İyi Şeyler Başımıza Nasıl Gelir?
Üniversitede bir hocam, Türkiye tiyatrosunu anlattığı bir dersinde şu benzetmeyi yapmıştı: “Bir denizin içindeyiz, var gücümüzle kulaç atıyoruz ama karayı görmüyoruz. Durursak boğuluruz ama ortada kara da yok.”
Hem kendi tarihimize hem de dünya tarihine baktığımızda tiyatronun ve toplumun hikâyesinin iç içe geçtiğini görürüz. Zaten tiyatro, özü itibariyle dithyrambos şenliklerinden doğan kolektif bir sanat olduğundan aslında bu ilişki şaşırtıcı da değildir. Ben ise bu koparılamaz yakınlığı1 bir adım ileri taşıyarak yurttaş olarak başımıza iyi şeyler gelmiyorsa tiyatroda da iyi şeyler olmayacağını -iyi hikâyeler seyredemeyeceğimizi- savunuyorum. Bu durumla yakından ilişkili olduğunu düşündüğüm miasma2 ve zeitgeist3 kavramlarından bahsetmeden önce bu koparılamaz yakınlığı biraz daha yakın kılmak isterim çünkü tiyatrocular kadar toplumsal hayatı tüm dinamikleriyle tecrübe eden çok az meslek grubu vardır. Önce her zaman tiyatrolar kapatılır, ivedilikle tiyatro oyuncuları gözaltına alınır ve ilgili fakültelerin tiyatro eğitimi veren hocaları görevden uzaklaştırılır… Bu süreçlerin hepsi çok tanıdık geldi, değil mi? Cümlelerin öznelerini değiştirince olmuyor mesela. Deneyelim: Önce her zaman diş klinikleri kapatılır, ivedilikle diş hekimleri gözaltına alınır ve diş hekimliği fakültesi üyeleri görevden uzaklaştırılır… Yok, gerçekten de olmuyor. Bu hikâyede inandırıcı olan şey, tiyatrocuların başına bu olayların gelmesidir çünkü insanı tüm yönleriyle anlamaya çalışan ve buradan yola çıkarak toplumu dönüştürmeye bu kadar yakın olan başka bir disiplin daha yoktur. Hal böyle olunca politik olarak faturayı tiyatroya kesmek -bu açıdan değerlendirildiğinde- mantıksız da değildir. Canımız tiyatro, işte bunun acısını çekiyor yıllardır: Özünün… Ancak ne bu öz ne de tüm bu zorluklar bizi yıldırmıyor. Biz, o denizin ortasında kulaç atmaya devam ediyoruz. Çünkü bizi kulaç atmaya iten şey, aynı zamanda yaşamaya iten şeydir. Beni bu yazıyı yazmaya iten şey de uğruna karayı görmeden kulaç attığımız tiyatromuzun güncel durumudur. Durumumuzun pek iç açıcı olmamasına karşın buradan çıkışımızın imkânsız da olmadığını düşünüyor ve tiyatroda hâlâ iyi hikâyeler4 seyredebileceğimize inanıyorum.

Jeffery Camp’in Swimming tablosu, Jerwood Collection.
İyi bir hikâye örneği olarak Sophokles’in Kral Oidipus metninden bahsedebiliriz. Fakat bu yazıda Kral Oidipus’tan bahsetme sebebim aslında metnin nitelikli olması değil, koparılamaz yakınlık olarak ifade ettiğim ilişkiyi açıklamama olanak sağlayacak miasma kavramının oyunda kendine yer bulmasıdır. Çok iyi bilinen ve üzerine binlerce sayfa yazılmış bu tragedya, bir bakıma salgın hastalığın nedeninin bulunmasını ve bulunan nedensel ilişkiden hareketle, tıbbi değil politik çözümü hükümranın üstlenmesini anlatır.5 Thebai’de baş gösteren veba salgını üzerine kral Oidipus, Delphi kahinine danışır. Kahin, kentte bir günahkâr olduğunu, Oidipus’un onu cezalandırması gerektiğini ve böylelikle miasma’yı sonlandırabileceğini söyler. Oidipus, kibrinin etkisiyle, meşru bir kralı öldürerek huzurlu yaşantıyı bozan günahkârın kendisi olduğunu anlamaz ve oyun, Oidipus için trajik bir sonla biter.
Muzaffer Demir’e göre miasma, toplumda ahlaki olarak kirlilik duygusuna yol açan zararlı bir eylemdir; toplum, yanlış eylemde bulunmuş olan kişi veya kişiler tanrılar nezdinde adanarak ölünceye veya cezasını çekerek telafi edinceye kadar, kronik olarak belaya veya salgın hastalığa yol açan mikroplu havaya maruz kalmaya devam etmektedir.6 Yani miasma, bir kere başladı mı bitene kadar toplumdaki herkesin hayatını etkiler. Bu yüzden miasma’nın toplumsalın alanına giren kurumları ve diğer disiplinleri de etkilediği yorumunu yapabiliriz. Bir diğer husus da temel anlamı dışında miasma kavramının ahlaki yozlaşmanın da bir ifadesi olmasıdır. Hatta Sophokles’in miasma olarak nitelendirdiği asıl durum, yönetim biçimi olan tiranlıktır. Zaten oyunun orijinal adı da Oidipus Tyrannos olarak geçmektedir. Metindeki veba salgını, Sophokles’in yönetim biçimine yaptığı eleştirinin bir alegorisidir. Burada asıl önemli olan, kirliliğin (miasma) polis ve tiranlıkla yan yana ele alınmasıdır. Kirliliğe dair eski açıklamalar biçim değiştirir; polis, saflık ve temizlik kaybının koşullarını yaratan sahneyi kurarak baş role yerleşir. Salgın hastalık basit bir tanrısal ceza değil sınırları ihlal ederek hubris’i meydana getiren polis ve tiranlığın sonucudur.7 Şimdi bir düşünelim. Türkiye toplumunda da uzun zamandır işlerin iyi gitmediğini ve bir miasma’nın süregeldiğini biliyoruz. İşte bu durumun oyun yazarlığını ve tiyatroyu etkilememesi mümkün müdür? Miasma, yayılganlığı ve bu yayılganlık içinde toplumdaki enfekte alanını geniş tutar. Sonuçta da kokuşan bütün bir ülke olur. Buradaki kirlilik tam bir µίασµα’dır; ülke-kentten tedirgin bir uyanıklık isteyen bulaşıcı bir güçtür.8
Miasma’nın ilk enfekte ettiği alanlardan biri tiyatrodur. Burada çelişkiyi katmerleştiren, tiyatronun toplum ile koparılmaz yakınlığından doğan ilişkisidir. İyi haber ise miasma’nın bir karanlık olmasıdır. Evet, miasma’nın bir karanlık olması sevindiricidir. Tıpkı katarakt hastalarının ameliyat edilmeleri için gözlerinin tamamen kapanmasının gerekli olması gibi. Türkiye toplumu tam bu eşikte olduğundan iyileşmeye de bir adım uzaklıktadır diyebiliriz. Bu husustaki ikinci güzel şey ise oyun yazarlığını ve tiyatroyu etkisi altına alan miasma’dan çıkışın yine bunların aracılığıyla olabilecek olmasıdır. Miasma’yı deşifre ederek yazabilir ve toplumsal dönüşümle birlikte iyi hikâyeleri gerçekleştirebiliriz. Toplumsal olanı dönüştüremiyorsak zaten tiyatroyu da dönüştüremeyeceğiz demektir. Dönüşüm için miasma’nın toplumsal iklimini iyice anlamak gerekiyor. Oidipus’tan bir alıntıyla Thebai’nin durumuna bir bakalım:
“Gördüğünüz gibi kentin fena halde canı sıkkın ve kent azgın ölüm dalgalarının altından kafasını kaldıramamakta. Bela, meyve çiçekleri açan tarlalarda, otlaklardaki hayvanlarda ve kısır kadınların doğum sancılarında; alev alan/öfkelenen tanrı ve kötü veba, her yerde bizi ele geçirdi ve kenti yerle bir etmekte…”9

Pieter Brueghel’in Karnaval ve Perhiz Arasındaki Savaş isimli tablosu
Thebai’nin yanı sıra bu kaotik düzeni anlamak için Shakespeare’in Macbeth metnine de bakabiliriz. Doğal akışın bozulması ve devamındaki huzursuz düzen, Shakespeare oyunlarında da karşımıza çıkar. Macbeth’teyse uyku, huzurun ve eski doğal düzenin temsilidir. Öyle ki Macbeth, huzurlu bir uyku için iktidar hırsını bile bir kenara itebileceğinin sinyalini verir:
“Korkudan yediğim lokma boğazımdan gitmeyecekse,
Her gece korkunç rüyalar saracaksa uykularımı,
Varsın her şey çığırından çıksın,
Bu dünya da yıkılsın, öteki dünya da,
İnsana rahat nefes aldırmayan kuruntularla
Beynimizi bir işkence masasına çevirmektense
Ölüp rahat etmek daha iyi,
Rahat etmek için öldürdüklerimizle.’’10
Aynı zamanda Macbeth’in huzura duyduğu özlemi uyku tanımından da anlıyoruz:
“Bir ses duyar gibi oldum:
‘Kimseler uyumasın artık! Macbeth uykuyu öldürdü!’
Evet, masum uykuyu,
Kaygılar yumağını çözen uykuyu,
Her günkü hayatın ölümünü,
Yorgunlukları yıkayan suyu,
Yaralı canların merhemini.
Yüce tabiatın baş yemeği,
Hayat sofrasının cana can katan ziyafeti.’’11
Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere miasma zamanlarına kaos ve huzursuzluk hâkimdir. İşte miasma bu karanlık atmosfer ve yayınganlık içerisinde adeta domino taşları gibi hareket ederek hızla zeitgeist’e dönüşür. Miasma zeitgeist’e dönüştüğünde hayat, artık miasma’nın devamlılığını talep eder hale gelir. İşte tam bu noktadaysa dönüştürmek için yazmak değil ama yazarak dönüştürmek çok olasıdır. Odada bir fil varken onu görmezlikten gelmek mümkün müdür? Türkiye’de oyun yazarlığı uzun zamandır odadaki fili görmezlikten geliyor. Son 10 yılda anlatılan hangi hikâye tam anlamıyla bize aitti? Gezi’de direndik, pandemiyi atlattık, müthiş depremler yaşadık ama bunları anlatan iyi bir hikâyeyle hâlâ karşılaşmadık. Kimileri bu hikâyelerin yazılmamasını toplumsal hafızamızın zayıflığına bağlarken ben buna hiç mi hiç katılmıyorum. Bu durumun asıl sebebini bazı şeyleri yaşamanın ve sindirmenin zaten çok zor olmasından bir de bunları anlatmaya insanın mecalinin kalmamasına bağlıyorum. Bu hikâyeleri yazmıyoruz çünkü o acıları bir daha yaşamak istemiyoruz. Hatta belki bu hikâyeleri seyretmek bile istemiyoruz çünkü tiyatroyla ilişkimiz hâlâ özdeşleşme üzerine kurulu. O acıların o kadar içindeyiz ki bir adım geriye gidip mesafe almak ve uzaktan bakmak da imkânsızlaşıyor. Tekrar tekrar yaşamak yerine, hiç yaşamamış gibi davranıyoruz. Ama bu, kulaç atarkenki çabamıza ihanet değil midir? Yaşamak biraz da hatırlamak, hatta unutmamakla ilgili değil midir? Zamanın ruhu belki de böyle işliyor(dur).
Haddinden fazla umudumu bir kenara bırakırsak tiyatromuzda zamanın ruhu, monodrama üzerinden işliyor. Ünlü simalar sahneye çıkıyor ve podcast olarak evimizde, metrobüste ya da herhangi bir yerde dinlesek pek de bir şey kaybetmeyeceğimiz hikâyeleri bize anlatıyorlar. Homo narrativizm’e12 soyunan herkesin bir şeyler anlattığı kesin ama o anlatılan şeylerin niteliği hakkında ne düşünmeliyiz? Mevcut ekonomik koşulların tek kişilik oyunlar üzerindeki etkileri yadsınamaz. Zaten amacımın bu oyunların neden tek kişilik olarak sahnelendiğini sorgulamak olmadığı da açık. Çok başarılı tek kişilik oyunların yanı sıra niteliği tartışılabilir olan ve sahnede işlemeyen örneklerin varlığı konusunda da eminim bana hak verirsiniz. Bu metinlerin sahnede işlememesinin sebeplerinden biri, anlatı üzerine şekillendikleri için tiyatronun en temel ilkesi olan ‘’Tiyatro anlatma değil, gösterme sanatıdır.’’ ilkesine karşıt gelişmeleridir. Hikâyenin neden bize anlatıldığı ve hikâyeyi neden tiyatro sahnesinde seyretmemiz gerektiği sorularına yanıt veremeyen her monodram, biraz eksiktir. Bu metinlerin sahnede işlememesinin bir diğer sebebiyse koparılamaz yakınlığın sadece duygusal tarafını baz aldıklarından yani durumlardan ziyade duyguları önemsediklerinden hikâyeleri yüzeysel bir şekilde ele almalarıdır. Bu hikâyeleri dinlerken -duyguların etkisiyle- çok tanıdık hissediyoruz ancak duygular gelip geçici olduğundan bu hikâyeler de kalıcı bir etki bırakmıyor. Kısacası bu hikâyeler bizden olsalar bile aslında bize ait değiller. Konunun bir başka boyutu da gündemsel ve duygusal yoğunluktan her şeyi anlatma çabası olsa gerek. Şapkadan tavşan çıkarmaya çalışayım, aynı anda hem kadın sorunlarını hem de politik başka sorunları anlatayım derken bir bakıyoruz ki elde kocaman bir sıfırımız var. Oyuncu sahnede konuşuyor ama gerçekten ne anlatıyor? Bu çıkmazdan çıkmamızın ön koşulu ‘’İyi şeyler başımıza nasıl gelecek?’’ sorusuna cevap verebilmekte saklıdır. Çünkü iyi şeyler, yaşadığımız hiçbir şeyi unutmayarak ve bunları yazarak başımıza gelecek. Durumlardan yola çıkarak yazdığımızda şapkadan tavşan çıkarmaya gerek kalmadan duygular da peşinden gelecektir çünkü durumlar duyguları kapsar. Tam bu noktada iyi hikâyeler seyretmek için ne yaptığımızı da sorgulamak isterim çünkü tahmin edeceğiniz üzere bu durumun toplumsal karşılığı da başımıza iyi şeyler gelmediğinde bizim ne yaptığımızdır. Bu iki süreçte de akılcı ve yapıcı eleştiri yaparak iyi şeyler mümkün kılınabilir. Türkiye’de zamanın son 21 yıllık ruhu, bir şeyleri eleştirmenin o şeye düşman olmakla ilişkilendirilmesine sebep olsa da yapıcı eleştiri hiç olmadığı kadar gündemimizde olmalı. Çünkü miasma zamanında nasıl her şey birbirini etkiliyorsa miasma yokken de her şey birbirini etkiler. Toplumları bir arada tutansa duygular değil, akıldır.

David Hockney’nin Portrait of an Artist (with Two Figures) tablosu.
İyi şeyler kesinlikle cesaret istiyor ve iyi hikâyeleri gerçekleştirebilmeliyiz. Peki, nasıl gerçekleştirebiliriz? Şimdi ve burada, o denizin içinde olursak hikâyelerimiz kendi kendine doğacaktır. İyi şeyler, kulaç atmaya devam ettiğimizde, burnumuzun dibindeki hikâyeleri anlatma cesareti bulduğumuzda ve hakikat anlatıcıları çoğaldığında başımıza gelecek. İyi hikâyeler hâlâ birilerinin zihninden kaleme dökülmeyi bekliyor. Cesaretle kaleme dökülen bu hikâyeler, tiyatroya tekrar uğradığında iyi şeylerden söz edebileceğiz. Çünkü yaşadığımız trajedileri unutmamış, bize bunları yaşatanlardan da hesap sormuş olacağız. Her şeye rağmen yine de şanslıyız çünkü karanlıktayız ve karanlıkta ışığı görmek daha kolaydır. Zamanın ruhunu lehimize çevirmek, rüzgârı arkamıza alarak miasma’dan uzaklaşmak aynı zamanda hiç görmediğimiz o karaya yaklaşmak demektir.
DİPNOTLAR:
1)12 Mart döneminde tutuklanan Sevgi Soysal, eşi Mümtaz Soysal’a yazdığı 2 Ağustos 1971 tarihli mektupta ‘’Benim değerli yakınlığım, koparılamazlığım’’ ifadesini kullanır. Burada kullandığım ‘’koparılamaz yakınlık’’ tanımlamasını üretirken ilham aldığım ifade biçimi de bu oldu. Bu ifadeyi kullanmamın sebebi, duygusal bir durumdan ya da fiziksel bir yakınlıktan ziyade hem tüm bu süreçleri kapsayan hem de onları aşan bir duruma ve ilişkiye işaret edilmesidir.
2)Yunanca salgın hastalık ve kirli hava anlamlarına gelen kelime, μίασμα.
3)Almanca’da zamanın ruhu, çağın ruhu anlamlarına gelen kelime. Bir dönemin kültürel, politik ve ahlaki tüm dinamiklerine işaret eden tanımdır. İlk kez Alman filozof Johann Gottfried von Herder tarafından kullanılmıştır.
4)Bu yazıda iyi hikâye ile kastedilen vaad ettiklerini gerçekleştiren, yapısını iyi kuran, dramatik konvansiyonları uygulayan ve sahnede işleyen nitelikli metinlerdir.
5)Ferda Keskin, “Salgın Hastalık ve İktidar, Türk Tabipleri Birliği Covid-19 Pandemisi Altıncı Ay Değerlendirme Raporu”, s.656
6)Muzaffer Demir, “Eski Hellen Literatüründe İlahi Cezalandırmanın Tezahürü Olarak Veba Metaforu: İki Örnek”, Uluslararası Eskiçağ Tarihi Araştırmaları Dergisi, s. 459
7)Fırat Mollaer, “Siyaset Teorisi ve Tragedya: Sophokles’in Antigone’sinde Yasa, Otorite ve Tiranlık”, Bursa Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, s.127
8)Vernant’tan (1996) aktaran Oğuz Arıcı, “Antik Yunan Tragedyasında Ölçülülük (Sôphrosûnê) ve Uyum (Harmonía) Düşüncesi”, s. 13
9)Sophokles, Kral Oidipus, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Bedrettin Tuncel, s.2
10)William Shakespeare, Macbeth, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, s.52
11) A.g.e s.32
12)Homo narrans: Hikaye anlatan insan. Terim, Amerikalı akademisyen Walter Fisher tarafından ortaya atılmıştır.
Bu yazı TEB Oyun Dergisi’nin 2023 Bahar / Yaz (47/48) “Nasıl?” konulu özel sayısında yer almıştır.