Rehberli Otobiyografi: Kişisel Sınırlar

Bu satırları yazmadan biraz önce baş başa Rehberli Otobiyografi çalışması vesilesiyle haftanın bir akşamı birbirimize yarenlik ettiğimiz ülkenin bir diğer ucundaki yeni kadın arkadaşım şöyle bir cümle kurdu; “İçe dönüklüğü öğreniyorum.” İçe dönüklüğün de öğrenilen bir şey olduğunu ilk defa duyduğum için bu ifadesi çok hoşuma gitti. Zira genelde dışa dönüklüğün öğrenilmesi gereken bir şey olduğu düşünülür.

Bessel A. van der Kolk’un Beden Kayıt Tutar adlı kitabının haykırdığı gibi bedenlerimiz yaşadıklarımızı kaydeden bir kayıt cihazıdır. Rehberli Otobiyografi, bu kayıt cihazını kısa süreliğine durdurup geçmiş yaşantılara çeşitli temaların filtresinden bakıp yazma ve yazdığını okumaya dayalı bir yöntem. Yani “içe dönüklüğü öğrenme” sürecini kolaylaştıran bir yöntem. Genelde grup hâlinde yapılan bir çalışma olmasına rağmen yukarıda belirttiğim gibi baş başa da yapılabiliyor.

Derginin temasının sınırlarımız olduğunu öğrendiğimde Kişisel Sınırlar adlı bir tema geliştirdim. Nihai amaç görsel sanatlar alanındaki sınırlara dair yaşantıları ortaya çıkarmak olsa da temada yer verdiğim sorular katılımcıların bu konuyu olabildiğince eski deneyimlerine giderek irdelemesini kolaylaştırmayı hedefliyordu. Katılımcılar soruları aldıktan bir süre sonra her Rehberli Otobiyografi grubunda olduğu gibi toplanıp yazdıklarını okudular. Bu metinlerin sadece derginin amacına uygun olduğunu düşündüğümüz yerlerini devam eden kısımda okuyabilirsiniz. Kimliklerini etik nedenlerle gizli tuttuğumuz katılımcılara teşekkür ederiz.

KATILIMCI 1: 17 yaşımda konservatuvarı kazanmıştım. Çokça hayalim ve ideallerim vardı. Müthiş mutluydum. İçimde kelebekler uçarcasına derslere gidiyor, liseden daha yeni mezun bir kız çocuğu olarak aileden kilometrelerce uzakta tek başına okumak ve yaşamakla ilgili hiçbir şeyi dert etmiyordum. Sınıf arkadaşlarımla aramdaki yaş farkını hissettirmemeye çabalıyor, dersler ve etütlere çok fazla kafa patlatmaya çalışıyor, parlak fikirler bulmak için elimden geleni yapıyordum.
Ve derslerden biri.. Savaş etütleri… Etüt dediğim de giriş, gelişme ve bir sonucu olan, sözsüz ama hikâye ve çatışma içeren kısa oyunlar… Konu savaş, fakat hikâye bizlere ait… Savaş esnasında köye baskın yapan askerler
ve bir evde yapayalnız kalan genç bir kız… Asker girer, genç kızla bakışırlar ve o an… Asker kıza tecavüz eder. Bir süre bu koşulu oynayıp sahneyi bitiriyoruz. Fakat eksik bir şeyler var. Üzerine konuşuyoruz, sonra tekrar deniyoruz. Olmuyor. Yeterince inandırıcı değil. Yani hocamız öyle diyordu. Sonra hoca arkadaşımı yanına çağırıp ona bir şeyler fısıldadı. Tekrar. Başladık, devam etti, devam etti… O an! Devam, devam etti, devam etti ama durmadı. Bitmedi. Oysa bitmesi gerekiyordu. Ben duygu olarak yeterince içindeydim, korkunç bir çaresizlik hissediyor ve asla kaçamıyordum. O ana sıkışmış gibiydim. Neler oluyordu anlamıyordum? Sınıf arkadaşım o kadar karşı koymama rağmen neden bir türlü bitirmiyordu bu oyunu? Sınıf arkadaşlarım, hocam, hepsi izliyordu, biliyordum. Ben hem bu gerçekliğe tutunuyor hem de bir türlü uzaklaştıramadığım arkadaşıma direnmeye çalışıyordum. Kimse hiçbir şey demiyordu. Bir yandan farkındaydım; burası bir sınıf, biz bir etüt çalışması yapıyoruz ve hoca arkadaşıma komut verdiği için böyle davranıyordu, bilerek daha çok üstüme geliyordu evet ama ben tecavüz duygusunu gerçekten hissediyordum. “Ama yeter bitsin artık!” Bitti. Ben bir süre kalkamadım. Arkadaşım elini uzattı. Asla tutmadım. Tutamazdım. Hoca istersem yüzümü yıkayabileceğimi söyledi. Gidip öyle yaptım. Ama toparlanamıyordum. Çünkü hocanın neden bir yerde oyunu kesmediğini anlayamıyordum. Ama o hocaydı. Elbette neyi ne zaman ne şekilde yapacağını, bir öğrenciyi nasıl yönlendireceğini o daha iyi biliyordu. Peki ya ben? Kendimi berbat hissediyordum. Arkadaşımın yüzünü bile görmek istemiyordum. Bir süre onunla konuşamadım… Yaşanan gerçek değildi evet, ama hissettiğim şeyin ne kadar gerçek olduğunu ne yazık ki artık biliyordum…

Üniversiteden yeni mezun olduğum yıldı. Devlet tiyatrosunda bir çocuk oyununda oynuyordum, aynı zamanda da yönetmen asistanlığı yapıyordum. Yönetmen benden yaşça büyük, evli, iki çocuğu olan ve şehir dışından gelmiş biriydi. Bu arada ben sadece oyuncu olarak yer alacaktım oyunda fakat yönetmen aynı zamanda bana asistanı olmamı teklif etti. Yeni mezun olduğum için bunun bir deneyim olacağını düşünüp kabul ettim. Üstelik kendisi son derece tecrübeli, bilgili bir oyuncu gibi geliyordu. Ondan çok şey öğreneceğimi düşünüyordum.

Provalar başladı, gayet keyifle çalışıyordum. Asistanı olarak da hiçbir şeyi atlamamak için özellikle çok çaba gösteriyordum. Gayet iyi anlaşıyorduk, işimi de layığıyla yapmaya çalıştığımı görüyor, sıklıkla takdir ediyordu. Ama yine de bir şey beni huzursuz ediyordu. Bazen bakışları, bazen flört etme çabası bazen enerjisi…

Mesela hocam dediğim yönetmen ilk günlerden itibaren yemek aralarında kendisine eşlik etmemi teklif ediyordu, ben de çeşitli sebeplerle hep reddediyordum. Bu yüzden artık bana antipatik ve egolu gelmeye başlamıştı. İş haricinde onunla vakit geçirmek istemiyordum. Önceleri laf aralarında şakayla karışık “asistanım olacak ama hiç
beni gezdirmiyor, şehir dışından geldim ama nerelerde yemek yenir hiç götürmüyor” gibi sitemler etmeye başladı. Baktı ben hâlâ oralı değilim, yavaş yavaş tavırlarını değiştirmeye başladı. Bana karşı o nazik tavrı gitmiş, yerine emir erine bağırıp çağıran bi gestapo gelmişti. Hem yeni mezun olmamın getirdiği toyluk, hem de mesleki ve yaş olarak olgunluğuna karşı saygı göstermek zorunda hissettiğimden hep “Tamam hocam, haklısınız hocam, affedersiniz hocam” şeklinde davranmak zorunda kalıyordum.

Bir gün beni arayıp provaya geç kalacağını söyledi ve ben gelene kadar ekibi ısıt dedi. Ben de ekiple paylaşıp provaya hazırlanmak için ısınmaları gerektiğini söyledim fakat tabii ki beni pek dinlemediler ve yalandan ısınıp bir süre sonra uyarmama rağmen bahçeye sigara içmeye çıktılar. Tam o arada ne yazık ki yönetmen geldi ve ekibi dışarda görünce çok sinirlenip kendisini de reddediyor olmamın verdiği sinirle devlet tiyatrosunun fuayesinde ve herkesin içinde çocuk azarlar gibi bas bas bağırmaya başladı. Bir anda kendimi yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi hissettim. O kadar utanmış ve üzülmüştüm ki kendimi ifade edemedim. O yaşta ve o ruh hâlimle “Bana bağırmaya hakkı yok” diye düşünememiştim bile.

Sonrasında tavırları bana karşı iyice hırçınlaştı hatta bir provada resmen bana psikolojik şiddet uyguladı. Koreografi çalışırken ekiple birlikte tüm figürleri doğru yapmama rağmen defalarca “Olmuyor! Olmuyor!” diyerek bana aynı şeyleri yaptırıp durdu, sonunda beni ağlattığı bile olmuştu. Ekipten kimse anlam veremiyordu olanlara. Sana neden böyle davranıyor deyip duruyorlardı. Söyleyememiştim bana karşı niyeti farklı diye. Şimdi dönüp baktığımda tüm bunlara nasıl izin verdiğime inanamıyorum… Ne üniversitedeki hocama ne de profesyonel hayata geçtiğimde birlikte çalıştığım, hocam dediğim adama nasıl hayır diyemediğime şaşıyorum. Ve hayır diyememenin insanın içinde ne derin yaralar açabileceğini biliyorum.

KATILIMCI 2: Üniversitede bir oyunculuk hocam vardı. Oyunculuk bölümüne girdiğim ilk sene o hoca üçüncü ve dördüncü sınıfların oyunculuk derslerine giriyordu. Mesleki olarak bilgisine, birikimine uzaktan hayran olduğum hoca… Zaman geçti, üçüncü sınıfa geçtim ve bizim oyunculuk hocamız oldu. Birlikte oyun çalıştık. Konservatuarlarda, oyunculuk okullarında usta çırak denen ilişki biçiminden hiç hoşlanmıyorum. Usta çırak adı altında suistimaller diyarı resmen… Fiziksel, düşünsel, cinsel… Her anlamda. Bir gün üst sınıflarımın mezuniyet oyunlarının kostüm provası yapılıyor. Bir kadın oyuncunun kostümüne bakıyor hoca. Dönem kıyafeti. Bel kısmı korseli, kabarık etekleri ve göğüs dekoltesi var. Hoca yakından ilgileniyor her şeyle. Işık, kostüm, oyunculuk vs. Ne yaptı biliyor musunuz? “Kızım ben senin babanım” diyerek bir anda zaten göğüs dekoltesi veren kadının memesini tuttu ve biraz daha belirginleştirmek için iyice dışarı doğru çıkardı. Biz buna o zaman anlam veremedik ve güldük tabii, şoke olduk. Şimdi de gülüyorum ama öfkeyle. Ben senin babanım öyle mi? Baba, abi, usta, öğretmen adı altında bunu hak görüyorsun kendine öyle mi? Bu kadar rahat dokunabiliyorsun yani?

Bir başka hoca halk dansları dersinde yapılan bir hataya sinirlendiği için yukarıdan sahneye sandalye fırlatabiliyor öyle mi? Ustam? Konservatuar birinci sınıfta 17-20 yaş arası gençlere hiçbir tedbir olmaksızın oyunculuk adı altında yapılan baskılar… Nesne etüdü çalışıyoruz. Bizden nesne olmamız isteniyor. Birimiz hassas kantar, birimiz eski bir radyo, birimiz tekerlek, birimiz ibrik olmuşuz. Nesnelerin bir hikayesi olmalı tabii ki. Ve hocamız ibrik olan sınıf arkadaşıma aşağılayıcı bir tavırla “Aa siz hala ibrik mi kullanıyorsunuz?”diye sorabiliyor. Yine aynı kişiye o dönem ülkede yaşanan etnik köken kaynaklı çatışmaların muhatabı gibi davranıp Kürt kimliğinden dolayı kötü davranabiliyor. Sadece bizde değil, birçok okulda yaşanıyordu bunlar.


Bu çalışma TEB Oyun Dergisi’nin “Gösteri Sanatlarında Sınırlar” dosyasında yer almıştır.


Bu yazıyı yer işaretlerinize eklemek ister misiniz?

Yazar Hakkında / Mürüvet Esra Yıldırım

Yorum yap

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin