Kendini Yetkilendirme Girişimi: Otobiyografi
Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümü son sınıf öğrencileri olarak Atatürk Enstitüsü Modern Türkiye Tarihi binasının Boğaz manzaralı odasındaki büyük masanın çevresini doldurmuş, enstitünün müdürü Prof. Zafer Toprak’ı dinliyorduk. Dinliyorduk çünkü dönemin Tarih bölüm başkanı olan Prof. Edhem Eldem yurt dışında olduğu için tez dersinde ne yapacağımızı bildirecek kişi oydu. Bize tez olarak otobiyografi yazacağımızı söylüyor, anlatmaya istediğiniz yerden, dedenizin hikâyesinden bile başlayabilirsiniz diyordu. Bunu duyar duymaz bu tezin tam benlik olduğuna ikna olmuştum. Zira bundan tam bir hafta önce bir arkadaşımla karşılaştığımda kampüse doğru yürürken tez için ne yapacağımıza dair konuşmuş, ben de “Keşke hayat hikâyemizi yazsak” demiştim.
Böyle söylememdeki en büyük etken okuma yazmayı bilmediğim günlerde dahi anlatacak bir hikâyemin olmasıydı. Yetişkinlerin beş yaşındaki bir çocuğu merakla dinlemeleri beni anlatacak şeylerim olduğuna ikna etmişti. Küçüklüğümün farkında değildim belki ama anlattığım şeyin büyük olduğunu bu meraklı hâl bana söylüyordu. “Değişik” bir aile hikâyem vardı. Fakat her şey bununla sınırla kalmamıştı. Yaşım ilerledikçe bu “değişik” hikâyeye ben de imkânım ölçüsünde yeni yeni değişik elementler eklemiştim.
Tecrübelerimiz beklentilerimizle ne kadar çok çatışırsa anlatacak o kadar çok şeyimiz olduğu söylenir.(1) Ancak bu beklentileri bizim kendimizden beklentilerimiz olarak değil de toplumun bizden beklentileri olarak da düşünebiliriz. En azından benim hikâyemde olan buydu. Hikâye demişken, onu tanımlamak o kadar kolay değil. Yalnız, bilinen şu ki bir hikâye için üç şey gerekli: Hikâyeyi belirli bir bakış açısından anlatan bir ses, bir veya birden fazla karakter ve olay örgüsü.(2) Burada belki de en kafa karıştırıcı olan şey olay örgüsüdür. Olay örgüsü olayları bir nedensellikle birbirine bağlayan unsurdur.(3) “Babası gibi olmamak için evi terk etti çünkü babası zaafları olan güçsüz bir adamdı” cümlesinde “Neden?” sorusunu cevaplayan şeyin ta kendisi. Geriye dönüp eylemlerin gerekçelerine dair açıklamalar bulan bir mekanizma. Yani bir olaylar silsilesinden çok daha fazlası.
William L. Randall hikâyelerden bahsederken farklı düzeylerde hikâyeler olduğunu ifade eder. En dış katmanda “dış hikâye” yer alır. Burası, kâinatta olan biten her şeyi yani her olguyu kaydeden bir “kozmik aygıt” olsaydı onun işleyeceği katmandı. Bu düzeyde hem biyolojik hem de tarihsel bir varlık olarak yer alırız. Yani bilincimiz dışında çalışan iç organlarımız ve en küçük biyolojik parçalarımız ile bilinçli olarak gerçekleştirdiğimiz eylemlerin toplamı: Bir varoluş hâlinin toplamı. İkinci düzeyde “iç hikâye” bulunur. Burası otobiyografik belleğin ikamet ettiği yerdir. Burada olaylar oldukları gibi yani kozmik bir bütüncüllük ve kapsayıcılık ile değil, bize göre, kendimize göre kaydedilir ve işlenir. Kâinatta olup bitenlerden bizim payımıza düşeni ve bu payımıza düşeni anlamlandırma sürecimizi temsil eder. Üçüncü düzeyde “iç-dış hikâye” vardır. Burası, içsel hikâyemizi bir monologdan ya da içselleştirdiğimiz başka seslerle iç içe geçmiş bir monologdan başkalarına aktarabildiğimiz bir hikâyeye dönüştürdüğümüz düzeydir. İçimizde tuttuğumuz şeylerin anlatılabilir veya başkalarınca kavranabilir şekilde ifadesidir. Bu ifade biçimleri hareketlerimiz ya da sözlerimiz olabilir. Dördüncü düzeyde “dış-iç hikâye” yer alır. Burası, bizimle bir şekilde bir araya gelmiş herkesin bizimle ilgili anlattıklarından, bizi nasıl “okuduğundan” ibarettir. Yani başkasının zihnindeki ben, bana benimle ilgili anlatılan hikâye demektir. İç-dış hikâye otobiyografik, burası da biyografiktir.
Özetlemek gerekirse, dış hikâye bizim dışımızda gerçekleşen olaylardır. Hammaddedir. İç hikâye, bu olaylardan kendimiz için çıkardığımız anlamlardır. Bu anlamları iç-dış hikâyeyi üretmek için kullanırız. Yani bu anlamlar da iç-dış hikâyenin hammaddesidir. İç-dış hikâye, çıkardığımız anlamlar hakkında başkalarına anlattıklarımızdır. Ancak iç hikâyenin içerdiği her şey kullanılmaz. Bir kısmını gömeriz bir kısmını da daha sonra kullanmak üzere bekletiriz. Dış-iç hikâye ise başkalarının bizim başımıza gelenlere ve bize dair anlattıklarıdır. Bu süreçte de sahip olduğumuz birçok tarafımız başkalarınca bir kenara atılır.(4)
Yıllar, yıllar önce ünlü romantik şair William Wordsworth’ün şiirleri İngiliz kolonilerindeki okullarda pedagojik amaçlarla konuşlanmış ve İngilizliğin metonimi hâline getirilmiştir. Bu şiirlerden en meşhuru 1807’de “I wandered lonely as a cloud” [Bir bulut gibi yalnız dolaştım] adıyla yayımlanan Daffodils [Nergisler] şiiridir. Bu şiirin nasıl bir etkiye sahip olduğunun en büyük göstergelerinden biri Meenakshi Mukherjee’nin Hindistan’daki elit ailelerin kızları gibi elit yatılı okullarda okuyup İngilizceyi onlar gibi konuşmayı arzulamasını “to be daffodilized” yani “nergisleşmek” olarak tanımlamasıdır.
Bu duruma karşı postkolonyal bir kampanya yürüten yazarlardan Jamaikalı-Amerikalı yazar Michelle Cliff’e göre Wordsworth’un bu şiiri kolonyal yönetimin Jamaica’nın (ve diğer kolonilerin) ne ihtiyaçlarına ne de coğrafyasına önem verdiğini gösterir. Zira geçmişte bu şiiri ezberinde tutan bir milyon çocuğun hiçbiri ömrü boyunca bir defa bile gerçek bir nergis çiçeği görmemiştir. Yalnızca resmini görmekle yetinmiştir. Yani insanlar yıllarca hiç bilmedikleri bir şeye dair yazılan bir şiiri ezberlemeye zorlanmıştır.
Antigualı-Amerikalı yazar Jamaica Kincaid de yarı otobiyografik metni Lucy’de Wordsworth’un şiiri üzerinden İngilizliğe dair olan şeyleri içselleştirmeye nasıl zorlandığını aktarır. Samoalı yazar ve şair Albert Wendt de Yeni Zelanda’da aldığı eğitimin pedagojisinin Maori kültürü ve edebiyatı olmadığı fikrine dayandığını ifade eder. Zira Daffodils şiiri ve onun gibi metinlerin hepsi onun deneyimlerinden kopuk bir dünya haritası ve coğrafyası tasvir etmektedir.

Bu nedenle postkolonyal eleştirmenler Daffodils’in İngiliz edebi emperyalizminin temsilcisi olduğunu savunurlar. Fakat bu temsili üstlenen neden başka bir şiir değil de bu şiirdir? Öncelikle, Wordsworth’un şiirleriyle genellikle bazı kurumların oluşturduğu seçkiler vasıtasıyla karşılaşıyoruz. Bunlar da Wordsworth’e indirgemeci bir tutumla yaklaşmaktadır. Kolonilere gönderilen Wordsworth, politika hakkında değil, nergis çiçekleri hakkında yazan biridir. Bir şairin veya yazarın yüceltilmesi onun işlerinin toplumsal kullanımlarıyla yakından alakalıdır. 1835 yılında Hindistan’da eğitim dili İngilizce olduktan sonra birçok ekol ortaya çıkar ancak öne çıkan misyonerlerin tercih ettiği romantik metinlerdir. Bu metinlerle değişen toplumsal hiyerarşinin gerektirdiği yeni ahlaki düzen içselleştirilir. Zira yeni oluşan işçi sınıfı, kadın hareketi ve kolonilerdeki değişime direnen eğitimli sınıf yeni toplumsal gelişmelerdir. Böylece Wordsworth hem iktidardakilerin değişen ihtiyaçlarını tatmin eder hem de tanınırlığını artırır.
Gauri Viswanathan İngiliz edebi metinlerinin 19.yy’ın Hindistan’ında bir İngiliz’in yerine işlev gördüğünü söyler. İngiliz edebi metinlerinin her bakımdan yüksek standartlara sahip oluşu Hindistan’da askeri operasyonlarda ve ticari aktivitilerde bulunanlar başkalarıymışçasına İngilizlerin tüm eylemlerini güzelce maskeler. Nitekim Daffodils şiiri İngiliz’i kırsal bir bölgede, doğayla neşeli bağ kurabilen biri olarak tasvir eder. Wordsworth nasıl Hindistan’daki İngiliz’in zıddıysa şiirlerine ilham veren muhteşem dağ ve göl manzaralı Lake District bölgesi de Londra’nın tam zıddı hatta maskesidir. (Ancak bunu söylemek Lake District’in temiz ve bozulmamış olduğunu varsaymayı gerektirir).(5)
Kolonyalizm, yukarıda dış-iç hikâye için söylediğim gibi sömürülenin birçok tarafının bir kenara atılmasını içerir. Hiç görmedikleri bir çiçek için yazılan bir şiiri ezberlemeye zorlanan Jamaikalıların kendi ihtiyaçları, coğrafyaları, tarihleri ve dünyayı deneyimleme biçimleri bir kenara atılmıştır. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi bize bizimle ilgili anlatılanları düşünün. Ebeveynlerimizin, akrabalarımızın, arkadaşlarımızın, devletin… Her birinin bizimle ilgili anlattıkları/anlatacakları şeyler karşısında değersiz veya anlamsız gördükleri için bir köşeye fırlattıkları/fırlatacakları taraflarımız vardır. Üstelik bu köşeye fırlatılan şeyler sadece duygularımızı incitmekle kalmaz, maddi anlamda hayatımızı da şekillendirir. Örneğin, otomobil çarpışma testlerinde kullanılan mankenlerin ortalama erkek vücuduna göre dizayn edilmesi herhangi bir kazanın kadınlar için ölümcüllüğünü artırır.(6) Bunun en büyük sebebi insanın erkek olarak tahayyül edilmesi, cinsiyetsizliğin de erkeğe yakınsanmasıdır. Yani bir kadın olarak bana dair anlatılan hikâyede en başta insanlığım elimden alınmış durumdadır.
Kavramsal düşünceyle tanışıklığı olmayan kimseler karşılaştıkları şeylerle ortak duyu yoluyla ilişkilenir. Yani kamusal akla başvurarak. Her gün veya belirli aralıklarla tekrar eden herhangi bir şeyin bu tekrarlı hâli kendi kendini açıklayan bir doğaya sahiptir ortak duyu için. Yemeği öyle değil de böyle yemek, bulaşığı öyle değil de böyle yıkamak, birini öyle değil de böyle öpmek gibi “bu iş böyle yapılır” diye öğrendiğimiz birçok örnek bulunabilir. Tüm bunlar tekrar eden eylemler olarak bize hem kendilerini hem de bizim kabul gören bir versiyonumuzu onaylatırlar. Yani her ölüm haberi aldığında üç takla atmayı âdet edinmiş kimseler de olabilirdik.
Ortak duyu neyi normal kabul ederse yaşamımızı bir toplum içinde devam ettirebilmek için ona onay vermeye mecbur hissederiz. Hatta çoğu zaman bunu düşünmeyiz bile çünkü aklımızın bir kenarında hep “bu iş böyle yapılır” diyen bir ses bulunur. Hayat böyle yaşanır… Zygmunt Bauman’ın dediği gibi her şeyin böylesine tanıdık olduğu ve tanıdık olduğu için merak uyandırmadığı bir düzende gündelik ıvır zıvıra dair sorular sorarak tanıdık olana yabancılaşmanın da beraberinde getireceği bir şeyler var.(7)
Otobiyografi yazmak bana bu türden faydalı bir yabancılaşma, bu yabancılaşma da kurumların ve kişilerin bana dair anlattıklarına karşı başka bir ben hikâyesi yaratma imkânı tanımıştı. Kendisinden beklenenler kendi deneyimleriyle uyuşmayanların elbette anlatacak çok şeyi vardır. Ancak daha önemlisi, beklentileri deneyimleriyle uyuşmayan (ve eli kalem tutan) biri muhtemelen kendini kâğıt üzerinde yeryüzünde olduğundan daha güçlü hissedecektir. Randall eğitimin asıl amacının insanların bize bakıp “dıştan içe okudukları hikâyeleri” kendi üzerimizde daha az etkili kılmaya hizmet etmek olduğunu söylese de ben eğitim kelimesini otobiyografi ile değiştirmek istiyorum. Zira otobiyografi de tam olarak buna hizmet eder. O yüzden, hikâyemizi içeriden dışarıya aktaramadıkça hayatı boyunca hiç nergis görmediği hâlde nergislere yazılmış bir şiiri ezberleyen Jamaikalı çocuklar misali kendi yaşadığımız gerçekliği yok sayan öğretilerin ürünleri olmaya mahkûm olacağız.
DİPNOTLAR
1.William L. Randall, Bizi Biz Yapan Hikâyeler: Kendimizi Yaratma Üzerine Bir Deneme, çev. Şen Süer Kaya (İstanbul: Ayrıntı, 1999) 150.
2. Ibid., 94.
3. Ibid., 120.
4. Ibid., 56-66.
5. Karen Welberry, “Colonial and Postcolonial Deployment of ‘Daffodils,’” 19, no.1 (1997): 32-44.
6. Caroline Criado Perez, “The Deadly Truth About A World Built for Men – From Stab Vests to Car Crashes,”
7. Zygmunt Bauman, Thinking Sociologically (Malden: Blakwell, 2001), 10.
Bu yazı TEB Oyun Dergisi’nin “Kendine Ait Bir Oyun” dosyasında yer almıştır.