Hayallerini Satanları Acı Gerçeklerle Yüzleştiren Hayal Satıcısı
Zehra İpşiroğlu’nun değerli kaleminden, Berfin Zenderlioğlu’nun incelikli yönetmenliğinden ve Berna Laçin’in usta oyunculuğundan çıkan bir eser Hayal Satıcısı. Bir kadının bedeninde, ruhunda ve zihninde hayalin, gerçeğin ve bunlarla yüzleşerek farkına varmanın dönüşümünü, küllerinden yeniden doğmanın gücünü anlatıyor. Biraz acı bir dönüşüm bu, içimize işleyerek derinden sarsıyor bizi. Seyirci koltuğunda oturup bu hikâyeye ortak olmaya gelmiş erkek ya da kadın kim varsa, herkese bir parça dokunuyor. Sadece dokunmakla kalmıyor, içinde bulunduğumuz ülkede, yetiştiğimiz toplumda birtakım normların gün yüzüne çıkmamış halini, kimi zaman hiç dile getirilmemiş taraflarını açığa çıkarıyor. Aynı zamanda herkesin dilinde olan, sürekli konuşulan cinsiyet eşitsizliğinin nasıl normalleştirildiğini gözler önüne seriyor. Hikâyenin ana çatışması ataerkil düzenle kadınların konumu etrafında şekilleniyor.
Falcı Serpil’in hikayesi, gerçek bir yaşamdan alınmış bir mücadeleyi anlatıyor. Annesinin babası tarafından sürekli şiddet gördüğü ve sonunda öldürüldüğü bir evde büyüyen Kadife; genç, güzel ve alımlı yaşlarında, hayatının daha baharındayken sadece eve para kazandırmak için hiç tanımadığı bir erkekle evlendirilmiş. Babası “iyi paraya sattığı” kızını her zaman en akıllı kızı olarak nitelemiş çünkü toplum tarafından belirlenen normlara en uygun şekilde davranan kızı olmuş Kadife. Gelin olduğu günden sonra ise doğduğu evin kaderini üzerinde taşımış sanki. Kocası Nuri’den sürekli dayak yiyerek, ev hapsine sokularak, etrafındaki insanlarla ilişkisi kesilip yalnızlaştırılarak, kocasının ailesi tarafından sürekli haksız görülerek yok sayılmış. Sadece bunlar da değil, aynı zamanda kocasının kendi evinde kendisini başka bir kadınla aldattığına şahit olmuş, yetmemiş bir de o kadının önünde güzellik ve beden normları çerçevesinde küçük düşürülmüş. Olayları kocasının ailesine yani görümcelerine anlattığında ise kadının kadına şiddeti hak görmesini deneyimlemiş. Erkeği yücelten ve ne yaparsa yapsın onu hakir gören o zihniyetin içinde debelenip durmuş, ta ki bu düzenin böyle gitmeyeceğinin farkına varana kadar. Kadife, kocasının kendisini aldattığı kadının önünde küçük düşürüldüğü, şiddet gördüğü gün yeniden doğmuş adeta. Fiziksel acılarından ziyade içinde hissettiği acı, kendi kimliğinin gün geçtikçe kayboluşu yeniden ayağa kaldırmış, yeniden cesaret vermiş ona ve Falcı Serpil doğmuş. Oyunun, küllerinden yeniden doğan Falcı Serpil’in kahvesinde başlıyor olması, bu yeni hayatın başlangıcına bir selam verir nitelikte.
Falcı Serpil kocası Nuri’nin polisler tarafından götürüldüğünü haber vererek geliyor sahneye. Kahvesindeki misafirlerini yani sahnenin tam karşısında oturan seyircilerini gül suyuyla karşılıyor. Onlara fal bakabilmek için Türk kahvesi yapıyor ve kötü enerjilerden arınmak için tütsüler yakıyor. Başlıyor Kadife’den Falcı Serpil’in nasıl doğduğunu anlatmaya. Koyu ve sıcacık bir sohbet sarıyor içimizi. Bazen hüzünlü, bazen neşeli ama tüm gücüyle öylesine gerçek ki! Hepimiz bir parça kendimizi buluyoruz Kadife’nin hikayesinin içinde, ister evimizde ister eşimizde ister doğduğumuz evde… Kadife’nin acılarına ortak olurken bizi orada, bir arada tutan bir şeyler olduğunu sezinliyoruz. Bu sezinlemeler çok geçmeden “bir şeyler” olmaktan çıkıp acı gerçeğiyle vuruyor yüzümüze. Kadife’nin hikayesinde Türk toplumunun içindeki kadının yerini, nasıl ötekileştirildiğini, nasıl değersizleştirildiğini, nasıl sadece bir anne ve hizmet etmesi gereken bir eş olmak zorunda bırakıldığını, evlilik meselesinin nasıl ele alındığını; akrabalık ilişkilerinin ve kadınların bile bunu nasıl normalleştirebildiklerini; kadın bedenine yüklenen anlamsız güzellik ve kusursuzluk arayışına şahit oluyoruz. Nasıl da tanıdık bütün bunlar! Sadece Kadife’nin hikayesi değil tabii ki bunu hissettiren, kahveye gelen müşteriler yani Falcı Serpil’in hikayelerini anlattığı birbirinden renkli müşteriler de bu hisleri pekiştiriyorlar. Bir toplumun resmini gözler önüne seriyor bu müşteriler. Kiminin zengin ve aldatan, kiminin terk eden kocası, kiminin açılmayan kısmeti, kiminin paraya ve servete düşkünlüğü, kimi siyasetçi, kimi ünlü derken hem kadının hem erkeğin konumlanışını, ilişki biçimlerini ortaya koyuyor. Falcı Serpil kendisinden tarot ve fal aracılığıyla ilişkileri hakkında yardım istemeye gelen kadınlara ironik bir dille yaklaşıyor. Onlara “akıllı kadın”ların kocasını idare edebilen kadınlar olduğunu söylüyor, aslında bir şekilde kendisine yapılanı onlara uyguluyor gibi görünse de bu çok daha derin bir anlamı da barındırıyor: “İçselleştirilmiş ataerkillik”. Falcı Serpil kendisinden medet uman kadınları bazen bir uyanış haline yönlendirirken bazen olan normları kabul ettirmeye yönlendiriyor. Erkeğin yaptığını bir şekilde “normalleştirerek” ilişkileri düzeltmeye çalışıyor. Bu durum ataerkil düzenin içsel bir kabulü gibi okunabilse de bir yandan da Falcı Serpil bu şekilde para kazanmanın yolunu buluyor. Aslında bu eril düzenin içinde kendine özgü bir başka küçük düzen daha kurarak alanını açıyor. Bu noktada Falcı Serpil her ne kadar maruz kaldığı şeylerle mücadele eden bir kadın olsa da falına baktığı kişilere verdikleri tavsiyelerle eril düzeni yeniden doğuruyor mu sorusunu da akıllara getiriyor.
Falcı Serpil kendisini başta “hayal satan” kişi olarak tanımlarken, gelen müşterilerini de “kendi hayallerini satan” olarak tanımlıyor. Yani aslında Serpil o kişilere ritüeller, dualar veya fallar aracılığıyla hayal ettikleri şeylere kavuşmalarını vaat ediyor ve bu nedenle bir “hayal satıcısı” olarak kendini tanıtıyor. Diğer taraftan ise kendi hikayesi ile bu hayallerin gerçekliğini sorgulatırken, müşterilerinin eril düzene ayak uyduran normları kabul ettiklerinde kendi hayallerini satmış olacaklarından, yani kendilerinden ödün vererek bir şekilde bu düzene ayak uydurmuş olmalarından dem vuruyor. Bu yüzden “hayallerini satan”ları acı gerçeklerle yüzleştiriyor. Ataerkil düzenin kurduğu kadını hiçe sayan sistemle çatışmak mı yoksa ona ayak uydurarak bir şekilde toplum standartlarına uygun bir hayat yaşamak mı sorusunu ele alıyor. Zehra İpşiroğlu burada kurduğu ironik dil sayesinde konuyu ince bir ustalıkla ele alıyor.
Oyunun dramaturjisinde de aktif bir şekilde yer alan Berna Laçin, Falcı Serpil rolüyle metne ek olarak güncel mesajlar içeren söylemlerde bulunuyor. Bu durum aslında metnin ve Falcı Serpil’in hayat hikayesi olan gerçeği pekiştirmemizi, iktidar alanının kadına bakış açısını ve bu eril düzeni nasıl beslediğini, her seferinde nasıl yeniden ürettiğini gözler önüne seriyor. Kimi zaman fazla siyasi bir yere gitse de günümüzde var olan kadın meselesinin politikliğine vurgu yapıyor. Bu yalnızca kadın meselesi üzerinden değil, güncel durumlarla bağdaşan ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, vatandaş olarak hakkını savunabilme ve hakkı olanı alabilme özgürlüğünü de sorgulatan bir yere evriliyor. Böylece Falcı Serpil’in kahvesine gelenler belki de zaten farkında oldukları durumlarla başka bir gözle, gerçeklikle ve tüm bu içsel rahatsızlıkların kanıtlanmış haliyle yüzleşiyorlar. Bu durum bir aydınlanma etkisi yaratıyor.
Falcı Serpil bütün bu hikayeleri anlatırken kocası Nuri karakolda ifade veriyor ve kimi zaman oğlundan aldığı haberlerle eş zamanlı olarak neler yaşandığını da anlatıyor. En sonunda Nuri’nin kaçak göçek ve kanundışı işlerinden dolayı birisi tarafından ihbar edildiğini ve 35 yıl hüküm giydiğini öğreniyor. Falcı Serpil feminist kızı Melek ile Almanya’ya gitme planları yapıyor. Bir şekilde bu şiddet döngüsünün ve kendisini yeniden üreten ataerkil düzenin içinden çıkmayı amaçlıyor.
Oyunda kullanılan kişi isimleri ve kişilerin konumları da simgesel bir anlama dönüşüyor. Falcı Serpil’in oğlunun adının Kahraman oluşu toplum içindeki erkek evlat meselesine değiniyor. Aynı şekilde kahveye gelen müşterilerinden birine her gün erkek evladı olacak mı olmayacak mı diye baktığı fal da buna hizmet eden bir noktada duruyor. Kızı Melek’in feminist olması, babasına karşı çıkışı bu ataerkil düzenin içinde yeni nesil kadınların artık daha farkında bireyler olarak yetiştiğini imgeliyor. Serpil’in fal kahvesiyle birlikte kurduğu ve işletmesi için Nuri’ye devrettiği, kişiyi kendisiyle evlendiren şirket topluma ayna tutan bir yere değiniyor. İlişkilerin yozlaşmışlığını, yalnızlığı, çaresizliği ve o bunalmışlıkların içinde son çare olarak insanın yine kendisine tutunmasını vurguluyor. Falcı Serpil’in bu şirketi anlatırken seyirciyle birlikte kendine tuttuğu ayna, aslında toplumun kendisini yansıtıyor ve seyircilere kendine ayna tutmayı, bu meselelerin içinde kendisine de dönüp bakmasını, sorgulamasını anlatmaya çalışıyor. Falcı Serpil’in çocukluğunu ve annesinin ölümünü anlattığı sahnede kullandığı atlı karınca metaforu ise hem onun içindeki çocuksuluğu hem de annesiyle aynı şiddet döngüsünün içinde yer alışını temsil ediyor.
Tüm yönleriyle kadın olma halini ve toplumdaki kadının yerini, ataerkil düzenle olan çatışmasını ele alan bu samimi ve içten metnin interaktif bir şekilde sahnelenmesi seyircinin odağını her zaman canlı tutuyor. Berna Laçin’in doğal ve içten oyunculuğu ile bütünleşmiş Falcı Serpil karakteri bazen karanlık bir griyi, bazen umut veren bir maviyi, bazense pembe düşleri çağrıştıran renkli bir atmosfer yaratıyor. Bu atmosfer sahne tasarımıyla da birleşiyor ve yapılan ışık tasarımları bizi o dünyanın içine alıyor. Sahnede kullanılan dekorlar, perdeler, mumlar, masanın üzerinde dönen ve çeşitli tütsülerin, muskaların olduğu dönence, zemzem suyu, gül suyu kolonyası, Türk kahvesi fincanları ve gerçekten buram buram gelen kahve kokusu metinde anlatılmak istenen fal kahvesini başarılı bir şekilde yansıtıyor. Aynı zamanda kullanılan müzikler ve efektler de bu fal kahvesinin yarattığı hayal dünyası
ile Kadife’nin gerçekliği arasındaki tezatlığa vurgu yapıyor. Ancak sahnelemede metinden farklı olarak sahne uzamının değiştirildiğini gözlemleyebiliyoruz. Sahne uzamı o fal kahvesi ortamını destekleyecek nitelikte, sıradan bir çerçeve sahne ve seyirci koltukları yerine, seyirciyi gerçekten fal kahvesinde hissettirecek bir uzamda olsaydı çok daha etkileyici bir oyun olabilirdi.
Günümüz Türkiye’sinde bütün her şeye rağmen kararlılıkla ve samimiyetle anlatılan, her şeyin dobra dobra konuşulduğu, herkeste içsel bir aydınlanma ve bir uyanış hissi ortaya çıkaran bu cesur oyun; yazarından dramaturjisine, sahne tasarımcısından oyuncusuna, ışık rejisinden yönetmenine kadar ayakta alkışlanmayı hak ediyor. Ataerkil düzenle çetin bir savaş verdiğimiz bu ülkede mücadele eden bir kadın olarak, ben de karanlıkları aydınlatan herkese gönülden teşekkürlerimi sunuyorum.
TEB Oyun Dergisi’nin 43. sayının tamamına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Bu yazıyı yer işaretlerinize eklemek ister misiniz?