Oyuna Gelmek ve Aldanmanın Güzelliği

 Bütün yeni denemelerin beni tedirgin eden bir gücü vardır. Zira her yenilik bir sınır aşımını ve şimdinin tahkim ettiği o konforu ihlal etmeyi içerir. Oysa alışkanlık,  cesaret ve ihlali değil rutinle örülen o rahat ve aşina olunan muhafazakâr hareket alanını arar. Yeniye açılan her adımda bütün bunları reddeden bir göz kamaştırıcılık vardır.

 Bu muhafazakâr hareket alanının kaçınılmaz yönlendiriciliğinden olsa gerek, edebi anlamda önüme çıkan her yeni işi ilkin kabul etmem, zihnen kendimi alıştırana kadar reddederim. Bilirim ki edebi bir eserin üretiminde çoğu zaman hiç hesaba katılmayan çeşitli değişkenlerin etkisi vardır. İşte hesaba katılmayan bu değişkenler tutuk kalmamın ve başlama kararını ertelemenin asıl nedenidir. 

 Belli belirsiz hazla karışık bir gerilim zihnimi nasıl yaparım, nasıl yapmalıyım sorusuyla meşgul eder, ta ki önerilen ya da düşündüğüm üretici etkinliğe başlayana kadar. Benim için önemli olan, işe başlamaya karar vermeden önceki o verimli gerilim zamanıdır. Bu gerilim duygusal ve düşünsel olarak bir olgunlaşma zeminidir aslında.

 Çocukluğumun Çalıkuşu dizisindeyiz. Güzel ve naif Feride (Aydan Şener) bir taşra mektebine muallim olarak atanıyor. Tomris Oğuzalp’le orda karşılaşıyorum ilkin. Kuşkulu, belirsiz ve karanlık bir atmosferde çocuklara temrin yaptırarak elifba öğretiyor. Ritmik şekilde yapılan temrinin şedit vurgusu karanlık atmosferle birleşip çocukluk kalbime bir korku düşürüyor. Yoksa bu korku Feride’nin yaşadığı bir his olup yüzünden gözünden taşarak bana mı sıçradı, emin değilim.

Yıllar sonra 1994’ün hemen başında AKM’de bir tiyatro oyununu seyretmeye gidiyorum. Yanımda Reyhan ablam, Yüksel ve Aynur var. Oyun ne, kim oynayacak bilmiyorum. Yüksel tercih etmiş, zevkine itibar ediyoruz. Perde açılıyor ve karşımda Tomris Oğuzalp’i görünce çocukluğumun kalbine sarılır gibi Çalıkuşu dizisinden bana kalan o korkuya sevgiyle sarılıyorum. İzlediğim bu ilk ve tek tiyatro oyunu sayesinde o korkudan bana aydınlık bir anı kaldı. Aydınlık ve sahiplendiğim güzel bir anı.

Tiyatroyla korkularımı dağıtan, çocukluğumun bilincini güçlendiren böyle bir ilk temasın şaşkınlığı beni yıllar yıllar sonra hiç düşünmediğim bir pozisyonda bir kez daha yakalayınca, onun aydınlığı artık yeni bir imkân ve şans anlamında bana eşsiz tatlar sunmuş oluyordu. Tek bir tiyatro oyunu izleyen ben hiç de düşünüp planlamadığım halde bir oyun metni yazmaya nasılsa cesaret ettim! İşte bu yazıda yöneldiğim bu hesapta olmayan oyun yazma sürecini anlatmayı deneyeceğim.

 Ama bunun için biraz geriye, oyuna kaynak olan Karınca Yuvasını Dağıtmamak adlı otobiyografik kitabımın nasıl yazıldığına değinmeliyim.

ilhan-sami-comak
Karınca Yuvasını Dağıtmamak kitap kapağı.

2017 yılıydı. Vasim İpek ÖZEL neredeyse her ziyaretinde kalemimi şiir dışındaki edebi türlerde denememi ısrarla öneriyordu. Ona kalırsa şiir yazmak iyiydi ama yeteneğimi daha genişçe kullanmalıydım. Şiir zaten hep uğradığım bir alandı, bir de başka yaratıcılıklar düşünmeliydim. 40 dakikayla sınırlı ziyaret süresinde bu görüşlerini söylemekten başka mektuplarında da konuyu işliyordu. Buna cevabım şaşmaz şekilde “olmaz”dı.

Sonra İpek konuyu biraz daha somutlaştırarak düşüncesini daraltıp ısrarını ince bir ciddiyetle yönetmeye başladı. Ona göre sadece şiirlerim değil düz yazılarım da oldukça güzeldi ve bu imkânı değerlendirmek gerekti.

Bu amaçla hayatımda dönüm noktası olan kimi kesitleri aktardığım; şiir ve şiirle ilişkilenmenin bendeki etkisi, mahpusluğumu değerlendirme ve bu zorluklara karşı koyuş biçimi olarak şiirden destek alma, yaşadığım adaletsizlik ve onunla bitmeyen sınanmalarım, bunun ruhuma ve bilincime etkileri ile çocukluk döneminin işlendiği, kimi hukukçu ve şairlerin görüş ve yazılarıyla katkıda bulunacağı bir kitap çalışması çok isabetli olacaktı. Bunun için bir taslak hazırlamayı da ihmal etmedi İpek.

 Bu ısrarlar karşısında birkaç kez ikna oldum. Ama sonra vazgeçtim, geri durmayı tercih ettim. Zira işe başlamamı engelleyen bir duygu hep aklımı ve kalemimi çalıştırmamamı öneriyor, bundan sakınmam gerektiğini buyuruyordu. Beni durduran temel duygu ya da düşünce, böylesi bir girişimin kesinlikle kibri ve kendini aldatan bir gururu içerdiğini hatırımdan çıkaramamamdı. Ben kim oluyordum ki hayatımı bir kitaba konu ediyordum. Şairin hayatı şiire dâhildi. Bu düsturla yetinmeliydim. Sevdiğim büyük şair ve yazarlardan hangisi kendi hayatını yazmıştı ki benim gibi başarıdan, kalıcı işlerden ve dahası hayattan bunca uzak biri oturup otobiyografik bir eser yazsın. Sevdiğim Edip Cansever, İlhan Berk, Turgut Uyar, Cemal Süreyya böyle yapmamışlardı, hadi onları geçtim günümüzün iyi şairlerinin hiçbiri buna teşebbüs etmemişlerdi… Büyüklenmek haz etmediğim, hep uzak durmaya çalıştığım bir varoluş biçimidir. Onu çağrıştıracak tutumlarla hep mesafeli olmuşumdur. Dolayısıyla ahlaki bir ilke söz konusuydu İpek’in önerisine sıcak yaklaşmamamın özünde. 

 Bir diğer engel ve olmaz noktasıysa hayatın, hayatımın kendisiydi. Dışarıda o kadar az yaşadım ki aktarabileceğim bir deneyimim yoktu bana kalırsa. Düşünüp kendi kararlarımı aldığım 3-5 yıl vardı söz konusu edilebilecek. Gerisi çocukluk ve ilk gençlikti. Ötesi korkunç büyük tekrarın ve yüksek soğuk duvarların gölgesini düşürdüğü renksiz, yenilik ve taze havadan yoksun mahpus hayatımdı. Bu kötülüğe dair ilgi çekici ne anlatabilirdim, hiç bilmiyordum.

 Ama sonunda vazgeçişlerim ve kararsızlığımı ikna etti İpek ve istediği çalışmaya başladım. Benim edebi gücüme inanmayıp ısrarcı olmasaydı Karınca Yuvasını Dağıtmamak kesinlikle yazılmazdı. Bu açıdan İpek’e şükran borçluyum.

 Aslında kitap taslağı başlangıçta epey kalabalıktı. Benim kimi şiirlerimin serpiştirildiği, yazarların ve şairlerin yazılarıyla takviye edilmesi planlanan bu çalışma günün sonunda birkaç hukukçunun kısmi katkısı dışında sadeleşerek benim hayatıma odaklanarak yayımlandı.

 Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ı yazmanın içerdiği şiirsel ton, geçmişin ama özellikle çocukluğun ele alınışında okura hafiflik veren doğası düşünüldüğünde çok zevkli olduğu zannına kapılınmamalı kesinlikle. Bu kitabı yazmak benim için psikolojik büyük gerilimler yaşamama, endişelerin, ruhsal ve fiziksel acıların hatırlanarak bugüne taşınmasına sebeple çok zor oldu. 

 Anılara başvurmak kaçınılmaz olduğundan, unutulan ya da unutulmaya atılmış acı ve sevinçlerin gün ışığına çıkmasının ruhsal ve bedensel etkileri açık şekilde varlığımı sardı. Hatırlamak bazı lanetli anların hücumuna açık bıraktı benliğimi. Uykusuz kaldım bu yüzden, yaşadığım stresin etkisiyle dişlerimi sıkmaktan çene ve baş ağrısı uzak durmadı benden. Ağzımda hep bir kan tadı!

 Gerek bu gerilimin olumsuz etkilerinden gerekse mahpus olmanın sınırlayıcı şartlarından kitabın yazımı hiç alışık olmadığım şekilde uzadı.

 Hep bir depresyonun sınırına gelerek yazdım. Yaşadıklarımı yazmak başlangıçta hiç de arındırıcı ve düzenleyici bir etkiye sebep olmadı doğrusu. Belli ki Karınca Yuvasını Dağıtmamak daha geniş ve söyleyemediklerimle daha derin bir hat çizerek var olabilirdi. Oysa buna gücüm ve sabrım yetmedi.

 Kitabın editörü Kıvanç Koçak üstlendiği sorumluluk gereği eksik bulduğu kimi kesitleri bildirerek daha bütünlüklü ve tam bir otobiyografi yazmanın önemine önerileriyle dikkat çekiyordu. Bu önerilerinden bazısını çalışarak tamamladım. Bazı isteklerini ise geçmişin, tüm anıların ama esas olarak anılara yüklenen somut acıların ağır yükünden gerçekleştiremedim. Duygularım yazmama engel oluyordu. Geçmiş geçmemişti ve hâlâ sürüp gidiyordu bende. Unutmak benim bildiğim bir şey değildi. Ben unutmak istesem de bedenim unutmamıştı işte. Bu yüzden bir görüşte Kıvanç’ın önerisi bana aktarıldığında sıkışmışlıkla benden beklenmeyecek bir hiddetle; “Kesinlikle yazmayacağım, beni makine mi sanıyorsunuz, anıları karıştırmak o kadar kolay değil, günlerdir ağzımda kan ve pas tadı var!” dedim. Sonunda bu yazma sürecinin yıpratıcılığını fark etti sevgili Kıvanç ve ısrarcı da olmadı. Kitaptaki oluşta bir kopukluk varsa, bunun editör sorumluluğunun zaaflı olmasına değil benim taşıyamadığım gerilimlere bağlanmasını dilerim.

 Şiir yazarken de kaçınılmaz şekilde anılara başvuruyordum. Yıllardır gerçek hayattan koparıldığım ve şiire ikâme edeceğim deneyimlerden yoksun olduğum için böylesi bir yola başvurmak organik bir şiir adına doğru olanıydı. Oysa şiire dahil edilen anılar kısa bir görüntü, bir ses veya kokunun çağrıştırdıklarıyla sadece gerekli olanla sınırlıydı. Şiir kurgusunun temeli değil de onun duygusunu ve anlamdaki derinliğini desteklemekle anılardan el alınıyordu. Tümden hatırlama ve kurcalama yer yer başvurulan bir yöntemdi.

 Oysa Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ta anılar kurgunun bir unsuru olarak değil odakta olmakla bizzat esere varlık kazandıran, yüksek sesle dile gelen bir yerdeydi. Gerçeği yaşadığım zamanın etkilerini de hesaba katarak söylüyordum ve gerçek, bunca zamana karşın hâlâ çok yaralayıcıydı. Bu haliyle kesinlikle arındırıcı değildi. 

 Bunun için zamana ihtiyacım vardı. Nitekim eseri yazdıktan bir süre sonra ruhum ve bedenimdeki o derin gerilimden kurtuldum. Ve ancak bundan sonradır ki duygularımı, geçmiş ve anıları bendeki etki düzeyi oranında düzenleyerek hale yola sokmaya başladığımı fark ettim. Bilincin pek dahil olmadığı ama konuşmanın, geriye dönüp acı da olsa gerçekleri söyleyebilmenin arındırıp onardığı bir dönemdi bu.

 Yazarak, yazıyla birlikte kendimi, geçmişimi ve onun kişiliğime etkilerini düşünmek açık söylemek gerekirse beni bana her zamankinden daha yaklaştırdı. Daha önceleri hesaba katmadığım kimi yaşanmışlıkların bendeki etkilerini ve yönlendirici gücünü görmek aydınlatıcıydı. Söyleyebildiğim ve söyleyemediğim şeylerle Karınca Yuvasını Dağıtmamak eserini yazmakla kendimi daha iyi tanıma şansına kavuştum. Kitap sayesinde geniş bir okur kitlesi de beni tanıdı, esere bana şaşkınlık verecek düzeyde sahip çıktı.

 Şunu biliyorum: Bir kitap ne denli iyi olursa olsun, onu yorumlayan aklın beklentisinin ve bilincinin sınırlarına takılma tehlikesi daima hazırdır. Dolayısıyla metnin yeniliği ve sağlamlığı ile yazarın yeteneğinin ne söylediği kadar okuyan kişinin kapasitesini mutlaka hesaba katmalı. Kapasite ve beklentilerini. Yorumların çokluğu beklentilerin dışavurumunu içerir. Benim şansım, bir okur ve sanatçı olarak Kemal Aydoğan’ın Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ın kendi beklentilerini karşıladığını düşünmesi ve eseri dramaya uyarlamaya karar vermesi oldu.

 Kısır bir yaşamım var. Buna rağmen yazdığım otobiyografiye okurun ilgisi karşısında apaçık bir sevinç duymam anlaşılırdır. Ama kitabın tiyatroya konu olacağını duyduğumda ilk hissettiğim şey sevinçten öte şaşkınlıktı. Aslında kitabın beklemediğim şekilde üst üste baskı yapması yeterince tatmin ediciydi zaten. Kimi yazar ve şairlerin kitaba dair oldukça güzel değerlendirmelerini aynı oranda mutlulukla karşılıyordum. Ne ki Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ın sahneye uyarlanacağı bilgisi kesinlikle hesapta olmayan yepyeni bir gelişmeydi. Tabii ki hemen olur verdim ve koğuşa döndükten sonra bolca sevinme hakkı tanıdım kendime. Biraz inanmama ama daha çok sevinç…

 Kemal Aydoğan’ı tanımıyordum ama Moda Sahnesi’ni duymuştum. Rahattım ve her konuda Kemal’e yardımcı olacağımı bildirdim. Rahattım zira benim gibi tiyatroya bu denli uzak olan birine sorumluluk yüklenmezdi herhalde. Söylenmesi gerekenleri kitapta sıralamıştım. Bunları dönüştürecek kişi Kemal olacaktı, bense ihtiyaç olduğunda yardım sunacak, anlaşılmayan bir yön varsa cevaplarımla açıklık kazandıracaktım. Böyle konuşmuş ve kararlaştırmıştık. Ama sonra Kemal Aydoğan beni “oyuna getirdi!”. İyi bir yönetmen olarak beni oyuna getirdi ve metni yazmanın sorumluluğunu bana yükledi. 

oyuna-gelmek-ve-aldanmanın-guzelligi
Hayat Seni Çok Seviyorum oyunundan bir kare.

 Bana yüklenen bu sorumluluğu kesin bir hayal kırıklığı ve mutlak bir tedirginlikle karşıladım. Şiirin bildiğim güvenli alanından pek de ayrılmaya niyet etmeyen ben, donanımsız olduğum metin yazarlığına geçmeye hiç de hazır değildim. Dahası tiyatro ve metin yazma tekniği üzerine nerdeyse hiç düşünmemiştim o güne kadar. Bu yeni durum inanılmaz gerdi beni. Suçlama ve sitemle “Hani Kemal yazacaktı metni”, dedim. Karınca Yuvasını Dağıtmamak  ile şiir dışında bir eser yayımlamıştım, evet, ama oyun metnine çalışmak, oyun yazmaya yönelmek apayrı bir şeydi.

 Bilmediğim bir türde, teknik bilgiden yoksun olmakla edebi düzeyi düşürürüm kaygısından aklım ve hislerim çalkalandı. Burada dürüstçe bir itirafta bulunmalıyım: Belirttiğim bu gerilimli ruh halinin sonucu olarak metni yazmayı kabul etmemeyi kesin şekilde kararlaştırmıştım. Ama ne zaman ki metni yazacağıma dair bilginin sosyal medyadan duyurulduğunu İpek’ten öğrendim, bu öneriyi reddedeceğimi dillendirmekten vazgeçtim. Şimdi öğrenmiş oluyorlar işte bu yazıyla.

 Yaşadığım derin kaygılar biraz telkinle biraz düşünme, nasıl yapacağım üzerine fikir yürütme ve esas olarak da işe başlama kararım sonrasında azaldı. Sanırım işe el atmakla o tedbirsiz halime bir çeki düzen vermiş oldum. Tabii böyle olmakla metni istenilen haliyle kotarmak arasında kesin bir ilişki hâlâ kurulabilir değildi. Bu notada İpek’in ilgisiyle beraber Kemal’in çabası devreye girdi. 

 Kemal Karınca Yuvasını Dağıtmamak’a çalışmış ve oradan işlemem için bana 40 sayfalık bir bölüm göndermişti. Metnin sınırlarını çizen bu kısımları görünce biraz rahatladım. Nihayetinde konuya hâkimdim. Ama teknik olarak nasıl hareket edeceğimi hâlâ bilmiyordum. Şimdilik esas kaygım buydu.

 Bunu da düşünmüş olmalılar ki oyun yazma tekniğini biçimsel olarak görmem için İbsen ödüllü oyun yazarı Demian Vitanza’nın Ağırlık –  Londinium adlı oyun kitabını tedarik etmişlerdi. Oysa cezaevi idaresi “muzır” ve “ahlaka aykırı” bularak eseri bana vermedi.

 Vazgeçmedim, bir kez karar vermiştim, mutlaka yapıp etmeliydim. Ben de birkaç sayfalık örnek bir metin yazdım ve doğru yolda olup olmadığım konusunda bir karar vermesi için Kemal’e gönderdim. Kemal el yordamıyla yazdığım bu bölüme olur verince daha istekli ve kararlıca işe giriştim. 

 “Hareket var, bu çok iyi.”, demişti Kemal, “şiir gibi olmamalı ama o şiirsel tonu korumalıydı.”, bu da tamam. Kemal’in bu değerlendirmeleri üzerine metni nasıl yazmalıyım diye, epey düşündüm. Esas ipucu hareketti benim için. Hareket görselliğe ve evet, mekâna, mekân bilincine bir göndermeydi. 

 Şiir daha kalıcı bir iz bırakmak adına bazen nesnelere tutunur bazen mekâna. Oysa bu başvurulması gereken kesin bir yol değildir. Şiir zamana sığınmayı daha bir sever, zamanla birlikte yürür; şiirin zamanı. Tabii bu mekânı aramadığı anlamını içermez. 

 Kemal’in vurguladığı “hareket ihtiyacı” ise sanırım mekân ve zamanda var olma zorunluluğuna bir göndermeydi oyun açısından. Konuyu bu açıdan ele almak doğrusu yeni ve ilginçti benim için. 

 Metni yazarken şiir olmaması için başta dikkatle yürüdüm. Doğrusu çocukluğuma dair birkaç yerde anıları dillendirme biçimi apaçık şekilde şiire meyletti. O bölümlerden taşan, oyunu kabul etmeyerek, taşarak uzunca bir veya iki şiire dönüşmeye meyyal yaratıcı duyguları zaptettim. Ama genel olarak metnin şiirsel tonunu oyun yazdığımı bilen ölçülü bir tutumla istenen biçime yönlendirdim, çalışma amacıma içerdim tüm hislerimi. Zorluk çıkarmayan bir işbirliği vardı şiir bilgisi, şiirsel ton ve oyun metni arasında.

 Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ı yazdığımda yaşadığım derin duygusal gerilimin tonu metni yazarken biraz geri çekilmişti. Yine de kesinlikle anılara dalmak, geçmişi kurcalamak hiç kolay değildi. Ama geçmişle, kendi geçmişimle baş etmek bu sefer beni hiç olmazsa ezici sınavlardan geçirmedi. O ilk deneyim hislerimi düzenleyip kavileştirerek beni daha güçlü durabildiğim bir yere taşımıştı. 

 Ben bir “oyuna geldim”. İyi ki gelmişim. Bu oyun daha arı duru bir tanışıklığa sebeptir. Anılarımı süzerek belli bir bakış açısıyla sunmak, onları kalıcı şekilde hatırlanma imkânına kavuşturdu ve dahi taze bir hava almalarını sağladı. Ama tam da böyle olmakla bizzat beni, sadece geçmişimi de değil hani, şimdiyi, şimdinin çeperine atılmış beni, bütün kimliklerimle beraber hislerimi besleme, onu yeni ve sahiplendiğim güzel sıfatlarla takviye etme şansına kavuşturdu. Bu oyunu düşünmekle, yazmakla kendimle daha engelsiz bir tanışıklığa vardım. Oyunda bir keramet varsa bunu arındırıcılığında aramalı. 

 Hayat Seni Çok Seviyorum’la yaptığım şey, Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ın tutarlılığından ayrılmadan hikâyeyi daha da yoğunlaştırarak, çocukluğumun güzel yüzü ile sonradan yaşadığım acı deneyimlerin bendeki ezici etkilerini, samimiyetimi sorgulatmayacak şekilde Kemal’e bir duygu ve imgeler toplamıyla çalışabileceği sağlam bir veri veya zemin sunmak oldu. 

 Hayatım haddinden fazla verimsiz ve çorak geçmiş olabilir. Ama metinde dile gelen şeylerle sınırlı olmadığı da açık. Böyle bir eser kaçınılmaz şekilde kurguya temas edecekti. Kurgu derken; biraz filtreleme, daha çok da seçip öne çıkarma, anılardan bazılarının ister sevinç ister acı olsun altını çizme ve bir de bunları nasıl dillendireceğini özenle düşünmeye gönderme yapıyorum. 

 İsterdim ki gerçekler hep mutluluktan yana tavır koymuş olsundu ve ben de yaşadığım şen ve hafif şeyleri bağıra bağıra yazayım. Öyle değildi, yazık ki hiç öyle değildi. Baskın olan hüzünden, özlemler ve keskin acılardan hayatımı kurtaramamış olsam da kalemimi iyi şeylerden, o az görülen mutluluk anlarından yana çalıştırmaktan geri durmadım yine de. 

 Bundandır ki başlangıcın tazeliği ve samimiyeti yani çocukluğun güvence veren üretkenliği oyun metnini yazarken benim için esas dayanak noktası oldu. Eseri ileriye taşıyan o sürekli dalganın odağında çocukluğun olması, kişilik ve karakterin kurucu değerleri açısından da önemli bir vurguydu kanımca. Çocukluğun sessiz bir gücü vardı ve ben bunu sevdim, bunu sundum. 

 Benim etimde kalan tek şey çocukluk değildi elbette. Mağduriyete çalışabilir, mağdur edilmenin hızla yükselebilen, çok duyulduğu için de yüzeysel olmaya mahkûm sesini çıkarabilirdim. Ama ben çocukluğa çalıştım daha çok. Çünkü onu biliyor, onu taşıyordum. Kapatılmışlık, çocukluğumu koruyan bir rol oynadı zira. 

 Dolayısıyla oyun, çocukluğun masumiyetini sergileme imkânıyla kişiliğe sonradan kasti olarak ikâme edilenlerden değil doğal olandan, utanma öncesi zamanlardan yana tavır almanın insanı duygusal açıdan zenginleştirdiğine örnektir kanımca. 

 Otobiyografik bir eser, günlük hayattan yani salt anılardan geriye kalanların şu ya da bu şekilde aktarılması olmasa gerek. Ben böyle yapmadım. Yaşadıklarımı duygularımın diline çevirdim bu oyunla. Şiirsel dilin onayından geçirerek zamana direnme bilgisi vardı bu tutumda. 

 Anılar zihinseldir, geçiş zihinseldir! Anıları kavrayış ve ele alma biçimi şimdiye de iz düşürüyor. Bunu derken yalıtılmış bir bireysellik ve onun sadece kendine ulaşabilen sesini kast etmiyorum. 

 Anılar zihinseldir ve orada toplumun sesi ve beklentileri, toplam acıların büyük çığlığıyla birlikte yankılanır, kişisel tarih ve yaşanmışlıklarla paralel olarak. 

 Bu oyunda Türkçe bilmediği için dayak yiyen çocuk bendim, faili meçhul korkusu yaşayan, gözaltında işkence gören, haksızca hayatı çalınan ve inancından dolayı dışlanan yine ben. Oysa bu bir temsildi, ben yazabildiğim için benim adım geçiyor. Genele teşmil eden köklü sorunlar var ve ben halkımızın kaderini paylaşan milyonlarca kişiden biriyim. 

 Sanat bana sessiz kalmamayı öğretti. Bu oyun bilmediğim sessizlikten çıktı. Bundan daha önemlisi de elbette Kemal Aydoğan’ın sanatçı ve aydın duyarlılığından. Zira Kemal’in öneri ve girişimi olmasaydı asla böyle bir çaba içinde olmayı düşünemezdim. 

 Dostun oyununa geldim. İyi ki gelmişim. 

Bütün aldanmalarım böyle olsun!


Bu yazı Kendine Ait Bir Oyun Dosyası içinde yer almıştır.

Yazar Hakkında / İlhan Sami Çomak

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin