Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nun (DİHT) Deneysel Çabaları
HÜSEYİN ERDEM
1968’den 1971’e değin DİHT, oyunlar: Köprü, Grev, Gecekondu, Amerika
1990’lı yılların ortalarında, bir rastlantı sonucu İstanbul’da bulunduğum günlerden birinde, o zamanlar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’nde ders vermekte olan dostum Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu, beni öğrencileriyle tiyatro üzerine bir sohbet için dersine çağırdı. Üniversite’nin koridorlarından geçip dershaneye ulaşmak inanılmaz bir serüvendi. Arada bir uzun bir koridorda demir parmaklıklı kapılar açılıyor, bir başka koridora giriliyordu. Kaç kapı açıldı yine kilitlendi, sonra yeni bir kapı açıldı yine kilitlendi bilmiyorum. Tutukevinde bir dostunu ziyarete giden görüşmeciler gibi, ya da görüşmecisinin karşısına çıkmak için heyecan içinde ilerleyen bir yargılı gibi yüreğim pır pır ilerliyorduk.
Sonunda dershaneye vardık, gencecik, işlerini seven, öğrenimlerinin bilincinde, arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle dostluk ilişkisi içinde bir sevgi ve bilgi paylaşımı yaşayan güzel inasanlar arasındaydım. Azra Erhat ile birlikte Antik Yunan’da bir tiyatro topluluğu içinde miydim, Berliner Ensemble’da, elyazısı hâlâ bende olan dostum Reimund Heiner Müller’in bir sohbetinde miydim, Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nun bir oyuna hazırlık tartışmasında mıydım bilmiyorum. Hangisi olursa olsun yaratıcı bir ortamı yaşayanlar arasındaydım. Konumuz Türkiye’de sokak tiyatrosu deneyi üzerine bir sohbet idi.
Beni yolum nasıl götürdü bilmiyorum, bugün yaşadığım için onur duyduğum o güzel savaşıma? Okulların, üniversitenin yanı sıra, aldığım yaşam ve kültür eğitimi, ellili ve altmışlı yıllarda yaşadıklarım, gördüklerim, okuduklarım, tanıdığım olağanüstü insanlar, dostlarla, arkadaşlarla birlikte, edindiğim bilgilerle vardığım yerde buluştuk o yurdumuzun yüz akı insanlarıyla… 1968’ de bir anda yoğun bir iş ve dostluk ilişkisi içinde bulduk birbirimizi.
Devrim İçin Hareket Tiyatrosu (DİHT) ile de böyle kesişti yollarımız.
1968’de İstanbul Üniversitesi işgal edildi, biz öğrenciler demokratik hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesi için uğraş veriyorduk. Solun çeşitli görüşlerinde gençler, hepimiz bir aradayız. Bilinen herkes tartışmalara dalmış, bir şeyler konuşurken, birden davul çalmaya başladı. Bütün öğrenciler odalardan fırlayıp merkez binada iç balkonlardan yer katına, avluya bakmaya başladılar. İçlerindeki oyuncular da sahnedeki arkadaşlarının yanına koştular.
Tarihi Merkez Bina’nın avlusunda, çepeçevre üç katta seyredenler, eski bir tiyatronun dopdolu localarından sarkıyor, mermer korkuluklardan neredeyse düşecekmiş gibi izliyorlar. Yer katında, ortada Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nun oyuncuları hem tek tek hem bir beden gibi birlikte coşkulu bir sel… Oyuncular yitirmiş gibi kendilerini kaptırmışlar oyuna. İzleyenler de aynı, alkışları, sloganları ile anlatılanların bir parçası gibi. Topluluk yalnızca bir yöne değil, her esnekliğe, doğaçlamaya hazır, ezberinde her derde deva mısralar, türküler. Çatı sağlam, temel derinde, bir fısıltı yeter yeniliği eklemeye, dört yana yüzünü çevirebilen, yer katına, üst katlara yönelip bakabilen bir sahne hakimiyeti. Ses koca taş binada, duvarlarda yankılanıyor.
“Hey gidi deli gönlüm hey
Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm.
Ya istiklal ya ölüm”
GECEKONDU
Örnektepe’de yıkım var, gecekonduları yıkıyorlar. Sokak oyunu, yer yer yıkılmış gecekondular önünde sunuluyor. Başları üzerinde bir dam, sofralarında bir lokma ekmek için didinen insanlar orada. Yaşananlar, verilen savaşım daha önce yapılan alan araştırması sonucunda oyuna yerleştirilmiş, oyunda sahnelenenler oradakilerin savaşımına daha ileri bir düzeyde giriyor. Bu alışveriş birbiriyle örülü sanki, gecekondusu önünde kazmasıyla buldozerin önünde duran ana sanki oyunun bir parçası.
Tapusuz arsaları yoksul insanlara satanlar, gecekondu yapan insanlara pahalı yapı malzemeleri satan, onları borçlandıran soyguncular, doğal olarak gecekondu yıkımını destekliyorlar. Arsaları yeniden satacaklardı çünkü… “Polis geliyor” diye bağırıldı ama biz oyunumuza devam ettik. Gecekondusu yıkılacak olanlar bizimleydi, onlar da sanki oynuyorlardı, arada söyledikleri sözler tamamlayıcıydı ya da biz direniyorduk onlarla. Bizler doğaçlama, ya tekrarlayarak ya da söylenenleri düzelterek, onlara yeni sözler ekleyerek sürdürüyorduk oyunu. Birden yere çöktüğümüz bir anda arkamızdan tekmelerle bize saldırdı bazı soyguncular… Kendimizi korumaya çalışarak döndük onlara doğru, “gecekondularımızı yıktırmayız sizlere” diyerek direndik. Adamlar bize tekmelerle girişmeye devam ettiler. Benim sesimle:
“Bitmez yollar bitmez derdim oy oy oy
Onlar adam biz oyuncak oy oy oy”
(Şiir Süreyya Berfe, Veli Gürcan’ın verdiği bir Isparta Senirkent ezgisiyle…)
Önce oyun sanılan bu durum izleyenler tarafından anlaşıldı, sunulanın kendi yaşadıkları olduğu görüldü. Bu kez saldıranlarla aramıza gecekondusu yıkılanlar girdi ve kendilerine bu arsaları satanların gerçek yüzünü gördüler. Ve izleyenler de bizim gibi direndiler. Böylece oyun ve gerçek, izleyici ve oyuncular birbiriyle kaynaştı. Arkadan gafil avlanan Oya, Rana, Faruk, Sadık, Işıl ve ben en cılızları ve küçükleriydik. Hüseyin, Veli, Sabahattin, Ali ve Doğan bizlerden daha iri ve güçlüydüler, Ali davula tokmağı vurdu ve bir söz korosuyla saldırganlara yöneldiler… Sözün gücü, sanat silahıyla savaşa girmek nedir yaşanıyordu. Bizler sözü söze bağlayıp sürdürdük ve oyunumuza devam ettik.
Yıkıma uğrayan gecekondusunu kurtarmak isteyen, haykırdığı gerçekle oyuna giriyor, oyunda söylenen onların savaşımına güç veriyor. Hemen oyunun ardından vilayete yürüyüş doğal bir sonuçtu. (Hüseyin Erdem, Umut Tür- küsü, Cilt 18, sayı 211, Aralık 1969 Yeni Ufuklar, s. 46 – 48)
GREV
Bir halamın oğlu Magirus’ta işçi, özel bir üniversitede mühendislik okuyordu. İşgalde gelip büyük anfide bir konuşma da yaptı. Daha sonra bizi Magirus grevinde sevgiyle karşıladı. DİHT Magirus Grevi’nde büyük bir coşkuyla karşılandı. Daha minibüsten inerken bir halaya girdi oyuncular. Sonra oyun…
Haymak fabrikası işçileri daha sendikalı değillerdi. Orada sendika çalışmaları çerçevesinde oynayabilmek için araştırma yapmaya gittik önce. İşçilerin özel sorunları, fabrikada çalışma koşulları, yaşadıkları evler, geçim sıkıntıları, geldikleri yöreler, neler okudukları, hangi gazeteleri izledikleri, merak ettikleri, politik eğilimleri, inançları ve akla gelen her konuda sorular göz önünde bulundurularak, çatısına uygun katkılarla oyun geliştirildi. Demirel Ailesi’nin de ortak olduğu Haymak Fabrikası’nda kapalı salonda sunulan gösteri büyük bir başarı sağladı. İşçiler oyunda da önemli bir yer tutan sendikaya girme sorununu kavradılar ve oyundan sonra sendikaya girme yığınsal olarak gerçekleşti.
“Sen yap, sen çak, sen tak
Onlar semiz, onlar temiz
O patron, o bey, o ağa
Sen yap, sen çak, sen tak
Yeter be, yeter be, yeter be
Yeter”
Haymak işçileri toplu olarak sendikalı oldular. Demirel Ailesi ile ortak olan bir akrabamız yıllarca benimle konuşmadı.
EMEKÇİLERLE BULUŞMALAR, SANATÇILARIN, HOCALARIN DESTEKLERİ, OYUNLAR OYUNLAR…
Kartal İşçi Birliği bizi davet etmişti bir salon gösterisine. Onları tanıyorduk zaten. Her gittiğimizde koşullara göre bambaşka oynuyorduk. Orada birçok arkadaşımız da bulunuyordu. Arkadaşlarımız her yerde, bütün eylemlerde vardılar ve orada seminerler de veriyor, çalışmalar yürütüyorlardı. Oyun biraz da 15 -16 Haziran yürüyüşüne göre kurgulanmıştı.
15- 16 Haziran 1970 eylemlerinde Haymak işçileri, Kartal İşçi Birliği’nde örgütlü işçiler büyük bir coşkuyla yer aldılar. Onları yürüyüşte görmek, birlikte marşlar söylemek bizler için çok etkileyiciydi.
Genç Sinema Dergisi unutulmamalıdır. Oradaki arkadaşlar belgesel filmler yaparlardı. DİHT’ten bir iki film görüntüsü kalmışsa bunu Ahmet Soner’e borçluyuz.
Bir akşam Prof. Dr. İdris Küçükömer de geldi. Gösteriden sonra İdris Hoca “elinizden geliyorsa tiyatronuzu her yere götürün, oyunlar her yerde gösterilsin, burada anlatılanlar yurttaşlık bilgisi olarak öğrenilmeli,” dedi.
1969’da Zap Suyu’na köprü yapmaya giden Kuzgun Acar kimya hocamızın kızı, ikinci eşi Bige Berker ile birlikteydi. Sonraki yıllarda Galata Kulesi’ndeki lokantayı işletiyordu Kuzgun Acar. Deniz Türkali şarkı söylerdi orada. Zaman zaman oraya gider sorunları, güzellikleri paylaşır, yeni adımlara karar verirdik.
Bir oyunda söylediğim bir başka türkü:
“Kalenin ardında ekerler darı
Ekerler biçerler ederler karı
Elimden aldırdım nazlı yari
Yar bana yaralar açtı neyleyim
Yolum bir yolsuza düştü neyleyim”
NEREDE EMEK SAVUNULUYORSA ORADA DİHT VARDI
Kâğıthane’de temizlik işçileri için bir oyun oynanmalıydı.
Önce her zamanki gibi mahallede temizlik işçilerinin ailelerini ziyaret ettik, sorunlarını, dertlerini, ne istediklerini öğrenmeye çalıştık. Üniversite gençleri olarak kendilerine ne gibi yardımlarda bulunabileceğimizi sorduk. Sonra oyunumuzu sergileyeceğimiz kahvehaneyi gördük. Bir tiyatro topluluğu ile geleceğimizi söyledik, çok sevindiler. Kahveyi tuttular, gün belirlendi. Oyun üzerinde çalışmalar başladı, gideceğimiz yere, sunacağımız kişilere, onların isteklerine, gerçeklerine göre, vermeleri gereken savaşıma uygun katkılar yapıldı, artık hazırdık. Darda kaldığımızda anında değiştirebileceğimiz, kurguyu bile yönlendirebileceğimiz bütün birikim elimizdeydi. Bizimle birlikte oyunlarımızı her an yeniden seyrediyor gibi bizi izleyen arkadaşlarımız da olurdu. Minibüsten inip aksesuarları, maskları kahvehaneye taşırken insanlar oldukça heyecanlıydı. Onlar bizi, sonradan gelecek asıl tiyatroculara hizmet eden yardımcılar sanıyormuş meğer. Nerede kaldılar diye sorup duruyorlardı bazıları. Bir dansöz, bir iki şarkıcı, belki bir iki komedyen… İçlerinde heyecanla bekleye dursunlar, biz son hazırlıklarımızı yapıp oyuna hazır duruma geldik. Bir gözleri bizde, bir gözleri kapıda beklerken Ali Özgentürk davulu çalmaya başladı, selam verildi, selam alındı, oyun başladı. Ne onlar nefes alabildiler ne de bizler nefes alabiliyorduk. Bir çağlayan gibi akıyor, hiçbir kurşunu boşa gitmeyen bir makinalı tüfek gibi onları anlatıyor, onları yaşıyorduk… Onlar oyuna karışıyor, replikleri tekrarlıyor, türkülere katılmaya çalışıyorlardı….
“Bu oyun burada biter gerisi evinizde, iş yerinizde, sokakta, yaşamınızda sürer gider…”
Bizi bırakmak istemiyorlar. Birazdan polis basar diye bir yandan aksesuarlarımızı minibüse yüklüyor, toparlanıyoruz, öte yandan işçilerle konuşuyor, onlarla çay içiyoruz. “Bir daha gelin” diyorlar, “bir daha… görmeyen arkadaşlarımız, ailelerimiz de görsünler.” “Demek gerçek tiyatro buymuş, nasıl bildiniz bizim hayatımızı, ne istediğimizi” diyor, bizlere sarılıyor, “kardeşlerimiz” diyor öpüyorlar…
Azra Erhat, Azra İnal, Leyla Özbay, Türkan Saylan, Dr. Özden Murtazaoğlu, Güngör Dilmen, Samih Rifat, Müntekim Ökmen oyunumuzu izlemeye geldiler bir pazartesi akşamı. Salon oyunları pazartesi günleri de olurdu. Oyun Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde düzenlenen Pazartesi Akşamları’na rastlardı. Pazartesi akşamlarına katılanlar sırayla gelip oyunları izlediler. Oyunlar boyunca ben eğer suaremiz yoksa dokuzdan sonra giderdim o toplantılara.
Le Nouvel Observateur adlı Fransız dergisi DİHT üzerine bir yazı istemişti. Bu yazının Fransızca’ya çevrilmesi isteniyordu. Sabahattin Eyüboğlu ile konuştum, Müntekim Ökmen de destekledi ve Azra Erhat yardımcı olacağını söyledi. Ama bizler de sürüp giden oyunlardan, provalardan başımızı alıp bir yazıyı hazırlayamadık bu iş için.
DİHT ve oyunları emekçiler ve aydınlar arasında tartışma konusuydu. Emekçilerin sömürüye karşı haklarını elde etme, halkın demokratik hak ve özgürlüklere kavuşma savaşımında tiyatro aracılığıyla yürütülen bu “aydınlanma devinimi” her yere ışık saçıyordu.
İstanbul Tenkik Üniversitesi’nde Taşkışla’da da provalarımız olurdu. Akşam geç saatlere kadar. Harun Karadeniz yardımcı olur, oda bulmamızı sağlardı. Doğan Kuban ve Sabahattin Eyüboğlu orada sanat tarihi dersleri verirlerdi. O derslerde gösterilen diaları Sabahattin Eyüboğlu ile sıraya dizmekten, göstermekten onur duyardım. Provalarımız nedeniyle o dersleri sık sık kaçırırdım. Onlar da idare ile konuşurlar ve oda bulmamız için Harun Karadeniz’i des- teklerlerdi.
DİHT’e girmek isteyen çok kişi vardı. Prof. Dr. Bahadır Alkım’ın kızı arkadaşım Ayşe Bilge Alkım (sonradan Dicleli) gelip izlemişti provalarımızı. O da oynamak istiyordu tiyatromuzda.
Teknik Üniversite’de ve Konservatuar’da okuyan arkadaşım Sümeyra (Çakır) geldi bir kez. O da tiyatroda çalışmak istiyordu. Sümeyra ile sonrasında Ruhi Su’ya gittik ve o müzik çalışmalarını Ruhi Su ile sürdürmeye başladı.
Bazen provalarımızı, yer bulamadığımız zamanlarda Levent’te boğaz sırtlarında, açık havada yapardık, sokak tiyatrosuyduk sonuçta. Boğazın lacivert sularını seyreder, nefesimizi kesen rüzgara karşı sesimizi duyurmaya, sesimize anlam vermeye çalışırdık. Minibüste aksesuarlarımız da vardı. Onları nasıl kullanacağımızı düşünür denerdik. Çevreyi rahatsız ederiz korkumuz yoktu orada ama polis baskını olur diye iyi bir yer seçer, önlemler alırdık. Sesimizi gerektiği gibi ve istediğimiz kadar yükseltir, çalışırdık. Kimi zaman üşür, açlıktan susuzluktan yorgun düşerdik, sıcak bir şeyler içmek isterdik. Ama yine de hiçbir şey umurumuzda olmazdı.
Oyunlarımıza Aşık Nesimi Çimen, Ressam Balaban, Şener Şen, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Meray Ülgen, Ahmet Yürür, Süleyman Üstün de katılırlardı. Onlar TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) salonunda ya da sokak oyunlarımızda bizimle birlikte olur güç verirlerdi bize. İşçilere, her biri kendi alanında ya türkü ya şiir okur, eğitici fıkralar anlatır, Meray Ülgen pandomim yapardı. Bazen de sosyalizm ile ilgili kavramları açıklarlardı. Süleyman Üstün’ün anlattığı “artı değer” konusu unutulmazdı.
Toprak işgallerinde, üniversite boykotlarında, fabrikalarda, mitinglerde, köprü yapımında, grevlerde, gecekondu yıkımlarında, Kültür Sarayı’nın açılışında, nerede emek savunuluyorsa orada vardı DİHT.
Ne yazık, tiyatro bölündü (1969). Devrim İçin Hareket Tiyatrosu (DİHT) kaldı, Mehmet Ulusoy yeni bir tiyatro kurdu: İşçinin Tiyatrosu. Ulusoy tarafından kurulan bu tiyatro da canlandı. Onlar, içinde soba yanan bir salonda tiyatro yapıyorlardı. Sokak oyunları da vardı, sık sık gider izler, oyun sonunda soba başında sohbet ederdik Mehmet Ulusoy ve öteki arkadaşlarla. Bertan Onaran’ın evinde tanıdığım Dursun Ali Sarıoğlu, Yeni Ufuklar Dergisi’ne de yazan Hüsnü Dilli de oynarlardı o tiyatroda.
Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol tarafından Cadı Kazanı (The Crucible 1953) adıyla çevrilen Arthur Miller’in tiyatro eseri, ikinci kez 27 Kasım 1970’te yapımı biten İstanbul Kültür Sarayı’nda Devlet Tiyatrosu’nca sahnelendi. Çoğumuz oradaydık. İlk gösteride çıkan yangın sonucu bina maalesef 1978’e kadar kapalı kaldı.
1971 Cuntası’yla birlikte tiyatromuz kapandı.
Ali Özgentürk’ün ya da Mehmet Ulusoy’un davulu yeniden çalmasını bekleyerek geçti yıllar. Bu yorucu ama yaratıcı süreci, işe yarayan tiyatro aşkını yaşamak yakasını bırakmıyor insanın.
1968’de Mehmet Ulusoy, Ali Özgentürk, Işıl Özgentürk (Türkben), Sadık Karamustafa, Doğan Soyumer, Sabahattin Şenyüz, Veli Gürcan TÖS salonunda ilk adımı attılar. Üç yıl sürdü bu süreç. Sermet Çağan’ın katkıları da unutulmamalıdır.
Hem Devrim İçin Hareket Tiyatrosu hem de İşçinin Tiyatrosu, Mehmet Ulusoy ve Ali Özgentürk yönetiminde ülkenin tüm ilericilerini, konuyla ilgili aydınlarını kazanarak büyük hizmet verdiler. Bir okul oluşturuldu. Diğer yandan az da olsa basın organlarında DİHT hakkında yazılar yayımlanıyordu.
Bir gün Osman Saffet Arolat’ın Dolmabahçe’de Setüstü’ndeki tek katlı çok güzel evinde toplandık. Hepimiz sorulu cevaplı bir tartışmayla DİHT’i anlamaya, anlatmaya çalıştık. Nasıl bir geçmişten nasıl bir geleceğe gidiyoruz? Yurdumuzda daha yapılmamış olan tiyatroyu nasıl yaratabiliriz? Biz 1968’de devrimci sınıfların savaşımını ileri götürecek devrimci tiyatro olma yolunda yürüyoruz. (Ant Haftalık Dergi sayı 150, 1969 İstanbul “Sanatımız Ancak Devrimci Sınıflar İçindir”)
SOKAKTAN ÖĞRENMEK, SOKAKTA OYNAMAK AMA ASLA ESTETİKTEN, NİTELİKTEN TAVİZ VERMEMEK…
İşportacıları izlemeye giderdik, bir malı satmak için nasıl emek verdiklerini, ilgisi olmayan insanları bile çevrelerinde nasıl toplayıp onları oyaladıklarını yaşamak bizlere yeni olanaklar açardı.
Biz de devrimci düşüncemizle sömürüye karşı nasıl savaşabiliriz diye düşünür yollar bulmaya çalışırdık. Tiyatroların salonlardaki oyunları bize yavan gelirdi bu coşku içinde sürdürdüğümüz koşuda. Okuyup izlediğimiz, yazarını, oyuncularını, çevirmenlerini tanıdığımız, dostlarımızın sunduklarının ötesinde bir adım atmalıydık.
Bizi yalnızca ajitprop tiyatro, slogancı sanat yapıyorlar diye suçlayamayacakları, sahnenin olanaklarından yoksun olmasına rağmen üst düzeyde bir estetiğe varmış bir oyun olmalıydı bizim oyunumuz.
Bu oyunlarımız sahnede o yüzden dev gibi büyürdü, sahne ışıklarına ışık katardı. Söz korolarımız ve mizansenleri tek beden gibiydi, tek bedenin hareketleriydik sanki tümümüz, her birimiz.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” gibi.
Koro ve solo birlikteliği bir ağacın dallarından biri gibiydi, yine ağacına gömülürdü kişi ya da ağaç, ormanına… bu açılıp kapanmalar, birbirlerine dayanmış, kopmaz birey toplum bağı… “Bir yar sever el alır…”
Bir toplumun tümüydük, birlikte hareket ederdik, rüzgarda salınan başaklar gibi.. Bir halk dansının bir iki dakikalık motifleri ruh katardı bu tek parça bedene, ayrı ayrı bedenlere.
Yerine oturmuş bir türkü, solo da söylense tümümüzün anlatımıydı. Sahnede beyaz bir perdenin ardında ışık ve renk cümbüşü inanılmaz bir derinlik katardı anlatımımıza. Kavgasını ve sanatını sokağa götüren tiyatro buydu… Sahnenin bütün olanakları yok olur, biz bir iki aksesuar ve maskla kalırdık. Ama yüreğimizle, bilincimizle, dostluğumuzla, kendimiz vardık… Aşkla oynayan topluluğun, kişilerin bu aşkı ulaşırdı izleyenlerimize. “Aşk gelince tüm eksikler biter…”
Ant Dergisi’ndeki yazıların çoğu Osman Saffet Arolat tarafından yazılırdı ya da bizimle yaptığı söyleşilerdi. Ben de adım geçmeyen bir yazı götürmüştüm Ant’a…
İçinde yaşanılan koşulların nedenleri nedir, nasıl değiştirilebilir bunlar? Emeği sömürülenlerin bunun bilincine varması, örgütlenmesi, savaşması ile çözüm yollarına varılabilir gerçeğini yüksek düzeyde bir estetikle anlatabilmenin tiyatrosu olmayı amaçlardı DİHT.
DİHT kapandıktan sonra aynı yöntemlerle çalışan İGD Tiyatrosu’nu kurduk gencecik arkadaşlarımla. İki oyun hazırladım, üzerinde elbirliği, yürek birliği ve bilinç birliği ile çalışarak. Bu kez davulu ben çaldım. Nâzım Hikmet’in Ellerinize ve Yalana Dair şiirinden yola çıkarak. Bu oyunun afişini Sevgili Orhan Taylan yaptı.
İkinci oyun, yurt dışına çıkmak zorunda kaldığım için sahneleyemediğim Işığı Taşıyanlar’dı. Bulamıyorum, kayıp oyunların, yaptığım gecelerin birçoğunun da senaryoları yok elimde, kimde varsa iletsin bana lütfen…
Cüneyt Türel DİHTin çalışmalarına büyük bir değer biçerdi. Sonradan programını yazıp sunduğum gecelerde İGD Tiyatrosu ile birlikte yer alan, şiir okuyan Cüneyt Türel ile ara sıra konuşurduk. İGD Tiyatrosu’nun benzer yolda ilerlemesini dilerdi.
* Daha ayrıntılı bilgi için Sözcükler Dergisi sayı 73 ve sayı 74’e bakılabilir.
TEB Oyun Dergisi’nin 43. sayının tamamına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Bu yazıyı yer işaretlerinize eklemek ister misiniz?