm vefa ettikçe oynamaya devam edeceğim. Pınar Selek bir masalında “Bir su damlası olmaya inanıyorum” der. Bir su damlasıyız. Bir şeyleri değiştirmek, dönüştürmek, yer yerinden oynatmak gibi bir amacım yok. Ama biliyorum ki bugün -birtakım istatistiki verilere göre- yüzde iki yüz artan bir çocuk istismarından söz ediliyor. Böyle bir atmosferde bu, şu demek: Biz şu an bunları konuşurken bir çocuk bir yakını tarafından tacize, tecavüze ya da istismara uğruyor. Bu gerçeği unutarak “bu hikâyeyi anlatmanın bana çok sert geldiğini” söyleme lüksümün olmadığını düşünüyorum. Kendime her gün bunu hatırlata hatırlata yaptım. Bugün baktığımda öyle mi oynardım, bilmiyorum. Bugün oynayabilir miyim, onu da bilmiyorum. Bu performansı online bir platformdan yapıyor olmak da ilginçti çünkü kamera bütün ifadelerinizi gösteriyor. Uzun yıllar boyunca performansa meraklı olduğum ve dramatik metnin performansa yolculuğu her zaman ilgimi çektiği için bunun yollarını nasıl arayacağımı düşündüm. Bu tabii ki tasarımla iç içe bir süreçti. Buradan Zeynep’e sözü vermek istiyorum.
Zeynep Erdem: Merhaba herkese. Ben çocuk istismarına dair konuların hayatta var olduğunu orta sonda üniversite kredisi için yaptığımız bir ödevde öğrendim. Benim için çok dramatik bir gelişmeydi. Daha önce buna dair hiçbir şey bilmiyordum. Çocuk istismarına dair orta son ve lisenin ilk yılını kapsayan bir süreçte konuya dair bir tez yazmış oldum. Bu süreçte de hiçbir yetişkinle çocuk istismarı üzerine konuşmadım. Kafamda ilginç bir şekilde takımlar oluştu: çocuklar ve yetişkinler. Sonra çok ağlayarak bu ödevi yaptım ve zaman içinde anladım ki orada sonsuz bir sessizlik var. Bir noktada da şunu fark ettim, savaşmanın iki yöntemi var: çocuğu güçlendirmek ve bunu konuşulabilir hale getirmek. Ayşe beni pandemide arayıp bir metin yollayacağını söyledi ve duygusal olarak buna hazır olup olmadığımı içtenlikle söylememi istedi. Okudum ve kabul ettim. Fehime’yle başlayan ilk Hikâyelerimiz oyununun okuma provasında üzgün geçen anlar yaşadık. Sonrasında provalarda da online oyunda da hikâyelerin çok güçlü olduğunu ve etkisinin de öyle olduğunu gördüm. Oyun Fehime ile çok sert başlıyordu. Oradaki gerçekliğin hepimize çok dokunması karakterin çocuk olmasıyla ilgiliydi. Bunu nasıl anlatacağımızı düşünmek çok garipti. Utanma duygusu suçlu olana değil, bize geliyor. Biz bunu nasıl normalleştirip konuşacağız? Bu mümkün mü? Tasarım sürecinde Ayşe kesin olarak basma ve iğne oyası işleri kullanmak istediğini söyledi. İlk başta içime sinmemişti ama ilerledikçe bizim kültürümüzdeki bu basmaların ve iğne oyalarının, tığ işlerinin, sarılı pembeli çiçeklerin içine gizlenmiş ağrılar olduğunu düşündüm. Basmaların ve iğne oyalarının bu gizli ağrıyı, acıyı çok samimi bir şekilde ifade ettiğini düşünüyorum.
Ayşe Lebriz Berkem: Fehime’nin öyküsünü anlatmak oyuncu olarak benim için çok zordu. Mesafeli yaklaşmak sizi duygusuz bir tarafa savurabilir, sadece anlatıcı olarak kalabilirsiniz. Hikâyeyle bir yakınlık kurmak isterken bu kez de çok fazla dramatize edebilirsiniz. Bugün baktığımda, bazı anların duygusunu kısabilir miydim diye hâlâ düşünüyorum. Benim için Süreyya Karacabey’in kaleme aldığı Kadın Savaşı Baladı bütün hikâyeleri toparlayabilecek kadar güçlü ve sağlam bir yerde duruyordu; ben de sırtımı biraz ona yaslayarak kurdum bütünü. Anlatıcı olarak başlayıp yavaş yavaş Fehime’ye geçerek, hikâyedeki tüm karakterleri, jestleriyle vermeye çalışarak ve finaline doğru da Fehime’yi yıllar içinde büyüterek ve nihayetinde de anlatıcının perspektifi ve soğukkanlılığına geçerek noktaladım. Oyuncunun duyguya kapılıp gitmediğini imleyecek bir yerde bitirmek istedim. Çocukların suskunluğuna dair bir finaldi bu ve çok şeyi özetliyordu.
Zehra İpşiroğlu: Çok teşekkür ederiz Ayşe ve Zeynep. İsterseniz Canavar oyunuyla devam edelim.
Tunç Şahin: Ben mühendislik eğitimi aldım ama 25 yıldır sinema sektöründeyim. Son 10 yıldır da bir tiyatro seyircisiyim. Daha fazla oyun izledikçe, sahne üzerinde anlatılacak hikâyeler düşünmeye başladım. Canavar’a dair ilk notları 2018’in Ocak ayında “güvenilmez anlatıcı5” metodu üzerine çalışırken almıştım. Benim mevzuyla yıllar içinde en zorlandığım kısım hikâyeyi hangi bakış açısıyla, neresinden anlatacağıma karar vermekti. Kimin tarafında, hangi karakterin yanında durarak anlatacağım? Canavar’a kadar yaptığım her hikâyede tüm karakterleri anlamaya, onlarla özdeşim kurmaya çalışıyordum. Canavar buna uygun bir hikâye değildi. Benim yazar olarak o enişteden mümkün olduğu kadar uzaklaştığım, aklamadığım ama öte yandan da onu gerçek kıldığım bir yerde olmam gerekiyordu. 2022’de, sonunda bir şekilde Canavar diğer tüm çalışmalarımın önüne geçti ve bir nevi kendini yazdırdı. Metni oyuncu arkadaşlarımla paylaştım ve sahneledik.
Son versiyonu yazarken bir takım temel kararlar aldım ve onlara bağlı kalmaya çalıştım. İlk olarak ben bir aktivist değilim. Hikâyede bahsettiğimiz olgu ile ilgili büyük sözler söylemekle ilgili bir sıkıntım var. Ben bu oyun dâhilinde de kimseye “Anlatın” ya da “Anlatmayın” diyemem çünkü her çocuk, her birey farklı ailelerden geliyor. Hiçbirimizin hikâyesi birbiriyle tam olarak örtüşmüyor. Bu yüzden “evrensel bir şey söylüyorum, kamusal bir soruna parmak basıyorum” hissinden çıkmaya çalıştım, kendime böyle bir sorumluluk yüklemedim. Her evin, ailenin dinamiğinin farklı olduğunu biliyorum. “Bazen kardeşler bile aynı evde büyümez” diye bir laf vardır, bazen aynı evde büyüyorsanız bile aynı ailede ya da aynı dinamiklerde büyümüyorsunuz. Bu yüzden herkes için geçerli bir çözüm öneremeyeceğime karar verdim ve büyük laflar söylemekten kaçınmaya çalıştım.
Travma mağdurlarını yalnızca acıdan mütevellit insanlar olarak görmek istemiyorum. Böyle bir travma her şeyi değiştiriyor ve sen o yarayla birlikte yaşamına devam ediyorsun. Ama eğer mağdur istemiyorsa, bu travma onu tanımlayan bir şey olmak zorunda değil. O insanları sadece başlarına gelen travmanın ekseninde anlatmak istemiyordum. O yüzden izleyicinin “Ne kadar korkunç bir şey yaşamışlar!” hissinden daha derin bir şey hissetmelerini istedim. Seyircinin karakterlerime üzülmesiyle ilgili derdim yok ama ben izleyenin onlara acımasını istemiyordum. Çünkü o acıma hissinin de konforlu ve dışarıdan bir bakış olduğunu düşünüyorum. Ben pusulamı Aslı’nın, Kemal’in ve Derya’nın derdine çevirip, sadece onların hikâyesini doğru anlatma derdine düştüm. Bu üç insanı gerçekten tanıyor ve seviyor gibi hissetmek ve sadakatimi onlara yöneltmek istedim. Dramaturjiye; büyük bir söz söylemeye değil, onların hakkını korumaya odaklandım. Karakterler çok üzgünler ve çoğu zaman da adresi bulunamamış üzüntü öfkeye dönüşüyor. Ben onların herhangi bir yol kullanarak hayatla başa çıkabilen karakterler olmalarını istedim.
Kararlarımdan biri de bu oyun özelinde hiçbir noktada intihardan bahsetmemek oldu. İntihar olgusu ile travma tepkisini eşleştirmek çok tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. O yüzden bilinçli olarak karakterlerin herhangi bir noktada hayatlarını bitirmiş olmayı diledikleri fikrinden bile uzak durdum.
Benim için bir başka önemli nokta ise; bu hikâyeyi anlatırken herhangi bir fantezi, fetiş, erotizm öğesine kaymadan anlatmaktı. İstismar ya da taciz meselelerinin medyada haber yapılırken bir fantezi dilinde yazıldığını görüyoruz. Bundan başka bir dil bulmak istedim.
Yara almak, kişinin yaşadığı olayın ne kadar sürdüğünden, ne kadar ileri gittiğinden bağımsız bir şey. Canavar’daki karakterler tam olarak ne yaşadıklarını, fiziksel olarak başlarına ne geldiğini ayrıntılarıyla anlatmıyorlar. İstismar sırasında olanları sahnede tekrar canlandırma seçeneğinden özellikle uzak durduk. Eniştenin yaptığı şey canlandırılmıyor. Genelde yaşadıkları şeyi beş duyu üzerinden anlatıyorlar: Kokudan, sıcaklıktan, evdeki eşyaların yerinden, nerede oturduklarından…
Metine hazırlanırken istismar ile ilgili vaka araştırmasındansa, travma üzerine çalıştım. İnternette Tim Fletcher adlı bir uzmanın 60 saatlik bir seminer dizisi vardı, onu takip ettim. Seminerde kompleks travma, travma mağdurlarının hayatlarının devamında gösterdikleri bazı zorluklar, umutla ilgili yaklaşımları gibi konular üzerinde duruluyordu. “Benim bir şey umut etmemem gerekiyor, çünkü her umut ettiğimde hayal kırıklığına uğruyorum.” gibi yaklaşımların olasılık dâhilinde olduğunu gördüm. Bunlar karakterlere eklemlenebilecek şeylerdi.
Tek bir kişinin başına gelen sınır aşımını anlatmaktan ziyade temel insani ihtiyaçlarımızdan bahsetmek istedim. Hepimiz sevilmek istiyoruz, onaylanmak istiyoruz. Bir ailenin içindeysek orada güvende hissetmek istiyoruz ve istismarın yarattığı acının ne olduğunu tahmin etmek ve anlatabilmek için tek bir yol yok. “Bak bu kadar acı çektiler” demek yerine “Senin seyirci olarak güvende hissettiğin ev, aile olgusu karakterlerimiz için yoktu” demek seyircide karakterlerin yaşadığı travmanın etkilerini anlamaları için yeterli diye düşündüm. Oyunda verdiğimiz karar çoğunlukla takdir alıyor ama eleştirildiği bir yer de var. Kimi seyirci oyunun bir komedi oyunu tonunda başlamasını eleştiriyor. Oyunda ibre devamlı aşağıya doğru gidiyor. Metin giderek ciddileşiyor. Ama karakterler, durum her ne kadar karanlık bir hal alırsa alsın, her şeyle bir şekilde başa çıkıyorlar, şimdiye kadar çıkmışlar ve hayat devam ediyor. Hikâye bittiğinde de karakterlerimi böyle bir yerde bırakmak istedim.
Travmayı ne yaparsak yapalım değiştiremeyiz gibi hissediyorum.. Yüzleşsek de, anlatsak da travma orada duruyor. Travmayı iyileştiremesek de, bir yetişkin olarak onunla ne yapacağımızı seçebiliriz. Biz bu yarayla hayatta sağ kalan olmanın ne demek olduğunu anlatmaya çalıştık, insanların ne kadar yıkıldığı, ne kadar üzüldüğünü değil. Hikâyeye konu olan mevzular çok acı ve karanlık. Buna karşın prova sürecinde kişisel travmalarımızı ortaya döküp bir malzemeye dönüştürmeye çalışmadık.
Meliha Hanım’ın (Meliha Yıldız) oyundan sonraki yazısını okuyunca bir ferahlama hissettim. Bu mevzuyla aktivizmle başa çıkmayı tercih etmiş birinin yazısında bahsettiği ferahlama hissi beni de ferahlattı. O satırların içinde bana çok güç veren şeyler var. Buradan sözü Meliha Hanım’a, sonra da Tülin’e (Tülin Özen) bırakmak isterim. Çok teşekkürler dinlediğiniz için.
Meliha Yıldız: Adım Meliha Yıldız. 48 yaşındayım. Hikâyemi çoğunuz biliyorsunuz sanırım. Sekiz yaşından on altı yaşına kadar babam tarafından cinsel istismara maruz kaldım. 40 yaşındayken mahlasla yazılar yazıyordum, bir dava açarak bunu gündeme getirmek, toplumsallaştırmak istiyordum. Pandemiden hemen önce her şeyi ifşa etmeye karar verdim ve 2020’nin Haziran ayında bir ifşa videosu yayınladım. Bu videoyu yayınlarken buradaki tabunun, hiçbir şey yokmuş gibi yapma güdüsünün farkındaydım. Bu konuda öyle bir sessizlik var ki gerçeklikle olan bağınızı koparıyorsunuz. Ne olduğunu, gerçekten olup olmadığını hatırlayamamak gibi bir kopuş bu. Zihniniz size oyun oynamaya başlıyor. Bu yüzden videoyu yayınlarken özellikle yüzümü göstermek istediğimi söylediğimde çekimi yapan ekip de şaşırdı, beni hazırlamaya çalıştılar. Ben hazırdım, aslında hazır olmayan onlardı. Yüzümü göstermek istedim çünkü bu var, bu gerçek. Belki bunu kendime de söylemek istedim. Çünkü sekiz yıl süren bir süreçten bahsetmeme rağmen benim de hatırlayamadığım dönemler var, özellikle çocukluğumla ilgili.
Ben ilk değildim, benden önce de konuşanlar vardı. Ama aktivist olarak ben ilktim ya da farkındalığım biraz daha yüksekti. Benim de katıldığım Katharsis programında konuşan kadın ve erkek çok fazla mağdur vardı. Daha sonra çok büyük bir tepki aldım. Aslında ben yaptığım şeyin tam anlamıyla farkında değildim, bu tepkiyle birlikte anlamaya başladım.Bu tepkilerde beni en çok rahatsız edenler hiç bilinmeyen bir şey söylemişim gibi davrananlardı. Oysa ki istatistikler var, önümüze her gün bir haber düşüyor. Ama kameranın karşısına çıkarak anlatmak farklıydı ve etkisi de farklı oldu. Hem toplum tarafından hem yakın çevre tarafından o kadar büyük tepkiyle karşılaştım ki bu tepkiyi sindirebilmek için bir kitap yazmaya karar verdim: Kutsal Tecrit.6 Ben sekiz yaşından itibaren anneme, arkadaşlarıma, sevgilime anlatmıştım her şeyi. Aslında hayatım boyunca anlatmışım. Bu kitabı neden 44 yaşında bunu ilk defa söylüyormuşum ya da bu ülkede, bu dünyada bu ilk kez duyuluyormuş gibi davranıldığını anlamlandırabilmek, bir noktada da toplumun kendisiyle yüzleşmesini sağlayabilmek niyetiyle çıkardım.
Sonra yaptığımın hayatta kalanlar7 için ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Onlarla girdiğim iletişimde konuşmuş olmanın, dayanışmış olmanın, sesimi duyurmuş olmanın bana ne kadar iyi geldiğini görünce bir aktivizm süreci başladı ve şimdi kendimi aktivist olarak tanımlıyorum. Dört yıl içinde bu konuyla ilgili ikinci bir kitap yazdım, üçüncü kitap da hazırlık sürecinde. Hayatta kalanlarla söyleşiler yaptığım, hem destek olduğum hem destek aldığım, yan yana geldiğim bir sürecin içindeyim. Buranın kıymetini nasıl anlatacağım bilmiyorum. Herhalde toplantı bittikten sonra, sindirdikten sonra, belki yine yazarak. Çünkü yazmak sanırım benim için bir dil oldu. Çok heyecanlıyım ve bu çok kıymetli. Teşekkür ederim.
Geçen gün Ayşe Hanım’la (Ayşe Lebriz Berkem) konuşurken bahsetmiştim: Ben bu acıyı yaşadığım için bununla ilgili bir şey yapmam çok doğal. Buradan çıkmak için, Tunç Bey’in dediği gibi tutunmak için bir tercih yapmak, yol seçmek doğal. Ama siz mecbur olmadığınız halde bu acının içine girdiniz ve o girdiğiniz acıları da bazılarınız anlattı. Teşekkür ederim, mecbur olmadığınız halde başkasının acısına baktığınız için.
Zehra İpşiroğlu: Meliha, bir şey sormak istiyorum. Bu konunun sanata, tiyatroya nasıl yansıtılabileceği üzerine düşünüyoruz. Çok hassas, çok zor bir konu. Siz de ilk kez bizim yaptığımız çalışmaları gördünüz. Canavar’la ilk kez merkezine bu konuyu alan bir tiyatro oyununun sahnelendiğine tanık oluyoruz. Sizin izlenimleriniz nedir bu konuyla ilgili olarak? Bu tür bir olayı yaşamış bir kişi olarak siz ne düşünüyorsunuz?
Meliha Yıldız: Hepinizin eserlerini izledim ya da okudum. Sanırım Canavar Türkiye’de aile içi cinsel istismarı anlatan ilk oyun. En azından benim için ilk. İlk olmasına rağmen yaklaşımı, ele alışı çok başarılı. Teatral ya da estetik açıdan değerlendirebileceğim bir noktada değilim ama beni en çok şaşırtan şey konuşulmayan bir konuyu anlatmasıydı. Bu alanda çalışmalar yok. Türkiye’de istatistikler yok. Ben bir sürü çalışmayı hep İngilizce kaynaklardan yürütüyorum. Verilerin, kaynakların olmadığı bir yerde gerçeğe bu kadar yaklaşan bir oyun yapılması çok ilginçti. Tabii bir tabu anlatılacağı için bir sürü baskı da var. Bu anlamda çok şaşırtıcı ve beklenmedikti.
Bunun dışında Zehra Hanım (Zehra İpşiroğlu) tiyatro ve travma üzerine sizinle sohbetlerimiz başladıktan sonra tiyatronun benim için bir kırılma alanı olduğunu düşündüm. Buradan kimseye bir reçete vermek istemem, Tunç Bey’in dediği gibi hepimizin yolculuğu ayrı, yürüyüşü ayrı. Ama tiyatro benim hayatımda çok etkili bir dönüm noktası oldu.
Ben uzun yıllardır tiyatroya uzağım. 25 yaşına kadar amatör olarak yapmıştım. Altı yıldır da İzmir’de bir köydeydim. Oyun izleme olanağım bile olmadı, o kadar uzağım. Neden tiyatroyu tercih ettim diye de düşündüm. Çünkü beni o evden çıkartan tiyatroydu. Sonrasında, çıktıktan sonra da devam ettim, niye devam ettim? Tiyatronun travmalarla bağlantısı nedir diye düşündüm. Biraz bu toplantı öncesinde de yurt dışında bu konuda neler yapılmış diye de baktım. Diğer sanat dallarına göre tiyatronun farklı ve özgün tarafı ne olabilir?
Ben hayatım boyunca hep görünmez olmak istiyordum. O yüzden dört yıldır insanların karşısında konuşmama rağmen hâlâ zorlanıyorum. Hayatın her alanında görünmez ama hep görünmez olmak istiyordum. Topluluk karşısında konuşamaz, bir otobüse bindiğimde bile kaçacak yer arardım. Konuşmasam bile her türlü topluluk beni tedirgin ediyordu. Görünmez olmak, bir yandan da çığlık atmak istiyordum, bağırmak istiyordum, görünmek ve göstermek istiyordum. Tiyatroyla yolumuz bu noktada kesişti. Yurt dışında neler, nasıl yaşanıyor diye araştırma yaptığımda özellikle Amerika’da hayatta kalanların birçoğunun tiyatro yaptığını gördüm. Cinsel istismarı, bunu yaşamış olanların anlattığı oyunlar da var. Canlı performans olduğu için tiyatroyla ilgili verilere ulaşmak çok zor. Bu hem bir iyileşme, güçlenme süreci hem de toplumu tüm bunlarla yüzleştirmenin bir aracı. Umarım işinize yarayacak şeyler söylemişimdir.
Tunç Şahin: Benim için çok etkileyici oldu, çok teşekkür ederim.
Zehra İpşiroğlu: Evet, ilk tanıştığımızda ben de çok etkilenmiştim Meliha’nın öyküsünden. Ben size tanışma sürecimizden bahsetmek isterim biraz. Almanya’da Hatırlayamadıklarımız romanıyla ilgili bir program yapıyordum. Program sonunda dinleyicilerden biri yanıma geldi ve dedi ki, “Siz Meliha Yıldız’ı tanıyor musunuz? Onun öyküsünden mi esinlendiniz?” Ben bu alanlarda çok araştırma yapıyorum, daha önce de birebir insanlarla söyleşi yapıyordum. Ama Meliha Yıldız’la hiç tanışmıyordum. Sonra Katharsis programında Meliha’nın konuk olduğu bölümü izlediğimde çok şaşırdım. Çünkü Babalar, Amcalar ve Diğerleri oyunumda ve Hatırlayamadıklarımız romanımdaki hikâyeleri yaşamış bir insan karşımda duruyordu. O zaman doğru yolda olduğumun daha da bilincine vardım. Benim açımdan bu çok çok etkileyiciydi. Sonra yüz yüze tanıştık, ona hayran oldum. Çünkü bunu başarabilmek çok büyük bir şey.
Meliha Yıldız: Bu gücü bana sanat verdi.
Zehra İpşiroğlu: Çok teşekkür ediyoruz katıldığınız ve bizimle birlikte olduğunuz için. Ayşe ve Zeynep’in hazırladıkları dijital tiyatro projesi insanı çaresizlik içinde bıraksa da çok etkileyiciyidi. Canavar oyunu bir umudu dile getiriyor. Çünkü konuşmaya başladığımız anda, suskunluk duvarları kırıldığı anda bir rahatlama oluyor ve artık bir şeylerin değişebileceğini düşünüyoruz. Benim oyunumda ise bir adalet arayışı söz konusu. Bu oyun çok ünlü bir politikacı ve çok tanınmış, efsaneleştirilmiş bir şairin dünyasında geçiyor. Güçlü bir aile var ve olayları örtbas etmeye çalışıyorlar. İstismara maruz kalmış olan çocuk, Suzan, yıllar sonra Meliha gibi her şeyi açığa çıkarmaya çalışıyor. Ama mücadelesi başarısızlıkla sonuçlanıyor ve bu süreç oyunda hep geriye dönüşlerle anlatılıyor. Karşısında olayları örtbas etmek isteyen çok güçlü bir aile var. Ama onun yolunun bittiği yerde kuzeni yani tacizcinin kızının mücadelesi başlıyor ve sonunda da babasını hapse kadar götürüyor. Benim oyunum tek ya da iki kişilik bir anlatı tiyatrosu, Canavar daha psikolojik, dramatik yapılı bir oyun. Bu alanda çok farklı kurgular denenebilir. Önemli olan böyle bir konuya karşı göstermemiz gereken duyarlılık. Konunun düşünsel bir düzleme taşınabilmesi ve üzerinde tartışılabilecek bir ortamın yaratılması.
İşte tam bu noktada da hepimizin buluştuğunu düşünüyorum.
***
Zehra İpşiroğlu: Şimdi isterseniz tartışmaya geçelim. Öncelikle şunu söylemek isterim ki sizin rolünüz başta olmak üzere sevgili Tülin Özen, birbirini tamamlayan harika bir ekip olmuşsunuz. Tülin, sizin de süreçle ilgili düşüncelerinizi duymak isteriz.
Tülin Özen: Çok teşekkür ederim. Ben harika konuşmalar dinledim, ekleyebileceğim çok fazla bir şey yok. Metnin yazımında dahi bir adalet var. Tunç’un karakterlere neredeyse replik sayısına kadar eşit yer verdiğini biliyorum. Ben de ekibin içinde bahsettiğiniz gibi hissediyorum. Dışardan bunun görünmesi de çok güzel, çok teşekkür ederim.
Zehra İpşiroğlu: Canavar’ın birçok açıdan “ilk” olma özelliği taşındığını düşündüm ben, daha önce tiyatroda çocuk istismarı konusuyla hiç karşılaşmamıştım. Siz ne düşünüyorsunuz? Sizin bildiğiniz başka bir oyun var mı?
Tülin Özen: Belki yabancı versiyonları var. Hatta prova yaparken konuşmuştuk. Belki küçük yabancı hikâyeler var ama bu insanların ismi Aslı, Derya, Kemal olduğunda bizim için hikâyenin anlamı sertleşiyor. Ben Meleğin Düşü filminde oynamıştım. Orada ilk defa böyle bir ensest hikâyesiyle karşı karşıya kaldım, oynamak durumunda kaldım. 2004 yılıydı. Orada okuduğum ilk kaynak Wendy Maltz’ın Suçlu Sen Değilsin8 kitabıydı ve ben bunun çok tuhaf bir kitap ismi olduğunu düşündüm. Neden suçlu olsun ki? Sonra okuduğumda ne kadar katmanlı bir yapısı olduğunu anladım. Dolayısıyla aslında hiç bunu yaşamamış bir seyirci için bütün kavramları yeniden konuşmak, çok daha derindeki bir psikolojiyi görünür kılmak gerektiği o zamanlardan beri üzerinde düşündüğüm bir şeydi. Tunç’un bu meseleyi bu şekilde yazmasının çok başarılı olduğunu düşünüyorum ben. Evet, anlatmak bir sürü insan için hayatını devam ettirebilmesi yolunda bir çözüm olabilir ama anlatmaya giden yol herkes için çok başka, çok farklı. Sadece bir umutla, böyle bir şey yaşandıysa anlatılıp yeni yolculuğuna başlaması ihtimalini diledik. Ama bunu dayatmadık. Bunu söyleyebilirim.
Meliha Hanım’a tiyatronun yardım ediyor olmasının muhteşem olduğunu düşünüyorum. Çünkü eminim ki bu toplantıdaki bütün bu bakan gözlere tiyatro çok yardım etti, yaşadığı her şeyi konuşmak için. Bence bizi buluşturan şey de o zaten. Kendi hikâyemizi, kendimizle karşılaşıp anlatma becerisi. En azından benim kendi hikâyem adına öyle. Dolayısıyla Meliha Hanım’la da böyle bir şeyi ortak yaşamış olmaktan dolayı çok keyif aldım.
Ayşe Lebriz Berkem: Biraz önce Meliha çok güzel bir şey söyledi. Susan Sontag’ın da öyle bir kitabı vardır: Başkalarının Acısına Bakmak9. Eğer başkasının acısına bakabilmeyi hayatımızda içselleştirebilmişsek -bence bu politik bir şey ve politik duruşu da getiriyor- duyarsız yaşayamıyorsunuz. Benim bir olayla ilgilenmem için o olayın benim de başıma gelmiş olması gerekmiyor. Ben başkalarının acısına da kendi acımmış gibi bakabilmeli ve kendime mesele edinebilmeliyim. Dolayısıyla bu toplumda, bu coğrafyada yaşıyorsak eğer ve bir filmle, oyunla, resimle, fotoğrafla, her tür sanatsal araç gereç ile bir şey anlatmayı tercih ettiysek o zaman başkalarının acısına da bakabilmeliyiz diye düşünüyorum. Bu ülkede yoksulluk, eğitimsizlik var. Bütün bunlar topyekûn bir mücadeleyi gerektiriyor. Sosyolojik olarak, toplumsal olarak nereye gittiğimizi sormamız ve yüzleşmemiz gerekiyor. Sanatsal olarak da bu çürümüşlüğü nasıl anlatacağımızı, hangi yolla ve araçlarla anlatacağımızı düşünmemiz gerekiyor. Bunu hatırlattığı için Meliha’ya çok teşekkür ederim. Tüm bu konuştuklarımız yalnızca istatistik değil, yüzleşilmesi gereken sayısal veriler.
Meliha Yıldız: Cinsel istismar ve ataerkillikle ilgili bu konu yeni yeni konuşulmaya, daha çok da kadınlar tarafından konuşulmaya başlandı. Tabii ki fail sayı olarak daha çok erkek ve mağdur kadın olduğu için buradan yola çıkılarak konuşuluyor ama bu sadece kadın sorunu değil ve ataerkillikle yüzleşmesi gereken sadece erkekler değil. Mesela benim videomda oradaki anne eleştirildiğinde, ben anneme söyledim ve sustu dediğimde, orada bir kadın aktivist annenin koruması gerektiğini, maddi gücü olsaydı o evden çıkabileceğini, çocuğu da oradan çıkarabileceğini söylüyor. Evet, anneler biliyor ve susuyor. Ama yalnızca mecburiyetten, koşullar yeterli gelmediği için susuyor diyemeyiz. Anne ağabeye de göz yumuyor mesela. Burada başka bir ataerkillik var.10 Bu kadar katmanı olan bir meseleye kabaca yaklaşmamak lazım.
Aynı zamanda Türkiye’de erkek mağdur çok fazla, bu yüzden bu meseleyi kadın sorunu olarak ele aldığımızda erkeklerin konuşmasının önünde bir engel oluşturuyoruz. Ben de bakışımı değiştirmeye çalışıyorum bu konuda.
Tunç Şahin: Ben tekrar teşekkür etmek istiyorum. Bu oyunla beraber ben de “tetiklenme” meselesi gibi tartışmaya açık bir kavramla ilgili çok şey öğreniyorum. Bir şeyle karşılaştığımızda üzülmek ve tetiklenmek birbirlerinden farklı şeyler. Bu farkın nasıl şekillendiğini psikolojik olarak kestiremiyorum. Bu süreçte birçok seyirciden olumlu geri dönüşler aldık. Aynı zamanda oyunu izlememiş ama konuyla ilgili mağduriyetleri olduğunu tahmin ettiğim bazı seyircilerden tetiklendikleriyle ilgili şikâyetler aldım. Çok fazla kişi ferahladığını da söyledi ama üç tane sert eleştiri aldık. Birisi oyunu hiç seyretmemiş ve mağdurların unutma hakkını elinden aldığımızı söylüyordu. Diğer iki kişi oyunu yarıda bıraktılar ve çıktıktan sonra farklı mecralar üzerinden birisi çok kızgın, diğeri beğenmediğini ifade eden iki yazı yazdılar. Meliha Hanım, sizin yazınızın yayınlandığını gördüğümde beni ferahlatan bir yanı olduğunu düşündüm. Eğer burada konuşulacaksa bu hassas mevzu, ben hassas mevzu demekten bile hoşlanmıyorum ama, bu mevzuların etrafındaki tetiklenme çemberiyle ilgili bizim sorumluluk alanımız ne sorusunu gündeme getirmek isterim. Bunu yaşamış, deneyimlemiş, seyreden insanlar olarak belki herkes için gelebilecek bir soru bu.
Zehra İpşiroğlu: Ben oyundan ya da oyunun ele aldığı meselelerin görünür olmasından rahatsız olan birinin tamamiyle yöneten ve bugünkü sistemi alkışlayan biri olduğunu düşünüyorum. Fail olan ya da fail zihniyetinde olan birisi bunu yapabilir. Meliha’yla da bu konuyu konuştuk, mağdur değil de yönetici, tam da bugünkü çizgide olan insanlar, bugünkü politikayı benimseyen, alkışlayan insanlar böyle bir rahatsızlık hissedebilir. Meliha’nın da kafasına pek yatmadı mağdurların böyle bir şey söyleyeceği. Ne dersiniz? Meliha?
Meliha Yıldız: Ben hiç tanımadığım insanların hikâyelerini dinliyorum uzun süredir, en az yüz kişi kendi özelini açmıştır şu ana kadar. Benim videoma bir kişi bile “Bu beni tetikledi, ben bundan rahatsız oldum.” demedi. Hiç böyle bir mesaj almadım. Katıldığım Katharsis programının izlenmesi üç milyona ulaşmış, orada bazı yorumlar var: “Bizim ailede böyle olmaz, bizim memlekette, bizim dinde böyle olmaz!” “Mahremiyetini açmamalıydın.” gibi şeyler söylenmiş. Bu yorumların sahipleri fail ya da fail düşüncede olan insanlar. Mağdurlardan şimdiye kadar hiç böyle bir şey gelmedi. Oyun özelinde, zaten bir mağdurun böyle bir çekincesi varsa o tiyatro sahnesine geleceğini düşünmüyorum. Ben Bakırköy’den kalktım, belirli bir süre yol giderek Enka’ya vardım, bir para ödedim. Yüzleşme için böyle bir bedele katlanmazsın, zaten o kapıya gelmezsin
“Unutma hakkı” diye bir şeyden kesinlikle bahsedilemez. Unutulma hakkı, çocukluğunda isimle, yerle çocuğun damgalanmaması için bahsedilebilecek bir şey. Onun dışında unutma hakkı diye bir şey kesinlikle yok, hatta batıda sessizlik kültürü bir suçtur, bir deyimdir, Türkçe karşılığı yok. Sessizlik bir suçtur, bu konu üzerine bir şey söylememek bir suçtur. Ben fail veya fail zihniyeti anlayışının bir sonucu olarak görüyorum bu bakışı. Dediğim gibi mağdur zaten uzak bunların anlatıldığını görmeye, yüzleşmeyi sağlayan çok az araç var. Sessizliğin bir suç olduğunu psikologlar da, bilim insanları da söylüyor. Şunu söyleyeyim Tunç Bey, işin öncüleriyiz biz, o yüzden çok şeye maruz kalacağız. Bir üç beş yıl sonra çok başka şeyler söylenecek ve bunu söyleyenler utanacak diye düşünüyorum. Çünkü “unutma hakkı” diye bir şeyden bahsetmek gerçekten suç. Çünkü bize en çok zarar veren şey unutmaya çalışmamız ya da unutmak zorunda kalmamız. Bir tarafta sürekli kanayan bir yara var, kırk yıl boyunca bir yeriniz sürekli kanıyor. Ben nasıl hayatı yaşayabilirim? Ben hep bunu unutmaya çalıştım ve dahası unutturulmaya çalışıldı. Bir taraftan hiçbir şey yokmuş gibi yaşadım. Çalıştım, evlendim, çocuk sahibi oldum. Unutmak mümkün mü? Bence bu suç, bundan bahsetmek suç ve tarih de zaman da hakkını verecek yaptığınız işlerin.
Unutma hakkı meselesine bir ekleme daha yapmak isterim. Bir gün önce internetten yine bir kadın yazdı bana. Biz onunla birlikte geldik Canavar oyununu izlemeye. O benim kadar açmadı hikâyesini dışarıya ama oyun bizim yakınlaşmamıza vesile oldu. Biz sonrasında gece geç saatte devam ettik oturmaya, konuşmaya. Oyun, anlatamadığı başka şeyleri anlatmasına yardımcı oldu, benim için de öyle oldu. Ben on yıl terapi desteği aldım, dört yıldır da bu iş üzerine bu kadar kafa yoruyorum. Benim de çok kafamı açtı. Gerçekten çok ihtiyacımız var bunlara. Ben yüzleşmelerimi, iyileşmelerimi filmlerle yaptım. Türkiye’de de çok fazla tiyatro zaten yok. Bizde terapistler bile sorunlu. Ben üç terapist gördüm ve son terapistimdi devam edebildiğim. Alanın uzmanları da çok yetersiz. O yüzden yaptığınız şeyler gerçekten çok kıymetli. Bizim söyleyecek, ‘’ben bunu yaşadım’’ diyebileceğimiz bir şey yok elimizde. Kendi hikâyemize inanan insanlar yok. İnsanın inanması, ben bir şey söylediğimde karşımdaki duyduğu zaman olur. Benim tek başıma, bir de sekiz yaşımda ve çok da hatırlayamayacağım ve bastırdığım bir yerde yaşadıklarımın duyulmasına ihtiyacım var, ihtiyacımız var. İnsanlar duyduğu zaman ancak ben diyeceğim ki, ben bunu yaşadım, suçlu değilim ve ben iyileşebildim ve bir tek benim başıma gelmemiş. Ancak gerçekten duyulduğunda böyle konuşabileceğim. Gerçekten oyun çok kıymetli. Ben İngiliz aktivist arkadaşlarla konuşuyorum, biri tiyatro oyuncusu, aynı zamanda bebekliğinden itibaren istismara maruz kalmış birisi. Bizim şu an yaptığımız şeyi 40 yıl önce yapmaya başlamış onlar. Biz 2024’te bunu yapıyoruz ve bir de unutma hakkından bahsediliyor. Çok konuştum, öfkelendim, hiç böyle olacağını düşünmüyordum.
Zehra İpşiroğlu: Söylediklerin çok değerli.
Meliha Yıldız: Sessizlik kültürünün bir sonucudur bu Tunç Bey. Sessizlik bir suç değilmiş gibi, “bilmiyorum” deme insanları suçlu olmaktan kurtarıyormuş gibi ama böyle bakmamak lazım. Benim annem hala “bilmiyorum” diyor, bir sürü şahitliğim var, kız kardeşimin şahitliği var, annem hala “bilmiyorum” diyor. Şimdi ne diyeceğiz, aklayacak mıyız annemi, suçsuz mu olacak? Avrupa Topluluğu beş çocuktan birinin, sadece nitelikli cinsel istismar düzeyinde değil, her türlü istismara uğradığını söylüyor. Burada altı kadın var, on sekiz yaşından önce cinsel tacize veya istismara uğramayan var mı? Bizde bu rakam çok daha büyük. Herkesin “hayatta kalan” denilecek düzeyde hayatını etkilememiş olabilir ama hepimizin kadınlığını, kimliğini etkiledi bu taciz ve istismarlar. Bu kadar ağır bir sorun bu. Ben, eşim, çocuğum etkileniyoruz bundan, bir aileyi etkiliyorum ben. Bir iş yerinde iş ortamını etkiliyorum. Bizim öfkemiz, bu travmalarımız hayatın her yerinde. Çok ciddi bir sorun için bir tiyatro kalkıp oyun yapmış ve burada da unutma hakkından mı bahsediliyor?
Tunç Şahin: Çok teşekkür ederim, söylediğiniz her şeye katılıyorum. Bunu yazan kişiler failler mi çok emin değilim, faillik gibi şahit olmak diye de bir şey var, şahitlik. Canavar’da aslında sonunda bir parmak çıkıyor, o kime sallandığı belli olmayan parmak eniştenin parmağı mı yoksa halanın sallayan parmağı mı bilmiyoruz. Şahit olduğun an itibariyle dâhil olman gerekiyor ya, işte o zaman suça dönüşüyor konuşup konuşmamak.
Meliha Yıldız: Benim içimde yara olan ve feminist kadınlardan gelen bir yorum var: “Meşhur olmak için yapıyor” dediler….Sizlerin genelinde cinsel istismarla ilgili, “Biz bu konuyu istismar ediyor muyuz, mağduru yeniden istismar ediyor muyuz” sorgusunu görmek ise çok güzel. Hatalarımız olacak, ben de yapıyorum. Hatta öyle konuşmamam, onu anlatmamam lazımmış diyorum ama önümde örnek olmadığı için yanlış yapıyorum. Yolda düzülüyor kervan. Bunları düzeltiriz ya da döneriz hata yaptık deriz. Bence anlatın, o kadar çok ihtiyacımız var ki! İnanın yaptığım inanılmaz bir şey gibi geliyor insanlara. “Kahraman” diyorlar. O mesaj kutuma düşen mesajlar sizinkine de düşseydi başka türlü davranamazdınız. Gerçekten bana güç veren ne hikâyeler, ne acılar ve ne mücadeleler var. Son olarak şunu söyleyeyim: Tabii ki hepinizin ayrı ayrı çalışmaları var. Batıda ne yapılıyor, bu konuda yüzleşmesini yapan toplumlar ne yapıyor tiyatroyla ilgili diye incelediğimde, gördüklerimden çok heyecanlandım. Niye bilmiyorum, neden hayatta kalanların hikâyelerini anlattığı bu tarz çalışmalar yapılmış? Belki de görünür olmak ya da olmamakla bağı vardır. Hatta tiyatro, travmaları iyileştirmek için yapılmış ve bunlar sırf bundan dolayı fonlanıyorlar. Bu konuda da çok gerideyiz: travma iyileştirmek için yapılan tiyatro çalışmaları. Bu biraz psikoterapi, sosyal destek, drama çalışmaları dışında farklı bir tür. Sahnede, hem toplum hem de oradaki travma mağdurları için travma iyileştirmeye çalışmak. Olabilir mi diye düşündüm. Böyle de bir çalışma olasılığı düşüncesini atayım ortaya. Sizin 2018’de attığınız çentiği bugün izleyebilmiş olmamıza benzer bir süreç oluşur belki.
Nihal Kuyumcu: Ben çok kısa bir şeyler söyleyeyim. Baştan sona büyük bir ilgiyle izledim, çok teşekkür ederim, Tijen bana haber verdi ama ne yazık ki Canavar oyununu izlemediğim için çok fazla karışmak istemedim. Ama sizleri dinlerken, Ayşe Lebriz’in pandemi döneminde izlediğim oyununu hatırladım. Çok etkilemişti beni, özellikle o çocukların hikâyesi. “Başkasının acısına bakmak” diye bir cümle kuruldu, başkasının her türlü acısına bakabiliyoruz ama bu acıya bakamadığımızı ben Ayşe Lebriz’in oyununu izlediğimde fark etmiştim. Yani sanki o çocukların yaşadıklarını yaşadım, yaşadıklarını gördüm ve düşünün ki bir küçük çocuk böyle bir dünyada… Öyle bir konu ki bu, bir sürü şeyi bir anda söyleyebilirim. Çocuğu güçlendirmek diyoruz, kime karşı? En yakınlarına karşı belki de. Ama düşünün ki küçücük bir çocuk böyle bir çalışma içinde ve böyle bir korku içinde nasıl bakacak, nasıl güvende hissedecek kendini ki en önemli şey güvende olma isteğidir bir insanın yaşamı için. Biz yetişkinler çocukları güçlendirelim diyeceğiz ve bunu yapmak zorundayız. Ne kadar korkunç bir dünya. Yine Zehra Hanım’ın söylediği, ataerkil yapılanmanın güçlenmesine geliyor konu, hepsi birbirine bağlı şeyler. Biraz zamana ihtiyaç var. Hepinizi dinledim, çok keyifle diyemiyorum, keyifli konular değildi ama donandığımı hissettim. Çok teşekkür ederim.
Tijen Savaşkan: Ben de TEB Oyun Dergisi adına hepinize çok teşekkür ediyorum. Bu çalışmayı, büyük olasılıkla başka şekillerde de devam ettireceğiz gibi görünüyor. Bu bir giriş oldu. Ben de bunun ucunu pek bırakmak istemiyorum. Bir dosya konusu yaparak ya da başka bir şekilde değerlendireceğimizi düşünüyorum. Desteğinizden dolayı hepinize çok çok teşekkür ediyorum. İyi ki katıldınız. Ben de çok şey öğrendim, çok farklı düşünmeye başladım. Yani bilgim var sanıyordum ama burada çok farklı oldu. Sonuçta bizim alanımız, işimiz sanat/ tiyatro. Sanatın diliyle bu konunun nasıl anlatılabildiğine de değindik ki bu da oldukça hassas bir konu. Çok teşekkürler Tunç Bey bize katıldığınız için. Canavar oyununu gördüğümden beri ben de bu girişimi çok takdir ettim. Tabii ki hemen dergi olarak gündeme aldık, hatta sizinle Bir Oyun Üç Bakış adında bir bölümümüz için YouTube projesi yapma düşüncemiz de var. Ekiple bir konuşma, arkasından bir eleştiri yazısı ve seyirci yorumlarını paylaşıyoruz bu çalışmamızda. O teklif bizden size gelecekti ki Zehra hoca daha önce davrandı. Bakalım, onu da yapabilirsek mutlu olacağım. Tekrar görüşmek üzere diyorum, hoşçakalın.
Zehra İpşiroğlu: Buluşmamız dolu dolu geçti. Çok güzel bir dosya yapacağız. Lütfen iletişimde kalalım, dayanışma içinde kalalım. Karşılıklı düşünce ve duygu alışverişi çok önemli. Herkese çok teşekkür ediyorum.
Dipnotlar:
- Zehra İpşiroğlu’nun Babalar, Amcalar ve Diğerleri oyunu 2022 yılında Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından basılan Kadın Oyunları kitabında yer almıştır. Oyun üç kadın karakter üzerinden aile içi cinsel istismar konusunu merkezine alır. Meliha Yıldız’ın oyunla ilgili yazdığı yazıya ulaşmak için: https://artigercek.com/forum/babalar-amcalar-ve-digerleri-282236h#google_vignette
↩︎ - Zehra İpşiroğlu’nun Hatırlayamadıklarımız isimli romanı 2023 yılında Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından basılmıştır. ↩︎
- Ayfer Tunç’un Fehime öyküsü 2003 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Taş-Kâğıt-Makas isimli kitabında yer almıştır. ↩︎
- Bahsi geçen hikâye Duygu Asena’nın Kahramanlar Hep Erkek isimli kitabında yer almıştır. Kitap ilk kez 1992 yılında Milliyet Yayınları tarafından yayınlanmıştır. ↩︎
- “Güvenilmez anlatıcı” kavramı Wayne C. Booth tarafından ileri sürülen anlatıbilim kavramlarından biridir. Buradaki “güvenilmezlik” anlatıdaki karakterin her söylediğinin doğru olmayabildiği, sorgulanmaya açık olduğu bir anlatı tekniğine referans verir. ↩︎
- Meliha Yıldız’ın Kutsal Tecrit kitabı 2021 yılında Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından basılmıştır. ↩︎
- “Hayatta kalanlar” kavramı hayatının bir döneminde cinsel şiddetin herhangi bir biçimine maruz bırakılmış olanlar için kullanılmaktadır. İngilizce “survivor” kelimesinden gelmektedir. Cinsel şiddete maruz bırakılmış bireyler için “mağdur” ya da “kurban” yerine daha güçlendirici olan “hayatta kalan” kelimesinin kullanılması tercih edilir. Kaynak: https://www.sivilsayfalar.org/sozluk/hayatta-kalan/ ↩︎
- Wendy Maltz ve Beverly Holman tarafından yazılan Suçlu Sen Değilsin kitabı 1997 yılında Kuraldışı Yayınevi tarafından basılmıştır. ↩︎
- Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak kitabı 2003 yılında Can Yayınları tarafından basılmıştır. ↩︎
- Meliha Yıldız’ın söz ettiği kavram toplumsal cinsiyet çalışmalarında “ataerkil pazarlık” olarak tanımlanmaktadır. Daha fazla bilgi için: https://feministbellek.org/ataerkil-pazarlik/ ↩︎
Bu buluşma TEB Oyun Dergisi ev sahipliğinde “Tabu” ve Tiyatro dosyası kapsamında “Ataerkillik Buzdağının Görünmeyen Yüzü: Çocuk İstismarı” başlığıyla düzenlenmiştir. Tüm katılımcılara ve moderatörümüz sevgili Zehra İpşiroğlu’na teşekkür ederiz.