Kendini Anlatanlar
1) Otobiyografik bir anlatı/performans seçme nedeniniz ya da motivasyonlarınızdan söz edebilir misiniz?
Melek Ceylan (On İkinci Ev) -Otobiyografik bir oyun yapmaya pandemi döneminde karar verdim. Tabii ki bu dönemde mesleğimi yapamıyor olmak, pandemideki hareketsizlik, iletişimsizlik gibi şeyler benim için etkiliydi. Karantinadayken o sessizliğin içinde diğer evlerden gelen sesleri daha çok duyar olduk ve hikâyelerimizin birbirine benzediğini, bunları yaşarken yalnız olmadığımı fark ettim.

Aslında bu bir ses arama hikâyesiydi. Kendi sesimi arama hikâyesi. Neye nasıl tepki verdiğimin, vermediğimin hikâyesi. Kendi sesimle mi yoksa bana öğretilen bir sesle mi konuştuğumun. Ve bununla beraber tabii ki bedenimin buna nasıl tepki verdiği. Bunun izini sürdüm, peşine düştüm. Kişisel hikâyemden yola çıkmak “ben de buradayım” demenin bir yoluna dönüştü. Aynı zamanda “biz de buradayız” diyerek bir itirazı, kavgayı ifade etmenin bir yolu.
Bir de kendimde dönüşmesini, değişmesini istediğim şeyler vardı. Başlangıçta sadece dönüşüm hikâyesi anlatacağımı söylüyordum ama yazmak, her şeyi kayıt altına almak beni daha da ileriye götürdü. Kendimi ifade etmenin, anlatmanın ve oyunda anlatılan her şeyin görünür olmasının yollarından biri buydu.
Roza Erdem (Evvel Zamanla Tanışmak) – 2017 yılında Seiba Uluslararası Hikâye Anlatıcılığı Merkezi’nde Anlatıcının Yolu eğitimini alırken, Senem Donatan Mohan’la otobiyografik anlatı türünü çalıştığımız bir hafta sonu geçirdik.
O hafta sonu, bölük pörçük hatırladığım bir anının bir hikâyeye dönüşmesine şahit olmak beni çok etkiledi. Çalışma boyunca anımın geçtiği zamana dair pek çok şey; mekân, kokular, sesler, insanlar ve ilişkiler birer birer geri geldi ve iç gözümde bir sahne kuruldu. Hafıza, hatırlama, nasıl hatırladığımız beni her zaman ilgilendirmiştir. Anlatı sanatının araçlarıyla hatırlamak içimde yeni bir evren açtı. İlk motivasyonum bu deneyimin yarattığı etki ve bunun gibi hikâyeleri anlatma arzusu oldu diyebilirim.
Sanırım kişisel hikâyeler anlatma isteği duyan birinin, bu isteğin belirlemesinden hemen sonra çarptığı birkaç soru var: “Neden insanlar dinlenecek onca şey varken bir otobiyografik hikâyeyi dinlemek istesinler? Neden birinin hikâyesiyle ilgilensinler? Neden benim hikâyem?” Ben de bu duvarlara çarptım. Ancak gerçek bir deneyim yaşamadan verebileceğim her cevabın birer varsayımdan öteye geçmeyeceğini ilk kez dinleyiciyle buluştuğumda anladım.
Senem’in hikâye koçluğunda hikâyemi geliştirmeye devam ettim ve ilk kez mezuniyet töreninde kalabalık bir dinleyici kitlesine anlatma fırsatı buldum. Anlatım bittiğinde daha önce hiç görmediğim insanlar gelip kendi hayatlarındaki benzer deneyimleri benimle paylaştılar. Bu paylaşımlar, beklediğimin çok ötesinde hediyelerdi.
Sorularım bir şekilde cevap buldu: Bir yaşam deneyimi paylaşıldığında bu paylaşım başka deneyimleri çağırır. Biri kendi hikâyesini anlattığında, dinleyiciler elbette onun hikâyesine kulak verirler. Bununla birlikte dinleyici ve anlatıcı arasında birlikte yürüdükleri bir koridor açılır. Koridor birbirinden ayrı iki yaşantının getirdiği farklı imgelerle donanır. Anlatıcının da dinleyicinin hikâyesine kulak verdiği karşılıklı bir ilişki kurulur. İş, tek bir kişinin hikâyesi olmaktan çıkar, hepimizin anlatısına döner.
Asıl motivasyonumu ise bugünlerde anlıyorum. Kendi hikâyemi bütünlemeye çalışmak, kendi kelimelerimle yeniden anlatmak ve her şeyden önce bugün nasıl yaşamak istiyorsam öyle anlatmak.
Bihter Gülgeç Saka (Öfkenin Yakın Geçmişi) – Kendi hikâyemdeki dönüşümün bende yarattığı etkisi diyebilirim sanırım öncelikli olarak. Galiba dışarıdan izleyen bir göz gibi etkilendim bu durumdan. Bu dönüşüme benim duyduğum arzuya en büyük alanı psikanaliz açtı tabii. Bu bilimsel çalışmayı hayati buluyorum. Sevebilen ve üretebilen kuşaklar yetiştirmek için yıllarca insanlarla yol yürüyen bu bilimsel çalışmanın etkisini tiyatro yolculuğuma katmak istedim. Benden neredeyse yüz yıl önce yaşamış bir bilim insanının insanlar için bulduğu bir yöntemin hayat kurtarıcı oluşu. Benim dert etmiş olduğum durumun, çünkü kendi hikâyemde bir şey bana bu kadar dert olmasa yazamazdım da sanırım, aslında toplumsal olarak bir yaramız olduğunu da zamanla fark edişim. Bunu da en iyi yine Freud’un bir sözüyle özetleyebilirim. ‘’İfade edilmemiş duygular asla ölmez, sadece diri diri gömülür ve sonradan korkunç şekilde tezahür ederler. ‘’ Sanırım yaşanmamış yasların, öfkelerin altta bir yerde hayatlarımızı bu kadar yönetebiliyor oluşuna ve aslında bunun değişebileceğine de duyduğum hayreti ve çözüm arayışlarımı paylaşmak. Biraz da işleri oyuna dönüştürme hali belki de. Oynaya oynaya büyür ya insanoğlu. Her sahneyi bir adım gibi düşünecek olursak bir kendimliğimden başka bir kendiliğe göç etme serüveni belki. Bu sorunun cevaplarını da yolda keşfede keşfede de ilerliyorum sanırım.
Pınar Göktaş (Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur) – Oyunun yönetmeni Şule Ateş’le bir araya gelmeden önce elimde kişisel hikâyelerden oluşan bir taslak vardı. 2019 yılında Şule’nin otobiyografik hikâye anlatıcılığı atölyesinde metinleri geliştirme ve çoğunu sıfırdan yazma imkânı buldum. Yazdıklarımı birlikte düzenleyip provalarda geliştirerek bir araya getirdik ve sonucunda Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde olur meydana geldi. Şule meddah geleneğinden gelen bir dramaturg ve yönetmen. Hikâye anlatıcılığında birebir metne yaslanan bir biçimdense anlatılan hikâyenin kanavasının sabit, anlatılan şeyinse her oyunda o anda orada seyirciyle yeniden üretilmesini önemseyen biri. Bu bakış benim için yeni olduğu kadar heyecan vericiydi, hala öyle.
2) Otobiyografik oyununuzu kısaca anlatabilir misiniz?
Melek Ceylan– On İkinci Ev mekân tiyatrosuyla fiziksel tiyatroyu bir araya getiren otobiyografik bir oyun. Camekân olan her yerde sahnelenebilir. Ben anlatıcı/oyuncu olarak camın arkasında olduğum için seyirci dışarıda konumlanıyor. Ben hikâyemi camın ardında mümkün olabilecek her yönteme başvurarak seyirciye aktarmaya çalışıyorum, yazıyorum, çiziyorum, şarkı söylüyorum ama onların da aktif bir şekilde seyretmesi gerekiyor. Yani çizdiklerimi, yazdıklarımı, bedenimle gösterdiklerimi takip edip birleştirebilmeleri gerekiyor. O yüzden benimle birlikte seyircilerin de çaba gösterdiği bir oyun On İkinci Ev.

Roza Erdem– 1980 yılında, Türkiye’de yapılan askeri darbe sırasında annem ve babam hüküm giymişler. Yakalanacaklarını anladıklarında ablamı ve beni, anneannem ve teyzelerimize emanet etmişler. O sırada ablam 5, ben 1 yaşımdaymışım. Uzun yıllar cezaevinde kaldılar.
Evvel Zamanla Tanışmak, darbenin üstünde bıraktığı etkilerle çocukça yollarla baş eden bir çocuğun gözünden, kendi hikâyesini yeniden yazan bir kadına uzanan yolu ve bir dönemin Türkiye’sini anlatıyor.
Bihter Gülgeç Saka-– Küçük bir çocukken ailedeki herkesin hikâyesini, onların dertlerini dinleyerek büyümüş bir Birsen var. Ben olmaktan çok sen olmuş. Ben bir sen’im de diyor belki bu isim biraz seyirciye. Bir terapist gibi büyüklerin dertlerini anlayarak onlara derman olmaya çalışan bir çocuk. O yaşta anlıyor, duygular önemli : ) Fakat kendi hikâyesinin o güne kadarki en zorlandığı kısmının Ayrılık Yaşantısı’ndaki duygular olduğunu yaşadığı erken kayıplardan yıllar sonra farkına varıyor. Ve herkesin hikâyesinin belki de en derin dinleyicisi Birsen, kendi hikâyesinin en zor yerinde yalnız kalıyor. Her şeye rağmen Güzel Sanatlar Fakültesini kazanıyor fakat ondan sonra geçmeye çalıştığı eşikte düşüp kayboluyor. Yıllar sonra psikanalizle tanışıyor ve öyle şanslı ki karşısına Onur Saltuk Dönmez çıkıyor. Anlıyor ki sevmek ve üretmek tek çare. Bu durum onu çok derinden bir yerden ikna ediyor. Bu derinleşmeyle birlikte divan analizine geçiyorlar, orada kendi yaratıcılık alanlarını yeniden, başka türlü keşfederken Birsen. Bu aşamada kuklanın ve kuklacılığın da yaratıcılık ve ifade alanında iyileştiriciliğini keşfediyor. Onun için oyunda bir beden kuklası var. Tam o süreçte terapisti kanser oluyor. İşte o zaman bir karar vermesi gerekiyor. Ya orada yaşayacağı duyguları kuşaklar boyu aktaracak ya da bu hikâyeyi değiştiren olacaktır. Gerisi sürpriz, gerisi masal zaten.
Pınar Göktaş– Öyle Şeyler, 90’lardan 2000’lere uzanan süreçte orta sınıf bir ailede büyüyen bir kız çocuğunun hikâyesi. Pınar, romantik filmlerden etkilenip -biraz da tek çocukluğun yalnız sularında hayata tutunmak için- ideal aşkı aramaya başlıyor. Türlü eşikler, değişen şartlar ve toplumsal cinsiyet dayatmaları gölgesinde Türkiye’de büyüyen bir kadının gülümseten hikâyesi diyebilirim.
3) Performansta otobiyografik bir anlatı kurarken ya da kişisel deneyimlerinizden faydalanırken nasıl bir çalışma yöntemi izlediniz?
Melek Ceylan– On İkinci Ev on üç aylık bir araştırma sürecinin sonunda ortaya çıkmış bir oyun. Bu süreçte oyunun kıvılcımını yaratan fikrin mekânı da olan Moda Sahnesi’ndeki camekânın ardında bedensel alıştırmalar yapıyordum. Camın ardında sesimin duyulmadığı bir oyun hayal ediyordum. Gerektiğinde kalemlerle çizimler yaptığım, belki yazı yazdığım… Aslında içimde kavga etmek isteyen bir parça vardı. Bunu yaptığım işle, sahnede yapmak ve kendi hikâyemden yola çıkmak istiyordum ancak nereden başlayacağımı bilmiyordum. Bu sırada içerik danışmanımız Dr. Mürüvet Esra Yıldırım’la tanıştım. Esra insanların kendi hikâyesini yazmasını kolaylaştıran Rehberli Otobiyografi yöntemini Türkiye’ye getiren ilk kişiydi. Bu tekniği kullanarak Esra’yla iki aylık bir çalışma gerçekleştirdik. Esra her hafta benimle bir tema paylaşıyordu. “Ailem ve Ben,” “Sosyal Sınıfım ve Ben,” “Cinsel Kimliğim ve Ben” gibi temalardı bunlar. Her birinde yol gösterici sorular vardı. Bu sorular hatırlamayı kolaylaştırmak içindi. Her hafta bir tema üzerine yazdım, yazdıklarımı buluşmalarımızda Esra’ya okudum. Normalde grupla yapılan bir çalışma bu, insanlar birbirlerinin yazdıklarını dinleyip üstüne konuşuyorlar ama biz bir oyun çıkarma niyetiyle çalıştığımız için baş başa çalıştık. Tek dinleyicim Esra’ydı. O beni dinlerken notlar alıyordu. Yazdıklarım hakkında sohbetler ediyorduk. İki ay sonunda Esra beni dinlerken aldığı notlardan yola çıkarak oluşturduğu bir dosyayı ekiple paylaştı. Sonrasında dramaturgumuz Yaşam Özlem Gülseven ve yönetmenimiz Salih Usta’yla bu notlardan ve benim Esra’yla yaptığım çalışma sırasında yazdıklarımdan yola çıkarak sahneleme yolları aradık. Doğaçlamalar yaptık, farklı diller ve anlatım olanakları araştırdık. Mesela Esra’nın verdiği notlarda “Yut sesini” gibi altı çizili bazı cümleler vardı. Bu cümleler benim yazdığım metinlerden cımbızlanmıştı. Bunu nasıl sahneleriz diye araştırdık ve oyundaki “Yut sesini” performansı bu şekilde çıktı örneğin.
Roza Erdem– Hikâye anlatıcılığı gücünü imgelerden alır. Anlatı, içerisinde barındırdığı imgelerle bizi bütün insanlığa ait bir imgelem dünyasına davet eder. Kişisel olandan evrensel olana ulaştığımız yer bu noktadır. Yani, benim hikâyemde yer alan imgeler, dinleyicinin eşsiz imgelem dağarcığındaki imgelerle konuşur. Hikâye anlatıcılığının bu imgeleri bulup çıkarmak için çok eğlenceli, insanın ruhunu yeşerten yolları vardır.
Senem’in hikâye koçluğunda yarattığımız o kısa hikâyeyi geliştirmeye karar verdiğimizde ilk adımımız imge arayışına çıkmaktı. Neler beliriyor? Neler anlatılmak için bekliyor? Bu soruların cevaplarının peşine düştük. Uzun ve meraklı bir arayışla bir imge/anı havuzu oluşturduk.
Her bir imgeyi anlatıcılığın araçlarıyla ziyaret ederken, bazı anılar diğerlerinden ayrılarak öne çıktı. Bu anılar/imgeler, çalışılmak için hangi modaliteye ihtiyaç duyuyorsa, o alanı/alanları açarak daha derin çalışmaya başladık. Kimi zaman resim yaparak, oyun oynayarak, şarkılar söyleyerek; kimi zaman dans ederek, anlatarak, anılar arasında sıkışıp kalmış duyguların açığa çıkmasını sağlayarak ilerledik.
İkimiz de tiyatro kökenli olduğumuz için anılar arasındaki bağları dokurken dramaturgi bilgimizden faydalandık.
Fikrine güvendiğimiz insanlara anlatılar yaparak onlardan geri bildirimler aldık. Bu geri bildirimler doğrultusunda yeni düzenlemeler yaptık. Her anlatıda gelişme ihtimalini barındıran tek kişilik bir anlatı performansı çıktı ortaya.

Bihter Gülgeç Saka- En başta çok samimi olmayı gözettim. Bir şeyler oldu. Burada bir şey var ve beni etkiledi. Anlatmak istiyorum. Oyunda da bir yerde söylüyorum seyirciye; yolda olanlarla sohbet, yola henüz çıkmamış olanlara davet, aşmış geçmiş gitmiş olanlara selam olsun istedim bu muhabbet diyorum. Tabii yazarken çok şey anlatma isteğiyle coşup taşabiliyor ya hani insan, yazdıktan sonra bütün metni elime alıp bunu en kısa nasıl anlatırızcılık oynadım diyebilirim. Kendimi ve anlatma arzumu anlayıp peki burada anlatmak istediğim en iyi ve hafif nasıl anlatılır diyerek her yaşananın bir öz cümlesini seçtim diyebilirim. Hikâye bitmezdi yoksa :))
Pınar Göktaş- Oyunun başında da söylüyorum. Malzemenin bir kısmı gerçek bir kısmı kurgu. Oyundaki hikâyelerin çok azı birebir başımdan geçen hikâyeler aslında ama hepsi duyduğum gördüğüm büyürken tanık olduğum çevremin hikâyeleri ki bu hikâyeleri benimmiş gibi sahiplenmemi de sağlıyor. Bu yönüyle bir çeşit kişisel belgesel özelliği taşıyor benim için. Bazen de var olan olayı büyüten, dramatik çatışmayı güçlendirmek adına en uca götüren bir anlatı tercih ettik ki bence hikâye anlatıcısının görevi biraz da bu. Eski zamanlarda ateş başında ilk hikâye anlatıcıların başlarından geçenleri anlatırken olduğundan daha büyük, daha coşkulu daha masalsı anlattıklarına eminim.
4) Otobiyografik anlatı kişisel geçmişinizi yeniden kurma/düzenleme imkânı sağlayan bir alan. Sahnelendikten sonra kişisel hikâyenizle olan bağınızda bir değişiklik oldu mu?
Melek Ceylan- On İkinci Ev araştırma süreci, yazım süreci de dâhil olmak üzere hikâyemi her şeyiyle sahiplenmemi sağladı. Bütün kimliklerim, yaptıklarım, kırılganlıklarım, kararlarım her şeyiyle bu hikâye “bana ait.” Bana ait olduğu kadar da herkese. Çünkü hepimiz aynı kültürde, aynı şeyleri yaşadık. Bu anlatmak için beni daha da cesaretlendirdi. Yalnız değilim ve başkaları da yalnız değil. Bu oyun seyirciyle bir diyalog kurma çabası aynı zamanda, camekâna rağmen, onun getirdiği mesafeye rağmen kurulan bir diyalog. Bana güçlü hissettiren de bu.
Bir yandan da On İkinci Ev, otobiyografik olduğu için sürekli güncellemeye açık. Bu durumda sürekli şimdiden geriye üretilen bir oyun. Bu da beni hem düşünsel hem bedensel olarak zinde tutuyor. Dolayısıyla işin en güzel yanlarından biri de, sürekli bir araştırma hâlinde olmak benim için.
Roza Erdem- Çalışma süreci ve anlatmaya başladıktan sonra, kişisel hikâyemde aldığım pozisyonu gördüm; karar verme gücüm yoktu, başıma gelenler vardı, ben de başıma gelenler altında ezilmiştim. Benim için bir hikâye kurulmuştu, nasıl anlatılacağı belirlenmişti, ben de repliklerimi çok iyi ezberlemiştim.
Bunu gördükten, kabul ettikten ve olan biten her şey için gönlümce yas tutabildikten sonra, benim diyebileceğim yeni bir hayata uyandım. Hikâyem değişmemişti. Geçmişte hâlâ aynı acılar vardı, bugün üstündeki etkileri hâlâ devam etmekteydi ama acımı onurlandırabilmiştim. Stephen K. Levine’in Poiesis kitabından bir bölümü buraya taşımak isterim.
“Sanat, acının ‘taşınabileceği’ kabı sağlar. Bu kap olmadan, ruh acısını ‘kaldıramaz’ çünkü yoğunluk dayanılamayacak kadar fazla olur. Sanat, duygu yoğunluğunun kaldırabileceği şekli yaratır. Bu şekil, acıyı ortadan kaldırmaz veya azaltmaz; bunun yerine dayanılmaz kederin kabul edilmesine ve ‘sahiplenilmesine’ izin verir. Kap yoğunluğu artırır. Sunum yapan kişi, acıdan sanat yaratarak katlandığı kaderi üzerinde bir ‘yükselme’ elde eder. Bu yüzden sunumlar, genellikle sunucuların yenilenmiş bir güç ve canlılık hissi yaşamasıyla son bulur. ‘Sorunları’ bir ‘sonuca ulaşmamıştır’ ancak gizemleri trajik bir güzellik ve ihtişam kazanır.”
Ben anlattıkça karşılaştığım anlatmaya meraklı insanlar, anlatacak ne çok şeyimiz olduğu fikri ve anlatmanın beraberinde getirdiği rahatlama hissini -sıkışıp kalmış enerjinin yarattığı baskıdan özgürleşmenin getirdiği canlılık ve kendinde olma halini- başkalarının da yaşamasını istedim. Şimdilerde aşkla yaptığım işim bu: insanlar kendi hikâyelerini anlatırken onlara eşlik ediyorum.
Bihter Gülgeç Saka- Elbette. Hikâyeyi yazarken kurgu aşamasında çok keyifli oluyor söylediğiniz. Düşündürücü ve eğlenceli de. Sahnede anlatıcı olarak deneyimlediğim kısımdaysa, her sahne bir adım ve her adımda başka bir kendime ilerliyorum sanki. Bazen daha büyük adım bazen daha küçük adımlarla. O dünyanın başka bir döneminde başka bir ben hali sanki. Geçmişte duygularımı yaşamakla ilgili pinti olduğum dönemlere borcumu da ödüyor gibiyim. Sahnede geçmişteki kendimin hissettiklerinin bonkörce başını okşama hali belki biraz. Geçmişe gidip o yoğun duyguları hissedip dönmüş gibi de oluyor bazen. İyi geliyor. Oyun da değiştiriyor beni. Öyle bir yere geldik ki hatta bendeki bu değişim, ve beraberinde yönetmenim Emre Saka’nın da değişimi elbette, oyunun değişimine dönüştü. Farklı bir sürece de girdik şimdi söyleyeyim. Oyun kendini yeniden doğruyor. Keyifli derin bir çalışmaya başladı yakında paylaşacağız. Çok farklı bir heyecanı var. Sanırım dönüşümü anlatmamızla da ilgili diye düşünülebilir tüm bu olanlar. Pınar Göktaş- Kişisel bir yerden hikâye anlatmanın güzelliği de laneti de bence aynı. O ana tekrar tekrar gitmek ve yaşamak. O anın o hikayelerin yarattığı travma, neşe, utanç, mutluluk, suçluluk ne varsa yeniden hatırlamak. Oyunun dördüncü sezonunda artık bu kadar yoğun hissetmiyorum artık o anılarla aramda daha kabullenen, müşfik bir bağ oluştu diyebilirim.
5. Dramatik sanatın sahip olduğu ifade, dil ve iletişim olanaklarını yeniden keşfetme; farklılıklar içeren öneriler oluşturma alanlarında çalışmanızla kurduğunuz ilişki hakkında neler söylemek istersiniz?
Melek Ceylan- Dil, ses, metin, oyundaki her şey benim geçmişimden yola çıktığım malzemelerle oluşturduğum metinden şekillendi. Her malzemenin oyunun içinden kendi olanağını bulması ile ilgilendik. Amaç; ses duyurma ve dil yaratma meselesiydi, zaten camın arkasında olduğum için kendiliğinden yeni anlatım dilleri araştırmamıza sebep oldu bu durum. Aslında bu dil kendi kendine, bir ihtiyaçtan kaynaklanarak oluştu. Bir “yeniden keşfetme” olarak tanımlayabilir miyim bilemiyorum ama biz “anlatmaya çalıştığımız” meseleye odaklandığımızda teatral anlatım dilini dönüştürmek durumunda kaldık. Sesim camın arkasından gitmiyordu. Mekânın kendisiyle mücadele etmek zorundayım kurduğumuz dilin seyirciyle ilişki kurması için ve bu da oyunu yapmama sebep olan istekle örtüşüyor.
Oyunda kullandığımız nesneler; fotoğraflar, kesilmiş saç, şarkılar hepsi kendi geçmişimden geliyor. İletişime geçmek, sesimizi duyurmak için mücadele etme zorunluluğu getirdi biçimin kendisi, anlatım dili de buna göre şekillendi.
Roza Erdem- Evvel Zamanla Tanışmak daha önce kurgulanmış bir anlatı olsa da; neler olacağını, nasıl ilerleyeceğimi bilsem de, bilmediğim/iz pek çok şey var. Anlatıcılığa dair her an artan heyecanımın ve merakımın nedeni de her seferinde bir bakıma bilinmeyene adım atmak.
Hikâye anlatıcılığında beni en çok etkileyen unsur, dinleyici ve anlatıcı arasında dördüncü duvarın olmaması, doğrudan iletişim kurabilmemiz. Sahne kendi üstüne kapalı değil, sahnede olan kişi ve dinleyici arasında mesafe yok.
Ayrıca anlatı içinde bulunduğu mekânı, mekânın şartlarını, dışarıdan gelen sesleri, beklenmeyen etkileri de içeriyor. Aslında bir yandan anlatı akarken bir yandan sürekli bir anda olma hali, anlatıyı hayatın kendisinden ayrı düşürmüyor; aksine besliyor ve bağlarını güçlendiriyor.
Anlatıcı; kendi bulunduğu hal, zaman ve mekânın ve de dinleyicinin beraberinde getirdiklerini karşılamak, içermek için yere ne kadar sağlam basıyorsa o kadar esnek olabiliyor. Dinleyici ve anlatıcı, bu anda ve mekânda oldukları gerçeğini göz ardı etmeden, sessiz bir anlaşma yaparak birbirlerinden etkilenmeye açıyorlar kendilerini.
Bihter Gülgeç Saka- Aslında yine psikanalizden ayrı düşmeyecek söyleyeceklerim, bu anlamda da çalışmamız için bilim ve sanatın güzel bir işbirliği örneği olduğu çıkarımı yanlış olmayacak galiba. Çünkü anlatabilmenin, ifadenin başka başka yollarını kendi iç dünyamızda araştırdığımız bir süreçte farklı farklı anlatma biçimleri ikram ettik sanırım seyirciye farklı farklı kollarla. Çok içeride duyulan bir arzu, merak ve araştırmanın tiyatroda bir dile dönüşmesi. Kukla oyuncunun saklanmayı seçebileceği tekinsiz ya da cesaret edemeyeceği alanlarda seyirciye anlatabilme adına daha uzanabilir oluyor, insanın anne memesine kadar uzanan madde nesne ilişkisini düşündüğümüzde oyundaki objelerle anlatıcının ilişkisi üzerinden farklı bir kestirme yolunu arıyoruz seyirciye anlatmanın. Bazen ses daha net anlatıyor, bazen ritüeller kolaylaştırıcısı oluyor hikâye anlatıcısının. İçerilerde bulunan yollar hep. Bu anlamda anlatabilmenin farklı alanları aynı amaç için oyunda buluşuyor diyebiliriz.
Böylelikle ulaştığımız yerde başka disiplinlerden gelen ürünleri çalışmamızın içine yeni bir dil önermesi olarak dâhil etmiş olduk. Bu anlamda oyunumuz için, bugüne kadar gelmiş dramatik sanatın ögelerini kendi içimizde sentezlemiş ve seyirciye yeni önerilerde bulunuyor diyebiliriz. Hikâye anlatıcılığı beden kuklası kullanımı obje kullanımı ve zaman kırılması dâhilinde alışılagelen dramatik yapının dışında bir iş olduğunu da söyleyebiliriz. Sahne üzerinde oyuncu ve beden kuklası kişisinin anlatımda aynı hiyerarşik düzlemde barınıyor olmasının ilişkiyle ilgili araştırmalarımızın ve dil arayışımızın sonucu olduğunu da söylemek mümkün.
Tiyatro olarak oyuncu-kukla, kukla seyirci ve oyuncu seyirci ilişkisini de araştırdığımız yolculuğumuzda, Öfkenin Yakın Geçmişi oyununda verimli edinimlerimiz oldu diyebilirim.

Pınar Göktaş- Uzun zamandır bu mesleği yapıyorum. Kelimeler, hikâyeler, ifade biçimleri, duygular her zaman benim için çok değerli. Böyle şeylere merakım hiç geçmiyor. Aksini bilmediğim için böyle olmamak nasıl olurdu bilmiyorum. Ama biçimler mecralar değişse de hikâyeler anlatılmaya hep devam edecek ve bunu bilmek hayatı biraz daha katlanılır kılıyor.
Bu yazı TEB Oyun 46. sayısı içindeki Kendine Ait Bir Oyun dosyasında yer almaktadır.