Kosovalı Peer Gynt İçin Yeni Bir Hayat Mümkün mü?
Sahnede bir parça soğan, demir yığını ve gaz bulutu. Ellerinde bavullar her ân gitmeye, yola çıkmaya hazır, kaygılı, telaşlı, korkulu insanlar. Sokakları tanınmaz, acılı, kaotik bir yere çeviren şu bitmez gaz bulutu ve çatışmaların içinde direnenler, yine aynı insanlar. Yerlere saçılmış, her ihtimale karşı ceplerde saklanan soğanlar sadece göz yaşartıcı gazın değil hayatın tüm acısını dindiren bir panzehir, bir direniş silahı. Demir kafeslerden kurulmuş, sınırları baştan çizilmiş, kapalı, kasvetli bir dünya burası. Bu dünyanın içinde gezinen türküler, ninniler, bir annenin yıllar süren çilesi, kırmızı yün örgüsü. Peki, bu gaz bulutunun içinde bir başka dünyanın, “baştan, yeni bir hayatın” imkânı var mı?
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bu yılki repertuvarında Kosovalı Peer Gynt adlı bir oyun olduğunu öğrendiğimde -yılın son günü olmasına rağmen- heyecanla ve merakla soluğu oyunun sahneleneceği Cevahir Sahnesi’nde aldım. Bu merakın sebebi belki birçoğumuz için ortaktı: Kosovalı Peer Gynt, Norveçli Peer Gynt’ün nesi oluyordu? Aralarında bir kan bağı var mıydı? Cevap hem evet hem hayır. “Evet”, çok benziyorlardı, çünkü her iki Peer Gynt de muzipçe yalanlar söylüyor, genç yaşta annelerini tatlı yalanlarıyla kandırıp evlerini terk ediyor, devr-i âlem yapıyordu. Her ikisi de her daim göçmendi, macera insanıydı ve dönüp dolaşıp varacakları yer yine ana kucağıydı. Diğer taraftan, “hayır” hiç benzemiyorlardı. Biri İskandinav’dı, diğeri Arnavut; biri epikti, diğeri tüm türlerin melezi, biri “kendin olmak ne demek” sorusunun peşinde oradan oraya sürüklenip duruyordu, diğeri böyle soruları akıl edemeyecek kadar avareydi ama bir şekilde başına gelenler “kim-liğini” dönüştürüyordu. Biri sınırların olmadığı bir dünyada bir göçmen, gezgin, her girdiği yeni macerada bir “efendi”ye dönüşen taşralı; diğeri çoktan koyulmuş sınırları her koşulda ihlâl eden bir hırsız, kural tanımaz bir yalancı, Avrupa’nın “bir numaralı korkulu rüyası”, tez elden “def edilmesi gereken bir sığınmacı”ydı.
Kosovalı oyun yazarı Yeton Neziray’ın Türkiye’de sahnelenen üçüncü ve yeni oyunu Kosovalı Peer Gynt, adının çağrışımlarının aksine Ibsen’in Peer Gynt’ünün bir uyarlaması, yeniden yazımı değil. Daha çok epik kahraman Peer Gynt’ün bugünün savaşları, göç dalgası, işgal, sokak siyasetinin tam ortasında yeniden vücut bulmuş çağdaş ruhu. Sadece Kosovalı ve yerel değil her yerde, her ân karşımıza çıkabilecek, “herhangi bir” insan tekinin hem hep aynı hem de sürekli değişip dönüşen trajik olduğu kadar komik ve absürd, dramatik olduğu kadar epik, gerçekçi olduğu kadar lirik hikâyesini anlatıyor. İlk gösterimini 27 Aralık 2018’de yapan, Saydam Yeniay rejisiyle sahnelenen oyun Senem Cevher tarafından Türkçe’ye çevrilmiş ve 2016’da Mitos-Boyut Yayınları tarafından yayınlanmış.
Ülkenin Sırbistan’la giriştiği bağımsızlık savaşında, sokakların göz yaşartıcı gaz bulutundan, göstericilerden geçilmediği sırada yoksul annesine (oynayan Fatma Öney) yalanlar söyleyip onu kandırarak reşit olmadığı halde pasaport çıkartmayı, ardından Avrupa rüyasının ilk durağı olan İsveç’e girip sığınma talebinde bulunmayı başarıyor Kosovalı Peer (oynayan Erşan Utku Ölmez). Okuluna atılan zehirli gazın bedeninde yarattığı parçalanma hissini Avrupalı diplomatlara anlatırken, ülkede birlikte yaşamanın, bütünlüğün bozulmasından söz ediyor sanki. “Bilekleri ayaklarından, omurgası midesinden” ayrılmak isteyen Peer’in bedeni Avrupa rüyasında yeni uzuvlar, yeni bir bütünlük bulabilecek midir? Oysa Peer sahip olduğu en sahici, en trajik hikâyeyi anlatırken Avrupalı heyet, göstermiş olduğu “oyunculuk cevheri”nden ötürü sığınma talebini reddeder. Bu hikâyede Peer’in sözde oyunculuğu Avrupalılar’ın kendisiyle ve acılarıyla “alay eden”, “yabancı karşıtı”, “önyargılı”, “ayrımcı”, “ikiyüzlü” tavırlarına karşı politik bir taşlama aslında. Oyunun bu tavrı belli tekrarlar, döngüler ve “tahmin edilemeyen müdahaleler” üzerine kurulu.
Peer sırasıyla İsveç, İngiltere, Fransa, Almanya’ya girmeyi başarıyor ve her defasında benzer sudan gerekçelerle sığınma talebi reddediliyor. Avrupa rüyası kursağında kalan Peer, horlanma acısıyla kendi gibi olanlarla bir araya geliyor ve onlardan esirgenen “rüyayı” sahipleri için kâbusa dönüştürmeye niyetleniyor. Ibsen’in Peer Gynt’ünün cinler kralıyla tanışması gibi her gittiği ülkede göçmenlerin kurduğu bir yeraltı oluşumunun lideri Bac’la (oynayan Hakan Şahin) tanışıp mağdur edebiyatıyla insanları kandıran yaman bir hırsıza dönüşüyor. Oyun, belli tekrarlar üzerine kurulu. Gittiği ülkelerde benzer muameleyle karşılaşması, sığınma talebini reddeden diplomatların ister İsveç, İngiliz olsun aynı oyuncuyla, aynı duyguyla verilmesi, Peer’in her defasında eve geri dönmesi, (“uçuyorum” demenin yeterli olduğu) bir Arnavut sihiriyle Avrupa’ya uçarak girmesi gibi.
Bununla da bitmiyor Peer’in maceraları. Baba oluyor, Almanya’da cezaevine giriyor, boşanıyor, cezaevinden kaçıyor, pek çok kez ülkesine gönderiliyor ve nihayet Peer de tıpkı (beğenmediği) babası gibi, annesinin tüm korumalarına karşın onunla birlikte kendi sokaklarında gazın ve soğanın kokusunu tadıyor. Peer’in “akıllandığını”, memleketine dönüp bir direniş neferi, önderi olduğunu söylemek çok doğru olmaz. Ama Peer’in ele avuca geçmez, ne yapacağı kestirilemeyen, bugünün toplumunun occupy eylemcisine dönüştüğünü söyleyebilirim. Her daim isyankâr, neşeli, umutlu, alaycı, amorf, tuhaf bir eylem davetçisi, Peer. Bu nedenle Neziray’ın yazını ve tiyatral evreni “yerel” olmanın çok ötesine, her yerin zaten çoktan “yerel” olduğu tanıdık bir alana taşınıyor: Kosova’dan Arap Baharı’na, Gezi’ye, Hong Kong’un Şemsiye Hareketi’ne, Sarı Yelekliler’e, Katalanlar’ın İspanya sokaklarındaki bağımsızlık mücadelesi ve daha pek çokları arasında mekik dokuyan bir düşünsel, eylemsel bölgeye.
Bu sebeplerden olsa gerek sahnelemede Avrupa ülkeleri ile Kosova arasında pek fark yok. Burası demir kafeslerle örülmüş, insanların mesafeli, soğuk, duygusuz bağlarla birbirine temas ettiği, insanın içinde tutsak olduğu, ona gerçek anlamda bir özgürleşme imkânı sunamayan bir dünya tasarımından ibaret. Sahnedeki demir yığını dünya, Kosova’daki ana evi, özgürlükler uğruna çatışılan sokaklar da olabiliyor, Almanya’da bir cezaevi ya da Stockholm’de bir nehir kıyısı da. Her yer aynı, çok tanıdık ve çok tuhaf. Sahneyi saran sis bulutunun içinde gerçek ve yalan birbirine giriyor, her türlü samimiyet, sahicilik buharlaşıp gidiyor olsa da bu sahnenin acısına deva olacak soğanlar her yere dağılmış durumda. Yeniay’ın rejisi, Behlüldane Tor’un sahne tasarımında bu demirden dünyanın kirini, pasını atacak, üstüne çöken gri bulutları dağıtacak o küçük mucizeler sahnenin her yerinde filizleniyor. Bir tarafta bir annenin yürek burkan türküleri, ninnileri, diğer tarafta ise neşeli Balkan ezgileriyle sahnenin duygusu dengeleniyor. Çünkü dingin olduğu kadar gelgitli, mizahlı olduğu kadar öfkeli bir dramaturgisi var sahnenin. Hareket düzeninin kimi zaman dağınık, dolaşık görünmesi bundan.
Peer’in kendi ülkesinin sınırlarını sürekli ihlal etmesi, sınırları aş(ındır)ıp tekrar kendi mevziine, ana ocağına geri çekilmesi gibi oyun da dramatik yapının sınırlarını zorluyor. Belli bir türe yaslanmıyor. Dramatik, epik, hiciv, şiir, şarkılar arasında gezinip dururken “tahmin edilemeyen müdahalelere” açık olmayı tercih ediyor. Eteğindeki taşları sadece karşısındakine fırlatmıyor oyun, kendini de taşlıyor. Örnek 1: Peer, Almanya’da yaşlı bir kadını, yardım etme bahanesiyle, ülkesinde yaşadığı şişirilmiş acıklı olayları anlatarak kandırır. Peer’in derdi, her duyduğunu “aman Tanrım, ne korkunç”, “dünyada hâlâ böyle korkunç şeyler oluyor mu” diye cevaplayan yaşlı kadının evini soymaktır. Ama yakalanır. Bu sahnede suçüstü yakalanan sadece Peer değil, oyunun kendisidir de. Yaşlı kadını oynayan oyuncu (Funda Eskioğlu), hem oyunculara hem de seyircilere döner ve “bir yaşlı kadın üzerinden bu kadar milliyetçilik, ayrımcılık, nefret söylemi yapmak bu oyuna yakışmadı, olmadı,” der ve daha güzel hikâyelere, aşka ihtiyacımız olduğunu hatırlatır. İşte bu sırada “araya giren oyunla” Peer için oğlu Peer Juniur’un tohumunu atacak, yağmurlu, romantik bir aşk sahnesi hazırlanıverir. Bu beklenmedik müdahalenin “sürçü lisan ettiysek af ola” demeye gelen bir telafi sahnesi olduğunu düşünüyor değilim. Kapıdan kovulan ama bacadan giren “öteki/göçmen/sığınmacı”yı ehlileştirmenin, melezleştirerek bünyesine dahil etme politikasının melodramatik-romantik süslenişi ve tabii ona atılan bir taş daha olsa gerek. Örnek 2: Peer oyun sonunda annesiyle Kosova’da bombaların altında buluşur, birlikte savaşırlar. Sahne çok dramatik bir etki uyandırarak bittiğinde oyunun final yaptığını düşünürüz. Ama “Bu oyun burada bitmiyor,” der Peer, böyle trajik, dramatik bir etkinin oyuna hiç yakışmadığını ekleyerek. Peer’e güvenmek zordur seyirci için. Ona en inandığımız, ortak hissiyat kurduğumuz anda sadece annesini ve diğerlerini değil bizi de yalan bir sonla kandırdığını, hep anlatacak yeni bir sonu olduğunu anlarız. Belki de “çoktan sona ermiş ama son sözünü henüz bir türlü söyleyememiş” bir oyunla karşı karşıyayızdır.
Değişti derken şaşırtır bizi Peer, yine yalanlarıyla mezarı başında annesini kandırır, yine yaşlı bir kadını soyar. Ama bir şeyler elbette değişmiştir. Sokakta polisle çatışan babasının gırtlağından yaralanması, sonrasında ölmesi gibi, Kosova bağımsızlığını elde ettiğinde Peer de topal bir gazidir artık. Şimdi hikâye sırası Peer’in oğlu Peer Junior’da (Gabriel-Oynayan: Ozan Dağara) ve babasının, “Sakla bunu, bir gün lazım olur,” diye verdiği soğandadır. Peer’in kendi gibi avare oğlu genç Peer’in giderayak sahnenin bir köşesine fırlattığı o soğan tekiyle nerede, ne zaman, hangi gaz bulutunun içinde karşılaşacağımızı zaman gösterecek
TEB Oyun Dergisi Sayı 40’a “Arşiv” bölümünden ulaşabilirsiniz.
Bu yazıyı yer işaretlerinize eklemek ister misiniz?