Kosova’nın Nesi Meşhurdu?
Kosova mı? Showcase mi? 10 gün sonra mı? Acaba kim gelir benimle? Deniz (Başar)? Olley, aldık biletleri. Günde üç oyun bir panel, sabah kahvaltıdan sonra mesai başlıyor. Akşam yatana kadar tiyatro konuşmak, Kosova’yı konuşmak, geçmişi, şimdiyi, yapılabilecekleri konuşmak. Deniz’le birlikte yaptığımız röportajlar çoktan yayımlandı1 ama bir türlü yazısını yazamadım. Tijen sıkıştırmasa bu yazı da yarım yamalak kalacaktı.
Bob Watson Falls From the 9th Floor but Does Not Die Completely (Bob Watson Dokuzuncu Kattan Düşer ama Tam Olarak da Ölmez)
Deniz’le birlikte gördüğümüz ilk oyun. Aynı isimde bir dolu Bob Watson bir kentin hayatına nasıl giriyor, kent sakinlerinin başka bir şey düşünüp konuşmasına fırsat vermeden hayatlarını kontrol ediyor. Metafordu
gerçek oldu kabusundan hareketle sansüre karşı dili, mantığı, gerçeği eğip bükerek söz söylemeyi deneyimleyip seyirciye de zor bir rol veriyor. Seyirci derken biz konukları kastetmiyorum, dili anlayan, satır arası okuma becerisi olan, kısacası Arnavutça bilen bir seyirci olmak şart bu oyunda. Biz konuklar olsa olsa yönetmenin ve yazarın hangi fikirle oynadığını anlayabiliyoruz. Bob Watsonlar birbirine karışıyor, “yanımda oturan da bir Bob mu” yoksa dedirtiyor. Gece kulübü eğlencesi atmosferine yedirilmiş son derece politik mesajlara “hakiki” seyircinin aynı temkinle tepki vermesi beklendiğini düşündüren ne peki? Bir türlü açıklığa kavuşmayan bir Bob Watson olma halinin yarattığı tekinsizlik duygusuyla ürperiyorum. Dev boyutlu ışıklı harfleri yan yana getirerek yazılan kelimelerden birini sonra kentin duvarlarında da göreceğimizden haberimiz yok o sırada, “Özgürlüğün bir adı var; Kosova Kurtuluş Ordusu” anlamına gelen bu sloganın (Lirika ka Emer, UÇK), savaş sonrasında Kosova’da kalan Sırpları kızdırdığını, zira sloganın KKO üyesi askerlerin La Hey’de yargılanmasını protesto ettiğini öğrenecektik sonradan.
Hangi oyuna baksak savaşın travmalarını ve sonuçlarını görecektik zaten. Yaraları hâlâ taptaze bir savaşın yasını tutan, sorumlularını sorgulayan, sonuçlarını birçok cepheden tartışan bir tiyatroyla karşılaştık.
Jeton Neziraj ve Kosova Tiyatrosu
Sahnelenen oyunların çoğunun yazarı Jeton Neziraj’ın zihnini de bu sorunların meşgul ettiği açıktı. Priştine’ye gitmeden önce okuduğum Kosovalı Peer Gynt ve Acındırma Propoganda Birimi adlı oyunlar göçmenlerin sesini Avrupa’nın doğu kıyısına ilişmiş bir ülkeden duyururken, okuyucunun zihninde grotesk, absürt sahneleri canlandırıyor, mekanik hareketlerle tasarlanmış oyuncuları hayal ettiriyordu. Her iki oyun da “biz ve ötekiler” karşıtlığının ‘öteki’sinde kalmışların gözünden ‘biz’lerin ipliğini pazara çıkarmaya çalışırken ‘öteki’liği var eden zihinsel ve kültürel kodlara bazen alaycı, bazen acılı dokunuşlar yapıyordu.
Göçmenlik Ömür Boyu
Madeleine’s Incident ve A.Y.L.A.N adlı oyunlar da göçmenlerin en zayıf halkası çocukların başına geleni anlatırken bu acıklı dokunuşlara işaret ediyordu. Kıbrıs, Limasol’dan gelen Pocket Theatre’ın sahnelediği Madeleine’s Incident çingene bir ailenin, yabancısı oldukları ülkede var olma mücadelesini, küçük kızları Madeleine’in ihmal sonucu düştüğü çukurda başlayan ve ölümle biten kısa ve acıklı macerasını, göçmenlik deneyimini, haklarını ve dili bilmemenin katmerlediği dışlanıp bir kenara itilmeyi anlatıyordu. Bolca dumana maruz kalarak izlediğimiz oyun, kullanılan kuklalardan ya da göçmen ailenin içine düştüğü durumu oldukça mizahi bir dille anlatırken, mizah tonunun biraz yüksek kalmasından, belki sahneler arasında verilen uzun aralardan, belki de hepsinin toplamından ötürü ötekileştirilenle ilgili duygumuzu acımaktan öteye taşıyamadı. Oysa Gjilan (Priştine’ye yaklaşık yarım saat uzaklıkta bir kent) Şehir Tiyatrosu yapımı A.Y.L.A.N (yönetmen Blerta Neziraj) sahne tasarımından başlayarak hepimizi oturduğumuz yere çiviledi. Seyircilere ayrılan yerde kurulan sahneye tepeden bakan biz seyirciler salondan yükselen dumanların arasından kah bir gemiyi, kah köpek balıklarını görmekle kalmadık. Konumlandırıldığımız yer itibarıyla eyleyen olması gerekirken eylemsiz kalmanın ağırlığını da sırtımıza yüklendik, göçmenlerin sırtından para kazanmaya çalışanları ve daha bir dolu kirli işi görüp bekledik, bekledik. Sınırlarını sıkı sıkı kapatan ülkelerden birinin küçük bir kentinde son derece orta sınıf dertleriyle hemhal olmaktan başka gailesi olmayan zevatın hassasiyetini izledik, izledik. Seyirciye bir rol veren, sorumluluk yükleyen rejinin bu ülkede performatif bir seçim olmanın ötesinde, politik bir anlam taşıdığını hemen her oyunda görecektik.
Festivalin göz bebeği ise La Mama (New York), Quendra Media (Kosova), Atelje212 (Sırbistan) ve My Balkans (New York) ortak yapımı yine Jeton Naziraj’ın yazdığı ve Blerta Neziraj’ın yönettiği bir Oresteia uyarlaması olan Balkan Bordello’ydu. Priştine prömiyerine Başbakan ve bakanların geldiği oyun antik tragedyayı günümüze taşırken savaş sonrası diye bir kavramın manasızlığını soruşturuyordu. Savaşın bitmesi diye bir şey söz konusu olabilir miydi sahiden? Truva’yı yerle bir edip evine ganimetle dönenin başına talih kuşu konmadığı gibi, çocuklarının da anne baba katili olması, lanetin devam edeceğini taaa o zamanlarda söylemişti. Ders almamıştık, almıyorduk, aynı sonuçlarla karşılaşıyorduk. Kosova’dan New York’a kadar seslendiği seyircilerin hepsine bu karmaşayı anlatmaya niyet etmiş oyunun dili ve formunda görülen yadırgatıcı, kışkırtıcı reji şiddet, çıplaklık, seks, dans, ironi, clown ögelerini bolca kullanmış, seyirciyi soktuğu tımarhanede ortalığı birbirine katmıştı. Savaşın kaybedenleri içine düştükleri bordellonun (genelev) ucuz kırmızı ışıkları, naylon kırmızı masa örtüleri, ucuz ve küçük porsiyonlu içkileri (arada seyirciye de ikram edilen), etraflarını çepeçevre saran seyircilerin üzerlerine dikilmiş bakışları arasına kurulu can pazarında durumu kurtarmaya çalışıp durdular. Temposu hiç düşmeyen iki saatlik seyir sonunda oyuncular kadar olmasa bile biz de yorulmuş, bir deneyim yaşayıp oyundan çıkmıştık. Fakat şimdi salondan çıkmayalım, içeride sahnenin iki tarafına konmuş sandalyeler, sıralar, minderlerde oturan seyirciler arasında başbakan ve bakanların buraya nasıl girdiğini hiç anlamamış olmamıza şaşıralım hep beraber. Koruma telsizi, siren sesi gibi şeyler duymadığımız gibi içeriye girdiğimizde beyaz gömlekli, siyah ceketli, kravatlı dört beyin kendilerine ayrılmış yerde oturduğunu gördük. Nasıl gelmişlerdi oraya? Orestes’i ve onun erkek arkadaşını oynayan iki oyuncunun ellerinde valizler ve topuklu ayakkabılarıyla düşe kalka itişerek yanımızdan geçmelerini, sahneleri başlamadan kulise gitme koşturmalarını izlerken düpedüz ayakta uyutulmuştuk. Salonun dışında olsa da oyunun en önemli sahnelerinden birini anlatmasam olmazdı, şimdi çıkabiliriz.
Jeton Neziraj’ın yazdığı, Blerta Neziraj’ın yönettiği bir başka ortak yapım (Berlin’den Volksbühne, Kosovo’dan Qendra Multimedia ile Kosova Devlet Tiyatrosu) Karl May’in Dönüşü kara mizahı ustalıkla şenlikli bir yapıma dönüştürdü, nasıl kalbimi çalmasındı? Son derece hızlı akan oyunu ‘üst yazıdan takip etmek mi yoksa kendini kaptırıp oyuncuları izlemek mi’ seçimi yapmak zorunda kalmadan izleyenleri kıskandım2.
Kaba kategorilerle, genellemelerle anlattığı ve bu satırları okuyanlara ırkçı, üstten, dışlayıcı gelecek romanlar yazan Karl May on dokuzuncu yüzyılın internetsizliğinde okuyucularının kim bilir kaçını zihnindeki doğunun gerçekliğine inandırmıştı? May’in hayali doğuşunun kuşaktan kuşağa aktarılmasına ne demeliydi peki? Batının kendi hakkında ürettiği olumlu ve inkara dayalı mitlere inanmayı sürdürmesi mi daha komikti yoksa bunlarla dalga geçen Neziraj metni mi? Yoksa Milosevic hayranı Peter Handke’nin aymazlığı mı daha trajikomikti ona Nobel ödülü verenler mi? Oyunu izlerken bütün bunlar ufacık düşünce şimşekleri halinde zihnimden geçiyordu, toparlayıp kelimeye dökmek zaman alacaktı çünkü oyunun ritmi, mizahı öyle hızlı işliyordu ki oyuncular, atmosfer, üst üste binen hikayeler ve üst
yazıyı okuma telaşı iç içe geçtiğinde zihinsel kardiyodan yoruluyordu (bu) insan. Bir yerde fırsatını yakalarsanız bu oyunu mutlaka seyredin derim, linkteki prova çekimleri tadımlık bir fırsat veriyor.
Balkan coşkusundan sonra sıra hüzne geldi. Eskiyi hatırlatan ama asla özlem hissi uyandırmayan oyunlardan ilki elektrikli ısıtıcı markası Fuego’dan adını almış, yazarı ise Shpetim Selmani. Yaşlı ve hiiiiç acelesi olmayan bir tamirciyle genç ve koşturmak zorundaki müşterisi arasında geçen oyuna maruz kalan izleyici her iki tarafın da sinir bozucu bir ısrarcılıkla kendi dediklerini oldurmaya çalıştıklarını görüyor. Çok değil yirmi otuz yıl öncesindeki rutinin tepetaklak oluşuna, kuşaklar arasındaki uçurumun kapanamayacak kadar açıldığına tanıklık ederken aklıma bir Behçet Necatigil şiiri (Sevgilerde) geldi, belki o yaşlı tamirci şiiri bilse genç ve telaşlı müşterisine okurdu dedim içimden. Ancak genç müşteri tamirciye bir rap parçası dinletse açık gönüllülükle dinler miydi bilemedim. Zaten müşteri de henüz rap dinleyenlerin sabırsızlığına gelmediğinden gitme ısrarına defalarca boyun eğmiş, hem izleyicilerin sinirlerini bozmuştu hem de nihayet çileden çıkmıştı. Tamirciyi oynayan oyuncunun repliklerini sürekli karıştırması sonucu üst yazılar da sürekli karışmış, aralarındaki kuşak farkı, iletişimsizlik, kaygılarının farklılığı belki de yazarın anlatmak istediğinden çok daha çarpıcı şekilde karşımıza çıkmıştı. İkinci kere sahneye konan iskemlelere oturtulan biz seyirciler bu defa sahne tasarımının bir parçası olmaktan ziyade yaşlı tamircinin sakarlığından zarar görmek, herhangi bir yerden fırlayan bir yayın kafamıza çarpma kaygısını içimizde taşıya taşıya oyunun sonunu getirdik.
Audience by Vaclav Havel (Vaclav Havel’in Seyirci Adlı Oyunu) bu yazıda bahsedeceğim son Neziraj oyunu. Eski usul sansür ve kifayetsiz muhteris, liyakatsiz yöneticilerin eline geçen güçle ne yapacaklarını bilememelerini konu edinen bu oyun Vaclav Havel’e saygı duruşu gibiydi. Havel’in bir oyununun prova edildiği tiyatroya gelen müfettişin oyunun yönetmenine ‘hakkınızda şikayet var’la başlayan psikolojik şiddet uygulayışına, müfettişin aklının fikrinin başroldeki kadın oyuncusunda oluşuna, yönetmenin zıvanadan çıkışına tanık olduk. Müfettişin tiksindirici taktiklerinin evrenselliğini aynı anda kahırlanıp gülerek izledik. Baskı rejimlerinin adı, şekli, sloganı, bahanesi ne olursa olsun değişmediğini derin bir ah çekerek hatırladık. Havel’in dünyasından ışınlanıp 2021 yılına geri döndüğümüzde bir de baktık değişen bir şey yokmuş, ne Kosova’da ne de dünyanın başka kentlerinde!
Yeni baştan inşa edilen Kosova’daki müteahhitler arasında elbette ünlü Türk beşlerinden bazıları da vardı ve hepsi bir olup şehrin dışına çıktıkça her yeri Beylikdüzü’ne çevirmeyi başarmışlardı. Otelin yanı başında kurulan pazardan alışveriş yapanlara, pazarcılara baktıkça yoksulluğun boyutu cisimleniyordu. Buna rağmen onlarca eleştirmen, festival direktörü, küratör bu küçük kentte ağırlanmış, ortak yapımlar gerçekleştirilmiş, salonlar tıklım tıklım ü seyirciyle dolmuştu. Çünkü sistemsel kokuşmaya, popülizmin bu kadar rağbet görmesine, tüketim kültürü içinde boğulmamıza rağmen sanat yapanlar sayesinde nefes alabildiğimizi birbirimize hatırlatmaktan başka çaremiz yoktu. İyi ki böyle buluşmalar, sorunlarda ortak olduğumuzu, çözümleri de birlikte bulacağımızı düşündüren toplaşmalar vardı.
Dipnotlar:
1) Deniz Başar, Handan Salta. “Kosova Theatre Showcase was on Stage for 4th Time”, Theatre Times, 28 Jan 2022, https://thetheatretimes.com/kosova- theatre-showcase-was-on-stage-for-the- 4th-time/
Son Erişim Tarihi: 25 Şubat 2022
2) Oyunun provalarından oluşturulmuş kayıt seyir deneyimini hayal etmenize yarayabilir; https://www.postwestfestival.com/en/ programme/33/the-return-of-karl-may- entertaining-play-for-the-german-people
TEB Oyun Dergisi’nin 43. sayının tamamına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Bu yazıyı yer işaretlerinize eklemek ister misiniz?
İsrail Drama Günleri (İsradrama) ve Benzerlikler Üzerine | TEB Oyun
2 yıl ago[…] bu deneyimi edinemezdim. 2020 İstanbul Tiyatro Festivalinden Unutmak; Bir Hatırlama Projesi ya da Kosova Showcase 2021’den Trail of the 90’s Underground Culture gibi yapımların aksine yüzleşme, sorgulama, […]