Peter Brook ya da “Tiyatronun Tanrısı”

Peter Brook 20. yüzyılın tiyatro dehası. Efsanevi bir isim. Kendinden sonrakilere damgasını vurmuş bir usta! O olmasaydı, deneysel tiyatro bunca gelişebilir miydi bilmiyorum…

2 Temmuz 2022’de ölüm haberini aldığımda ülkesi İngiltere’yi terk edip, Paris’e yerleşen uzun boylu, sarışın, kıvırcık saçlı, mavi gözlü, yumuşacık bir sesle konuşan genç, dinamik bir adam ve 70’li yıllardan bu yana ondan izlediğim sayısız tiyatro eseri gözlerimin önünden ve yüreğimden geçmeye başladı… Her daim akıntıya karşı yürüyen usta 97 yaşındaydı.

Hakkında sayısız kitap yazılmış, kimilerinin “Tiyatronun Tanrısı” diye isim taktığı Peter Brook’u tanıma ve onunla konuşma şansım olduğu için kendimi Tanrının şanslı kullarından biri saydım hep! 

Peter Brook
BOŞ ALANIN KEŞFİ

Rus ana babadan Londra’da doğmuştu. (1925)  İlk oyununu, Marlowe’un Dr. Faust’unu yönettiğinde 18 yaşındaydı.  24’ünde, Stratford – UponAvon’da Shakespeare oyunlarını ve aynı zamanda da Covent Garden’da opera yönetiyordu… Araya film yönetmenliğini de sıkıştıracaktı. (Sineklerin Efendisi filmi nasıl unutulur ki!)

50’li yıllarda Royal Shakespeare Company’de Shakespeare oyunlarına getirdiği farklı çarpıcı yorumlarla büyük ilgi çekti… Shakespeare’i günümüze daha da yaklaştırmıştı!

60’larda yine Royal Shakespeare Company’de bir Deneme Sahnesi kurdu. En çok etkilendiği Antonin Artaud’nun “Vahşet Tiyatrosu”ydu… Ama buna bir de kendi araştırmalarını katacaktı. Genet’nin Paravanları, Weiss’ın Marat Sade oyunları, sirk atmosferinden yararlanarak sahnelediği Yaz Gecesi Rüyası tanığımdır.

Paris 1968 olaylarını yaşarken, sokaktaki tiyatrocuların elinde o yıl yayımlanmış Peter Brook’un Empty Space, (Boş Alan) kitabı vardı. Ve kitap tiyatroculara yeni hedefler gösteriyordu. Bizde Ülker İnce’nin enfes çevirisiyle yayımlanan bu eser “ Ölümcül Tiyatro”, “Kutsal Tiyatro”, “Kaba Tiyatro” ile “Şimdi Tiyatro” bölümlerini içerir ve Brook’un deneyimlerinden yola çıkarak her boş alanın tiyatro sahnesi olabileceğine; farklı yol yordamlara, yöntemlere işaret eder. 

İngiliz tutuculuğu araştırmaya çok yer vermiyordu. Paris’e göçtü! Çeşitli ülkelerden gençlerle “Uluslararası Tiyatro Araştırmaları Merkezi”ni kurdu. Burada artık gösteriye değil seyirci – oyuncu ilişkisi, alan yaratma, dil ve devinim olanaklarını araştırıyordu. Yetinmedi. Oyuncularıyla uzun bir Asya ve Afrika yolculuğuna çıktı.

Vurgulamam gerek: Bu yolculuklarda ve tüm araştırmalarında biçim kaygısı, yeni biçimler keşfetme çabası yoktu. Aradığı insanın iç yolculuğu, ruhsal derinliğiydi. 

EN PARLAK DÖNEMİ

1974’de Paris’te yerleşik tiyatrosunu kurdu. (BouffesduNord)

Buradaki ilk yirmi yıl, bence de onun en parlak, en görkemli dönemiydi. Burada biraz duralım: 

BouffesduNord, yıkılmak üzere olan bir tiyatro mekânıydı. Burayı, özlemini duyduğu boş alana çevirdi. Boş alan ama çıplak değil.  Örneğin Elizabeth dönemi tiyatrosundan bir küçük ayrıntı, duvarda ’68 Paris kaldırımlarından kalmış yırtık bir afiş… Özetle yaşananın izlerini kattı bu boş alana. Üstelik asla nostaljik olmadan, alanı teknik aygıtlara boğmadan… Yine bu boş alanda kültürler arasındaki sınırları kaldırdı, kültürleri buluşturup birbirleriyle kucaklaştırdı!

KUŞLAR KONFERANSI

Ondan izlediğim ilk oyun Avignon Festivali’nde Kuşlar Konferansı’ydı. 13. yy. İranlı tasavvuf bilgini Attar’ın “Simurg” destanından kaynaklanıyordu.  Eseri, birlikte çalışmaktan sonsuz tat aldığı Jean Claude Carriere oyuna dönüştürmüştü. Gerçeğin peşindeki kuşların öyküsüydü…

Bir bahçedeydik. Bahçenin bir yanı boş bırakılmış, toprak zeminin üzerine bir İran halısı döşenmişti. Sahne bu İran kiliminden ibaretti. Ve biz o sahnede (o halıda) Aşk Vadisi, Bilgi Vadisi, Ölüm Vadisi, Hiçlik Vadisi’nden geçerken, nice sınavlardan da geçtik…

Oyundaki on oyuncu kuşları taklit etmedi; biz kuş olup o halıda kuşların peşine takılıp yolculuğa çıktık. Kendi iç dünyamıza doğru… (Eğer Sahaflarda Alkım Yayınları’ndan çıkan Karanlıktaki Işık kitabımı bulursanız ayrıntılı tüm bilgileri bulursunuz.)

Her oyuncunun kendine özgü bir davranış ayrıntısı, bir edası vardı. Böylece kuşları birbirinden ayırt edebiliyorduk. Hareket etme yöntemleri kadar seslerini kullanış biçimleri de değişiyordu. Ses kâh anlamı içeren bir sözcük, kâh Farsçanın güzelliğini vurgulayan bir müzik, bir ritim oluyordu.

Zemindeki toprak sürekli biçim değiştiriyor sandım önceleri. (Dağları, ormanları, tepeleri vadileri aşıyoruz ya…) Oysa hayır hep aynı topraktı. Değişen, oyuncuların o toprağa bakış şekliydi! Bakışlarındaki tavırdı! Gelin de tiyatro denilen şu mucizeye hayran olmayın!

Doğrusu oyunun hangi anında oyuncuları insan değil kuş olarak görmeye başladım bilemiyorum. Ama inanın kuşların Kaf Dağı’na doğru havalandığını gördüm. Bu oyunda Brook’un efsanevi oyuncusu Malick Bowels’ın oyunculuğunu asla unutmayacağım. Malili oyuncu Kabuki oyuncusu olmuş, Grotowski’yle çalışmış ve New York’ta Afro-American Studyo’yu kuracaktı. 

Yıllar içinde izleyip unutamadığım öteki oyunları şöyle:

CARMENİN TRAJEDİSİ

Peter Brook’un Carmen’in Trajedisi, operadan yarattığı ve sadece 4 şancı ve 2 oyuncuyla bomboş bir arenada sahnelediği aşk ve ölüm tutkusuydu. Yalınlığın zirvesiydi ve görkemli operayı bir buçuk saate indirmişti. Carmen’in trajedisini, aşk için ölmesini daha da güncel kılıyordu!

Sahnede zil, şal ve gül yoktu ama işte o boş alan toprak, su ve ateşle İspanya’nın ta kendisiydi! 

Dört şancı, dört başrolü üstlenmişti: Carmen hep yerdeydi, yatıyordu, uzanıyordu, toprakta yuvarlanıyordu, hep yatay çizgilerde hareket ediyordu. Toprağın kadınıydı. “Toprak gibi kadın”dı. Tüm bedeni toprak gibi açılıyor, benimsiyor, kucaklıyordu. Sesi hep tutkuluydu.

Buna karşılık Micaela hep dimdikti. Otururken bile dimdik. Kapalı bir beden, kollar göğsünün üzerinde kenetlenmiş. Sesi hep uzak ve nostaljikti. 

Yakışıklı süvari Don José aşk çemberinin dışına çıkamayacağını daha ilk andan biz seyircilere hissettirdi. Ve Carmen’le Don Jose’nin ilk sevişmelerine Peter Brook, operanın o harika uvertürünü yerleştirmişti. Çünkü artık sözün bittiği yerdeydik. Ve kader ağlarını örecekti. 

Tutkulu toreador Escamillo’yu, Peter Brook Carmen’in ileride sevebileceği tüm erkeklere dönüştürmüştü! Hani Sevil Arenası’nda girerken söylediği o ünlü aryasını kalabalıklara değil, sadece Carmen’in kulağına fısıldayarak, hatta kendisiyle dalga geçerek söyleyecekti…

Peter Brook, sadece bir metni, bir müziği sahnelemekle kalmamış, ruhların derinliklerine ulaşmıştı!

Vişne Bahçesi, soluk almayı unuttuğum bir şiir şöleniydi… Peter Brook’un ustalığı iki özellikten kaynaklanıyor ya da güç alıyordu: Yalınlıktan ve oyuncu yönetiminden.  İşte müzik ya da şiir bunun sonucuydu. (Böyle gidersem bu yazı bitmez. O nedenle Mahabarata’ya geçiyorum.)

MAHABARATA

Peter Brook ile bu Hint destanı arasında aşk ilişkisi başladığında biri 50 yaşında, öteki 1800 yaşındaydı. Mahabarata genelde insanoğlunun, özelde Hindistan’ın birkaç kuşak serüvenini anlatan yeryüzünün en uzun şiiri (yüz bin dize!) Yine Jean Claude Cariere’le işbirliği sonucu ortaya çıktı oyun. Üçer saatlik 3 bölümlük toplam 9 saat süren bir oyun. (Doğum-yaşam- parçalanma-göçler-aşklar-yıkımlar-savaşlar-ölüm) Tüm dekor toprak bir zemin, yerde bir minik su birikintisi, arkada sesini duyduğumuz bir akarsu… Oyun bir çocuğun su birikintisinde yüzünü yıkamasıyla başladı. Bir bilge kişi / ozan yanına gelip çocuğa atalarının öyküsünü anlatmaya başladı. Bu ikisi hem anlatıcı / yazar hem tanık hem dinleyici, izleyici oldular!

Sonra bir baktım, aradan 9 saat geçmiş ve oyun biti. Arada su birikintisi ayna olup bir insanı binlerce insan kıldı. Elinde çember taşıyan bir oyuncuyu izlerken orduların savaşlarına tanıklık ettim. Elinde mızrak taşıyana bakınca havada uçuşan binlerce ok gördüm. Lotus çiçeklerinden bebekler doğdu; gözyaşları akarsuyu besledi; sahnede fil de yoktu aslan kaplan da ama ben hepsini gördüm… Oysa sahnede sadece ve sadece su, ateş ve toprak vardı. 

Mahabarata’nın suyunu, ateşini, toprağını benim kılan ise çocukluğumdan o güne dek dinlediğim masallar, destanlar, okuduğum kitaplar, gezdiğim köyler kentler, gördüğüm filmler, inandığım düşler, tanıklık ettiğim mucizelerdi.

Sevgili Tuncer Kurtiz oyunculuğuyla ve Sevgili Kudsi Erguner neyiyle önemli katkıda bulunuyordu bu esere… Peter Brook bana görünmeyeni gösteren bir büyücüydü. Mahabarata benim bugüne dek gördüğüm, izlediğim, en muhteşem, en çarpıcı imge zenginliğini sunan eserdi. 

Fırtına’da ise Shakespeare soyutlamasının en ileri noktasını sunuyordu. 

Bu beş oyunda da su, toprak ve ateş hep başroldeydi. Peter Brook bunlarla yaşamı yeniden yoğurmuş ve yepyeni dünyalar yaratmıştı. Beşi de iç dünyalarımıza uzansa da dışa dönüktü. Kapsadıkları alanlar, içerdikleri anlamlar, yaydıkları sinerji çoğalıyor, büyüyor, yayılıyordu. Sonsuz yalınlık içinde sonsuz zenginlik…

İÇSEL YOLCULUKLAR 

90’larda sahnelediği L’Hommequi… (O Adam ki…) Ünlü nörolog Olivier Sacks’ın Karısını Şapka Sanan Adam eserinden yola çıkmıştı ve tiyatro dünyasını bir kez daha altüst edecekti. Bir klinik odasında çıkılan, yalınlığın son sınırında dört oyuncu / hastayı dinlerken insan ruhunun bilinmeyenlerine, hatta en derin noktalarına doğru bir yolculuğa çıkarmıştı bizi. 

Ondan izlediğim son oyun 2000’lerin başında Kostüm ya da Takım Elbise’ydi. Güney Afrikalı siyah oyuncularla, insanın içgüdülerini dışa vuran bir öykü… Bu tarihten sonra Peter Brook, oyunlarını küçülttü küçülttü, küçülttü… Giderek dışa değil daha içe döndü; gülümsemenin yerini daha çok karamsarlık aldı.

Son yıllarda aile yakınları ne yazık ki onun adını kullanarak tiyatro yapmayı sürdürdüler ama onu sevenler biliyordu ki, büyü bozulmuştu. Adı vardı kendi yoktu…

Artık dinlenebilir Peter Brook. O hep akıntıya karşı kürek çekenlerdendi. Ve de kültürleri buluşturan, sınırları yok eden… Sadece birlikte çalıştıklarının değil, tüm tiyatrocuların tiyatroya bakışını değiştirdi. Eserleri artık kayıtlardan izlenebilecek. İyi ki Tiyatro yaşamımızdan Peter Brook geçti!

Meraklısına not: Peter Brook’la anı fotoğraflarımız, 20 yıl önce kovulduğum Milliyet Gazetesi’nin arşivinde kaldı. Ustanın gidişine ve bir de buna yanarım!.. Eğer Sahaflarda Alkım Yayınları’ndan çıkmış Karanlıktaki Işık kitabımı bulursanız, bu oyunlarla ilgili daha geniş yazılarımı o kitaptan okuyabilirsiniz. 

*Bu yazı 4 Temmuze 2022’d Cumhuriyet’te yayımlanan yazımın genişletilmiş halidir. 


Bu anma TEB Oyun Dergisi’nin 44-45. sayısında yer almıştır. Sayının tamamına ulaşmak için buraya tıklayınız.


Bu yazıyı yer işaretlerinize eklemek ister misiniz?

Yazar Hakkında / Zeynep Oral

1 Yorum

Yorum yap

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin