İsrail Drama Günleri (İsradrama) ve Benzerlikler Üzerine

İsrail’e gitmeye karar verdikten sonra çok heyecanlanmıştım. Bambaşka ama çok yakın bir yere gideceğimi hissediyordum, yanılmamışım. İsrail tiyatrosu vitrini –Isradrama– kapsamında her oyun öncesi ve sonrası söylendiği gibi çok “controversial” (ihtilaflı)  bir ülkede olmanın ne demek olduğuna, bu kadar yakından hissetmenin yarattığı duygu dalgalarına oyunlardan söz ederken geri döneceğim, şimdi oyunlara bakalım.

isra-drama
“Games in the Backyard” oyunundan bir kare.

Tanışma toplantısının ardından davet edildiğimiz ilk oyun “Games in the Backyard” (Arka Bahçedeki Oyunlar) adını taşıyordu. Daha sonra yapılacak toplantıda oyunu yazma sürecinden ve tiyatroya yaklaşımından kısaca söz eden Edna Mazya’nın feminist ögeler taşıyan oyunu dünyanın herhangi bir yerinde bir genç kızın -bu oyundaki adı Dvori- başına gelebilecek tecavüz hikâyesini sahneye taşımıştı. Kurban ve faili aynı sahnede, hem olayın geçtiği zamanda hem de iki yıl sonrasında mahkemede gören seyirci için saflar daha öncesinden belirlenmişti. Kadının savcı da olsa, 14 yaşında bir ergen de olsa kolayca içinden çıkamadığı bir sarmala seyirci yakından tanıklık etti, ikisini de aynı oyuncunun oynamasının İsrail seyircisi için kışkırtıcı bir tarafı olduğunu düşündüm. Tecavüz sahnesindeki erkeklerin de bir sonraki sahnede yargıçlar olmak için üzerlerine cüppelerini geçirmeleri yetmişti. Patriyarkanın evrensel suçlamalarına, bahanelerine ve önyargılarına eşlik eden kurguda tecavüzcüleriyle kışkırtıcı bir yakınlık kuran kurbanın hangi durumda kurban sayılamayacağı, rıza meselesinin olayın neresinde olduğu gibi tartışmalar gerilimi sürekli ayakta tutuyordu. Tecavüze uğradığı zaman ağlayıp ağlamadığı, içki içmek için delikanlılarla birlikte göl kenarında ne işinin olduğu, olaydan önce bir cinsel deneyim yaşayıp yaşamadığı gibi insanın onurunu kıracak sorularla karşılaşan Dvori’nin kaderinin ne olacağını bir salon dolusu seyirci nefesini tutup izledi. Yargının kararını neyin belirlediği, hükmü verenlerin kimliğiyle elbette yakından ilgiliydi. Kadın avukata yapılan ahlaksız teklifle Dvori’nin başına gelenin tecavüz olduğuna herkesi inandırmak zorunda kalması arasındaki incitici benzerliği izlerken salona bir daha baktım. Tüfekleriyle içeriye girmiş kadın-erkek askerler de dâhil, salon gençlerle doluydu, oyun sonundaki çılgın alkışlar sorunun epeyce can yakıcı olduğunu gösteriyordu, söylenmeyen ama hissedilen bir ağırlık inmişti salona. Daha sonra yapılan panelde yazarın anlattıklarını okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. “O zamanlar 18 yaşlarındaydım, erkek arkadaşım ve onun arkadaşlarıyla takılıp laflarken askerde kızın birine toplu olarak tecavüz ettiklerini ve sonra kıza bir kova su verip kendisini temizlemesini söylediklerini hatırlayıp gülmeye devam ettiler, ben de o zaman bu anlatılanlara gülmüştüm” diyen Mazya bazen bir deneyimi yaşarken onun travmatik boyutunu anlamadığımızdan söz etti. Bu cümlenin anlam katmanı benim zihnimde o kadar çok yerlere açıldı ki, en son önümüzdeki 20 yılda (iyimser bir sayı mı bilemedim) ne kadar çok terapiye ihtiyacımız olacağına kadar geldim. 

isradrama-günleri
Fotoğraf: Eyal Toueg Oyuncular: Mordy Weis, Yaroslav Bernatski, Tayyeb Badwe, Ariella Toholov, Sol Gabriel Tal

Gördüğümüz ikinci oyun Nalagaat tiyatrosundaydı. Görme ve işitme engelli oyuncuları sahnede görmüşlüğüm vardı ancak hem görmeyen hem de duymayanlarla oyunculuk çalışması yapıldığına da, birbirleriyle anlaşabilmeleri için dokunma temelli bir dil geliştirdiklerine de ilk kez tanık oldum. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak hazırlanan parçalardan oluşan It Could Be A Man Standing In Snow adlı oyunu izledikten sonra yapılan fuaye toplantısında yönetmen Emanuella Amichai’den öğrendiğimize göre bu okulda yapılan oyunculuk eğitimini tamamlayan oyuncular dünyanın bütün sahnelerinde görmeyen ve/veya işitmeyen rollerini, görmeyen ve/veya işitmeyen oyuncuların oynamalarını sağlamak üzere çalışabilecekler. İzlediğimiz performansın oyuncuları arasında da başka ülkelerden İsrail’e gelmiş oyuncular vardı. İzleyicilere görmeme deneyimini yaşatmak için davet edildiğimiz karanlık restoranda yemek yediğimiz sırada gerilimli ve tekinsiz ortamdan biraz olsun sıyrılabilmek için habire konuşmak zorunda hissettik,  sonra da birbirimizi sesimizden tanıdığımız anlar yaşadık. Oyunun birbirinden kopuk deneyim anlatılarını bir araya toplayarak oyuncuların sahnede var olabilmesini kutlamak, cesaret ve özgüvenlerini yükseltmek adına anlamlı bir çalışma olduğunu görmek için karanlık salonda yediğimiz yemek etkileyici bir finaldi. Nalaggat Center’ın yaptıklarına yakından bakmak isteyenler şu siteyi ziyaret edebilirler; https://nalagaat.org.il/en/

The Memory Monster” oyununun tanıtımı.

Gerçek bir olaydan yola çıkarak Yishai Sarid tarafından yazılan romanı Ben Yosipovich (soykırımdan sağ çıkan ailenin üçüncü kuşak bireyi) aynı adla uyarlamış ve oynamış. The Memory Monster (Hafıza Canavarı) adlı bu üçüncü oyun doktoralı bir tarihçinin daha iyi bir kazanç için İsrail’den yola çıkıp Auschwitz kampında rehberlik yapma macerasını anlatıyordu. Atalarının travmasını görmeleri için getirilen öğrenciler, askerler ve diğer ziyaretçilere hep aynı hikâyeyi anlata anlata kurbanın, mağdurun, zalimin kim olduğu sorusuyla sürekli yüzleşen karakteri canlandıran Yosipovisch, seyirciyi avcunun içinde tutmayı amaçlayan rejinin de parlattığı bir oyunculuk gösterisi yaptı. Rehberin şimdi ve geçmiş arasındaki geliş gidişini,  karanlık tarafa geçişini görmek, hakikatle yüzleşmek, oyun sırasında olmasa da izleyicinin oyun sonrasında yapacağı bir ev ödeviydi. Küçücük bir tiyatro salonunda oyuncunun üst perdeden seslendirdiği cümleler, kapkaranlık bir salonda küçücük bir ekrandan gelen ışığa eşlik eden tek bir ışığın altında bunalarak hangi koşullar dayatıldığında her birimizin Nazi olup olmayacağını sorguladık.

isra-drama
The Story and a Half” oyunundan bir kare. Fotoğraf: Mark Tso

1991’de Sovyetler Birliği dağılıp küçük cumhuriyetler ortaya çıktığında İsrail büyükçe bir göç daha alır. Artık göçmene doymuş bu ülkeye ister istemez kabul edilen ama büyük vaatlerle de karşılanmayan ailelerin tanıklıklarından derlenen gerçek yaşam hikâyelerinin oluşturduğu bir başka oyun da Malenky Theatre tarafından sahnelenen The Story and A Half  (Bir Buçuk Hikâye) idi. Yeni bir aidiyet arama, eski hayattan neleri özleyip neleri özlememe konusunda kararsız kalma, yeni gelinen bu ülkeyle ilgili hayal kırıklıklarıyla nasıl baş edileceğine ilişkin sorgulamalar gibi son derece acı deneyimleri mizaha kırdırarak anlatan oyun dinamik bir kurguyla tasarlanmış, hızlı geçişlerle mümkün olduğunca çok hikâye anlatmaya yoğunlaşmıştı. Azerbaycan’da doğup 1990’da İsrail’e göç etmiş Michael Teplitsky tarafından tasarlanan ve yönetilen oyun da seçkinin diğer yapımları gibi can yakan bir sorunu sahneye taşıma, sahneden seyirciyle paylaşma niyetini ortaya koyuyordu. Zaman zaman tekrara düşen hikâyelerin etkisinden kendini kurtarmanın pek de kolay olmadığını seyirciler olarak deneyimlemiştik. Ertesi gün yapılan panelde bir oyuncu ve bir deneyim sahibi çalışma süreçlerini anlattıklarında bir kez daha anladık ki tiyatronun terapötik etkisi İsrail tiyatrosu için vazgeçilmez önemdeydi, medyada ya da uluorta bir protestoyla yapılamayan sorgulamalar sahneden salona doğru yapılıyordu. SSCB’den İsrail’e gelirken ailelerden birinin ısrarla yanında götürmek istediği halı benim için önemli rollerden birine sahipti. Eski vatanda misafir odasına bile serilmeyen, gözbebeği halının yaşadıkları üzerinden bütün hikâyeler anlatılabilirdi. Anadolu desenli, kırmızı yün halının oradan oraya sürüklenmesi bence oyunun en güçlü ve imkânları kaçırılmış imgelerinden biriydi.

Ancak o göçmenler hikâyelerini söze dökerek anlatmayı seçmişlerdi, çünkü ebeveynlerinin sonradan öğrendikleri dilde hikâyelerini anlatmak istiyorlardı, keşke konuştukları İbranice’ye ne kadar Rusça karıştırdıklarını ya da aksan taklidi yapıp yapmadıklarını anlayabilseydim!

isra-drama-birth-prepare
Fotoğraf: Efrat Mazor

Tiyatro vitrini boyunca izlediğimiz tek İngilizce oyun Birth Preparation Course (Doğuma Hazırlık Kursu) adını taşıyordu. Gelecekten bugüne gelmiş ve seyircilere kolaylık olsun diye insan görünümüne bürünmüş bir robotun anlattığı hikâyeyi dinlemeye koyulduk. Seyirci önce başka bir galaksinin seyir nesnesi oldu, sonrasında sahneye davet edilerek robotun tek başına başa çıkamadığı işlere yardım etti, bazı sandalyelerin altına bırakılmış hediye paketlerinden çıkan fetüs (robot ona bebek diyordu), rahim ve göbek kordonunu temsil eden üçlünün nasıl bir işlevi olduğunu konusunda fikir bildirdi, robota ebelik yaptı. Robotumuz organik bir gebe kalma ve doğurma hikâyesi anlatırken sık sık salondaki annelerin itirazlarıyla karşılaştı.  Eh, uluslararası bir festivale gelmiş kadın izleyiciler kadınlık ve annelikle ilgili klişelere karşı çıkmak için belki de ideal bir yerdeydi, ne kendi ülkelerindelerdi, ne de konuştukları varlık bu dünyadandı. Sahneye davet edildiklerinde son derece özgüvenli tavırlarıyla robota bu işlerin nasıl yapıldığını, birtakım yanlış bilgilerin doğrusunu öğrettiler, sonunda bu emeklerinin karşılığını küçük şişelerde hazırlanmış içkilerle aldılar. Performansı tasarlayan, koreografisini yapan ve oynayan sanatçının (Ori Lenkinski) ebeveynlik konusunda başka çalışmaları (Parental Choreography Blog) olduğunu da düşünecek olursak performansın eğitici bir niteliğinin pek de saklanmaması anlaşılır hale geliyor. İsrail dışından gelen seyircilerin bu performansın cinsel eğitim dersinde kullanmak için mükemmel bir malzeme sunduğu konusunda konuştuklarını duydum. 

isradrama
Bodystreet“, Fotoğraf: Yair Meyuhas

Bodystreet adlı dans/performans sayesinde güney Tel-Aviv’in sokaklarında gezdik; grafittiler, sokaklara taşmış masalarda oturanlar, bazıları harap olmuş ama mihrabı yerinde binalar arasında gezerken kulaklıklarımızdan kentin ve insanların hikâyelerini dinledik. Gündelik hayatın minik ayrıntıları, değişen nüfus ve bir dolu travmaya gönderme yapan bu hikâyeler eşliğinde kentin kokusuna, gürültüsüne, tura çıkmadan ikram edilen sıcak şarabın tadını, dansçıların bir köşeden aniden karşımıza çıkarak hikâyelerin kahramanı olan oyuncuları eklediğimiz bir deneyim yaşadık. Tel-Aviv bir tiyatro topluluğunun gözünden gezdiğim üçüncü kent oldu, bu performans olmasaydı kısa zamanda bu deneyimi edinemezdim. 2020 İstanbul Tiyatro Festivalinden Unutmak; Bir Hatırlama Projesi ya da Kosova Showcase 2021’den Trail of the 90’s Underground Culture gibi yapımların aksine yüzleşme, sorgulama, hesaplaşma sularına pek de girmeyen bir tasarımla karşılaştım. Rimini Protokoll’ün İstanbul için tasarladığı Remote İstanbul’a benzer bir bakış hâkimdi. Genel, dışarıdan bakan, gezenlere bir topluluk olma deneyimi yaşatmayı amaçlayan ve geçmişle ilgili anekdotlara yer verse bile bugünle hesaplaşan bir tasarım eşliğinde çöp kutularının, duvarların, karanlık ara sokakların zaman zaman esrar ve çiş kokan köşelerinden karşımıza çıkan oyuncuların peşinden yürüdük.

isradrama-thegameproject
The Game Project“, Fotoğraf: Ilan Hazan

Fringe ve avant-garde yapımlarıyla bilinen Tmu-na Theater yapımı The Game Project adlı oyun çok güzel bir fikirle tasarlanmış ancak lastik gibi uzamış haliyle kendi fikrine âşık olmanın zararlarını gösterir gibiydi. Cıbırca konuşan satranç taşları arasındaki mücadelenin nerelere varabileceğini anlatmaya niyet etmiş bu yapım, iktidar ilişkilerini söze gerek kalmadan oyuncuların becerileriyle anlatmayı denemişti. Sözün iktidarından kurtulmakla birlikte sözle ikrar etmekten de kaçınan bu yapımdaki oyuncuların her biri çok başarılı olsalar da oyunun süresi uzadıkça oyuncuların ve fikrin taşıdığı neşe ve haz solmaya başladı. Satranç taşları arasında söyledikleri anlaşılan tek varlığın fil olması ne anlam ifade ediyor diyerek şuralara vardım. Fil için İngilizce’de Bishop (Piskopos) deniyor, İbranice’de ise ‘rats’ (runner/koşucu). Bir Piskopos ile bir koşucunun sözlerinin kulak ardı edilmesi arasında bir dünya fark olabileceğini akılda tutarak koşucunun sürekli olarak “çok az vaktimiz kaldı” mealindeki hatırlatmalarına bakalım. Oyun İsrail’de geçtiğine göre koşucunun temsil ettiği acele, habercilik, Antik Yunan’daki ulaklara kadar uzanan çağrışım dizisiyle yine oyundaki Şah’ın oturduğu yerden kalkamayacak kadar hantallaştığı sırada Vezir’in bütün sesleri bastıracak kadar bağırması gelen felaketlerin habercisiydi. Filin kimseye sesini duyuramaması, kendi kaygılarından başlarını kaldırıp fili duymayan yöneticilerin ve halkın bu koşucuyla (!) ne yapacaklarını bilememelerinin tanıdık gelmediği dünya vatandaşı var mıdır bilmiyorum. İtinayla tasarlanmış koreografi, sahne düzeni, kostüm ve üzerinde çok çalışılmış olduğu izlenimi veren oyunculukla The Game Project evrensel göndermeleri olan bir oyun. Biraz kısaltılırsa uzun bir yolu olabileceğine inancım tam.

isradrama-herebly-I-declare
Herebly, I Declare“, Oyuncu: Asaf Sorek, Fotoğraf: Uri Rubinstein

Roee Joseph ve Noa Nassie tarafından tasarlanıp yazılan, oynanan Hereby I Declare (Bu Vesileyle Beyan Ederim ki) adlı oyunu izlerken de sonrasında yapılan söyleşiyi dinlerken de mağduriyetin ne kadar satan bir kavram olduğunu düşünüp durdum. Sonsuz haklılık sendromuna kapılmış insanların dünyanın dört bir yanına yayılmış olması da hiç rahatlatıcı değildi. İsrail vatandaşlarının büyük çoğunluğu için zorunlu olan ve yaklaşık üç yıl süren askerlik deneyiminden yola çıkan oyun aslında kapatılmaması gereken bir davanın izini sürüyordu. 2014 yılında yapılan askeri bir operasyon sırasında kuşatma altındaki evin bodrum katındaki aile fertlerinin yanına gitmek için elinde beyaz bir bayrakla yürüyen 70 yaşındaki Muhammed Qudaih’in öldürülmesi davasını askerliği sırasında yaptığı müfettişlik döneminde kapattıktan sonra yıllarca vicdanıyla baş başa kalan bir sanatçının hikâyesini izledik. Oyun boyunca neden davanın kapatıldığının, hatta beyaz bayrakla yürüyen birinin neden öldürüldüğünün sorgulanmasından çok, sanatçının baş etmek zorunda kaldığı suçluluk duygusu ve vicdan muhasebesini izlemek itiraf etmek gerekirse sinirimi bozdu. Tiyatroya silahlarıyla gelip oyun izleyen askerleri, yolda durdurulup duvara yaslanarak aranan Arapları gördükten sonra vicdan azabı ve suçluluğun peşine düşmeyi konfor alanını terk etmeme iradesi olarak okumak çok da zor gelmedi açıkçası. Bir dolu Arapça ve İbranice belgenin üst üste yığıldığı tepegözden perdeye ve oyuncunun bedenine yansıyan görüntülerin eşlik ettiği kendini sorgulama seansı üzerine sonradan düşündüm, oyunun İsrail seyircisine söylemek istediklerinin ne kadarını açıkça söyleyebildiğini anlamaya çalıştım zira bu kadarcık sorgulamanın bile cesaret gerektirdiği aşikârdı. Konforlu bir yerden vicdan muhasebesi yapan birine “başka keder vermesin”den fazlasını söylemek içimden gelmese de aynı ekibin bundan sonra ne yapacağını merak ediyorum. 

isradrama-WHOM MY SOUL LOVES
Whom My Soul Loves“, Oyuncular: Amit Rahav, Daniel Litman, Fotoğraf: Or Danon

Whom My Soul Loves (Ruhum Kimi Severse) adlı oyuna izlediğimiz gece verilen en iyi yazar ödülünü yönetmen ve yazar gözyaşlarıyla kutladılar. Bomba atılan bir gay kulübe gidenler arasında oğlunun da bulunduğunu öğrenen son derece dindar bir annenin gerçeği kabullenememesi, oğlunun cinsel kimliğini ve sevgilisini saklamaya çalışıp kendisinin annesinin münasip gördüğü nişanlısıyla zaman geçirmeye zorlamanın beyhudeliğiyle her şeyden önce kendine ihanet etme çabası, “iyileşsin” diye bir “hocaya” gönderilen evladın umutsuzca çabaları gibi şeylerden bahsedince gözünüzün önüne gelebilecek her türlü klişeyi düşünelim. Sonra da üzerimize boca edilen bu klişelerin bir Devlet Tiyatrosu sahnesinde oynandığını hayal edelim. Dindar ebeveyn evinden şehre sevgilisi ve onun annesiyle yaşamaya giden esas oğlanın “selametle” uğurlanması sırasında seyircilerin akıttığı gözyaşlarını görebildiniz mi? En son Call Me By Your Name filminden çıkarken böyle bir gözyaşı seline tanık olduğumu hatırlıyorum. LGBTİQ kulüplerin ve eğlencenin dünya çapında ünlü olduğu bir ülkede ulusal tiyatro sahnesinde bir queer açılma öyküsünün sahnelenmesinin olay olması hatta bunun bir dolu ilki barındırmasının çelişkisi iki ülkeyi birbirine yakın kılan bir başka neden. Söylenemeyen, söylenirse çok kişinin zarar göreceği gerçekler bir yanda, gizli kapaklı yaşayan, yaşamak zorunda olanlarla bu gizliliği zorunlu hale getirerek kapkalın bir yasak hattı çizenler diğer yanda. İki ülke tiyatrosunun da ortak özellikleri var: kendine özgü sorunların arayışında tiyatro salonlarını araçsallaştırması, seyirciyi kendine tanık tutması, seyircilerin görece genç olması, oldukça muhafazakâr bir toplum ve hükümete rağmen özgür bir dil arayışında olması. Ancak İsrail’li toplulukların bütçeden aldıkları pay bizimkiyle karşılaştırılmayacak kadar fazla, kültür ve sanatın ne ifade ettiğinin dış işleri yetkilileri oldukça farkında.  Her iki ülkenin de özgürce kendi yaşam biçimini savunabildiği günlerin bir an önce gelmesi hayali ve dileğiyle. 

Vertigo Eco Art Village
vertigo-eco-art-village
Kurucular ve gönüllülerin elbirliğiyle inşa ettikleri eko-köyün stüdyolarından bir duvar.

Kasım ayında, sonbahardan biraz yaz çalarak gittiğim İsrail’deki nefis zamanlamada son durağım Vertigo dans topluluğunun “kampüsü” oldu. Showcase’in hemen peşinden başlayacak olan dans festivaline kalamasam da İsrail’e gidince mutlaka görmek istediğim bu eko-sanat-köyü ziyaret etmemi mümkün kılan Vertigo’nun uluslararası ilişkiler koordinatörü Rachel Grodjinovsky oldu. Son çalıştıkları işin provalarına katılıp gösterinin ham halinden bir bölüm izledik, tavuk çiftliğinden dönüştürülen bu eko köyü gezdik, atölyelerde dans eden ve dünyanın farklı yerlerinden gelen dansçıları gördük, kurucularla ve kardeşleriyle tanıştık, yıllar içinde bu köyü nasıl geliştirdiklerini, gelecek planlarını dinledik, köyde üretilmiş sebzelerle yapılan enfes yemekleri de afiyetle yedikten sonra Kudüs ve Tel-Aviv’e eşit uzaklıktaki köyden ayrılıp havaalanına yollandık. Her şey yolunda gitseydi Mart ayında Vertigo İstanbul’a gelecek ve o ham halini gördüğümüz performansın tamamını İstanbul seyircisiyle birlikte Cemal Reşit Rey’de izleyecektik. Bu yazının bunca gecikmesinin nedenlerinden biri de 6 Şubat oldu. Kasım ayında İsrail dönüşü ne seçim tarihi belliydi ne de gelecek felaketten haberimiz vardı, iyi dileklerle bir sonraki Showcase için neler yapacağımız konuşuyorduk TEB yönetim kurulu başkanı Hasibe Kalkan Kocabay’la uçakta. Umarım yaşayacağımız kara günlerin hepsi geride kalmıştır. Önümüzdeki sezonun şahane olması dileğiyle. 


*”The Story and a Half” oyununun fotoğrafı midnighteast.com‘dan, geri kalan oyun fotoğrafları Isradrama web sitesinden alınarak kullanılmıştır.

* TEB Oyun Dergisi’nde yer alan izlenim yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Yazar Hakkında / Handan Salta

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin