Yakınlık dramaturjisi Ya da Kral Lear’le Nasıl Yakınlaşmalı?
Rollo May, yaratıcı sürecin doğasını araştırdığını söylediği Yaratma Cesareti kitabında imgelemden söz ederken uzanmak, topa tutulmak ve itki gibi dinamik terimler kullanır: “İmgelem (imagination); zihnin uzanışıdır. İmgelem; bireyin, bilinçli zihninin ön-bilinç eşliğinde doğup gelen fikirler, itkiler, imgeler ve her çeşitten diğer psişik olguyla topa tutuluşunu kabullenebilme yetisidir.” Bu canlı anlatım bizi yaratıcı süreci tüm fizikselliği ve maddeselliği ile hayal etmeye davet ediyor. İş, o canlılık içinde kalabilmekte. Çünkü bu kendi kendine yeten akış sizden tüm ilgi ve dikkatinizi talep ediyor. May, sormaya devam ediyor: “İmgelemimizi nereye kadar salabiliriz? Dizginleri ona bırakabilir miyiz? Düşünülemezi düşünmeye cesaret edebilir miyiz? Yeni görünümlere gebe kalıp, onların içinde düşüp kalkmaya cesaret edebilir miyiz?” Tiyatro ve performans üretim süreçleri bu dinamizmi nasıl kapsıyor ve o an ya da sonradan olan biteni hatırlamak yaratıcı süreci nasıl şekillendirir? Her şeyi ile hatırlayamasak da yaratıcı süreçlerin bizde kalan izleri ile neyi bilebildiğimizi ya da bilemediğimizi düşünmek neden cazip? Bu yazıda ekipçe1 ürettiğimiz yere özgü bir oyunun yaratıcı süreçlerini kendi hafızamı yoklayarak yeniden düşünmeye çalışacağım. Hatırlananlar ilk kez yaşanıyor olabilirler. Başlayalım.
Metnimiz ve ilham kaynağımız Kral Lear. Neden? Tanrılara, piçleri koruyun, diyen bir karakteri olduğu için mi? Sevgiden bahsettiği için mi? Yakıcı nefretin neye benzediğini gösterebildiği için mi? Dünyanın en saçma ama ihtişamlı açılış sahnesi yüzünden mi? Nedenini bilmeden okuyalım. Tekrar tekrar okuyalım. Metnin nefes alıp verişini, kat ettiği yolları, inip çıktığı tepeleri hissedelim. Bir dans koreografisi yazar gibi hareket akışını çalışalım. Metnin rengini düşünelim. Sıkı fıkı olduğumuzu düşündüğümüz an uzağına düşelim. En iyisi bu oyunu sevelim. Ben bu ilişkiye “yakınlık dramaturjisi” diyorum. Kısaca; kaynak metinle kurulan ilişkinin metinle bazen fazla yakınlaşarak kaybolma riskini almayı içeriyorsa ve metnin sahneleme aşamasında bu yakınlığın süregiden etkilerini araştırmayı göze alıyorsak yakınlığa cesaret ediyoruz diye düşünüyorum. Yakından ilgilenmenin2 sorumluluğunu üstlenmek de diyebiliriz.
Oyunun açılış sahnesinde bir baba/kral çocuklarına “Beni ne kadar seviyorsunuz?” diye soruyor. Duyalım: Üç kızdan biri, Cordelia, cevap olarak söyleyecek hiçbir şeyi olmadığını söylüyor. Hiçbir şey. İşte oyunun ilk özgün sesini duyduk. 4 dakika 33 saniye. Cordelia’nın “hiç”i ancak babasının elden ayaktan düşmesi ile ifade edebileceği bir cevabı saklıyor olabilir mi? Ya da baba-kız sınırını aşacak olma korkusunu? Oyun metni bir organizma ise onun öznelliğinin biricikliği yani dışarıdan ulaşılması mümkün olmayan çekirdeği bu korkuda saklı olabilir mi? Bu baba-kız sınırında cereyan eden tekinsiz his bizi oyunun qualia‘sına yaklaştırır mı?
Qualia‘yı zihin felsefesinden ödünç alalım. Öznel deneyimin bir başka bilince aktarılamazlığını ifade eden bu kavramı anlamak için örnek verelim: Diyelim ki iki arkadaş ormanda yürüyorsunuz. Siz yürüdükçe patika üzerindeki yapraklar hışırdıyor. İkiniz de aynı sesi mi duyuyorsunuz? Rüzgâr ikinizin tenine de aynı yumuşaklığı mı veriyor? Arkadaşınız gibi hissetmek nasıl olurdu, olur muydu? Sizin deneyiminizi size özel kılan nedir? İşte, deneyimin dille ifade edilmesi imkânsıza yakın içeriden kavranan yanını anlatmak için qualia terimi kullanılıyor. Yaşayan bir organizma olarak metin ve bizim onunla kurduğumuz ilişkinin biricikliği de kendine has bir qualia‘ya sahip olmalı. Bunu araştırmaya devam edelim. Hem görsel hem de canlı sanat olan tiyatroda, algının canlılığının yeniden üretimi bu araştırmaya sıkı sıkıya bağlı olmalı. Aslında sevdiğimiz metnin ya da fikrin qualia‘sını araştırırken seyredende canlı bir deneyim yaratmanın yollarını araştırıyor oluyoruz. Seyircinin oyuncu/anlatıcı ile karşılaşmasında canlılığı nasıl buluyoruz? Kimilerinin tiyatrodan uzak durmasının sebebi olan oyuncunun varlığı ile qualia arasında nasıl bir ilişki var? Sonuç olarak bir dizi ilişkinin birbiri içinde erimeden birbirine tercüme edilmesinden bahsediyoruz: Ekibin ve/ya da yönetmenin kaynak fikirle kurduğu öznel ilişki, oyuncuların oyun evrenlerindeki yeni ilişkiler ve her performansta istesek de istemesek de (iyi ki) olan tesadüfler, hatalar ve doğaçlamaların getireceği yepyeni ilişkilenmeler.
İlk sahneyi düşünmeye devam edelim. Birine onu ne kadar sevdiğinizi anlatabilir misiniz? Kollarını açarak “İşte bu kadar” diye gösteren bir çocuk olsanız…. Bir dakika. Kadar?
Göstermek ve söylemek arasında köprü kuran bu sözcük oyunun ismi olacak. Bunu henüz bilmiyoruz. Çalışıyoruz. Birini sevmeyi başka birini ya da şeyi sevmeye benzetiyor, tarif ediyor ve ikisini karşılaştıran cümleler kuruyoruz: Seni bana aldığın her bir oyuncak kadar seviyorum, seni saptığımız o yan yollar kadar seviyorum, seni bana söylemediğin her şey kadar seviyorum… Galiba bir biçim beliriyor diye seviniyoruz. Beni ne kadar seviyorsun sorusu adil bir soru mu? Bu soru ile yeteri kadar uzun bir süre haşır neşir olduğumuzda sevmenin sevmemeyi de içerdiğini anlıyoruz. Sevmek kelimesinin sevmenin önünde engel olabileceği kimin aklına gelirdi? Benzer sorulardan yola çıkarak birini sevdiğimizi anlatmanın tüm yollarını ve olasılıklarını araştırıyoruz. Üç oyuncu üç ayrı “baba”ya konuşuyor. Seyredenler “baba” mı oldu şimdi? Belki.
Elimizde bir de mekân olsun. Bu mekân Kuzguncuk’ta bir iskele binası olsun. Binaya girdikten sonra iskeleye çıkmayalım da merdivenlerden yukarıya çıkalım. Bir dakika, merdiven boşluğuna baksak mı? Bu boşluk metnin hangi sahnesini çağırıyor? Bulalım: Gloucester ve Edward’ın olduğu uçurum sahnesini. Gözleri görmeyen birinin uçurumun kenarında olduğuna inandırılması dikkatimizi çeksin. O uçurumdan atladığına ve ölmediğine inandırılması da. Bu sahnedeki Gloucester’a olduğu gibi, seyirciye bir uçurumdan kendini atma deneyimi yaşatılabilir mi? Ve bu deneyimden sonra seyirci yeniden hayata döndürülebilir mi? Tekrar metne ve bu sahneye dönerek qualia‘yı araştıralım. O halde her birimiz yüksek bir yerden düşme hissi ile ilgili serbest doğaçlama yapalım.
Paul Klee/ Two Ways
Bir parantez: Elaine Scarry, Kitapla Hayal Etmek isimli kitabında edebiyatın nasıl olup da sadece dil yoluyla imgelere canlılık verebildiğini soruşturur. Ona göre, koku, ses, görsellik gibi gerçek hiçbir duyusal içeriğe sahip olmadan imgeleri canlandırıveren ve algının yaşamsallığına erişen sözlü sanatlar, bunu algıyı derinlemesine yeniden üreterek yapar. Ona göre yazar okura bazı talimatlar vererek hayal ettirir ve böylece algıyı taklit etmesini sağlar. Scary’e göre hayal etmek algısal bir taklit eylemi. O zaman biz de doğaçlamalar yoluyla düşme hissi hakkında bir metin oluşturarak gerçekten düşmeyi hayal etmeyi taklit ettirmeyi amaçlamış oluyoruz. Doğaçlamalardan çıkanları tek bir metin haline getirelim. Bunu yaparken seyircinin dinlemekten sıkılmayacağı bir ritim tutturmaya çalışalım. Sonuçta istiyoruz ki seyirci merdiven boşluğuna ona gösterdiğimiz matlara uzandığında kulaklıklarını takıp bu metni dinlesin. Bir ninni ile başlasın kayıt ve devam etsin:
Şu an Kuzguncuk İskelesinin üst katında üçüncü kattan aşağıya merdiven boşluğuna bakıyorsun. Aşağıya bakmak bile başını döndürmeye yetiyor. Düşmekten korkuyorsun. Gözlerin kararır da tepe üstü düşersin diye korkuyorsun. Çocukken hiç korkmadığın geliyor aklına. Sahi, ordan burdan atlarken hiç mi düşünmezdin? Canın hiç yanmayacak gibi her yerden nasıl da atlardın. Belki de daha küçük ve daha az hacimli olduğun için yere düşsen de koymazdı sana. Öyle mi? Ya da bir şeye erişmek isterdin. Ayakların seni takip ederdi o kadar. Ama bir gün geldi, yüksek bir kaya parçasından bile atlayamaz oldun. Canın bi anda tatlı oldu. Sahi ne ara kendine kıyamaz oldun? Aşağıya bir şey atıyorsun. Süzülüyor. Bir şey daha. Bir şey daha. Onlar da hızla yere düşüyor. Her şey düşer, ama her şey. Aşağıya doğru çekilir. Kağıt, ayna, insan, balık, yaprak, taş, tüy… Ve bıraktın. Kendini. Önce ellerini bıraktın. Ve ağırlığını yavaşça öne verdin. Zaten hassas olan vücudunun dengesi tamamen yok oldu. Ver yer seni çekti. İşte sen de düşmektesin. Düşüyorsun, düşüyorsun, düşüyorsun, düşüyorsun, düşüyorsun. Her şey olması gerektiği gibi. Dokuz onda sekiz. Peki, birden kanatların çıksa? Şey gibi… Mutluluktan uçar gibi. Bir keresinde denizde çıplak yüzmüştün. Sen ve su. Su ve sen. Sanki karışmıştınız da bir olmuştunuz. Arada insana dair hiçbir şey olmadan, her şeyle bir bütün gibi. Ya da mesela hafif hafif esen rüzgârda da böyle hissedersin sen. Hafif ama çok hafif bir rüzgâr. Havadaki zerrelere karışırsın. Gizli kaldığını düşündüğün tüm kuytularıyla bedenini hissedersin. Sonra birden sanki kaburga kemiklerinin orda mini minnacık bir sızı. Bir şeyler hareketleniyor, büyüyor sanki. Sanki toprağa ektiğin tohumlar filizleniyor, yaprakları yeşeriyor gibi, o yapraklar büyüyor dallar budaklar oluşturuyor gibi. Şimdi sırtının üstünde iki tane fidan var, yaprakları öyle hafif ki. Varla yok arası. Tüy gibi? O tüyler kanat olup yavaşça açılıyor, seni yukarı doğru taşıyor sanki. Sen oracıkta kanat çırpmayı öğrenmişsin, belki de hatırlamışsın. Nasıl da güzel kanat çırpıyormuşsun sen, nasıl da becerikliymişsin, bunu yapmayı nerden öğrendin, daha iki dakika önce çıktı kanatların? Ama işte düşüyorsun. Hala düşüyorsun. Şimdi yerde uzanmışsın. Üzerine doğru gelen kendini görüyorsun. PAT! Göğsün değdi yere ilk önce. Sonra başın, sonra kolların ve vücudunun geri kalanı.. Adeta kucakladın yeri -kendini-. Ve birkaç kaburgan kırılıyor çarpmanın etkisi ile. Biri ciğerine batıyor ve ciğerlerine kan sızmaya başlıyor. Yere -kendine- sarılmış uzanıyorsun. Dokuz onda sekiz… Patates… Kanatların… Cambaz… Tavus kuşu… Kasılmalar… Ya sizi denize doğru çekerse efendimiz… Dokuz onda sekiz… Diş gıcırtısı. Porselen biblo. Emniyet kemeri. Gün batımı… Büyük patlama. Parlement mavisi. Metal tadı. Kağıt kesiği. İç sızısı… Boynun kırık, hareket edemiyorsun… Ciğerlerine kan doluyor, kendi kucağında yavaş yavaş boğuluyorsun… İstemsiz kasılmalar, ürperti, titreme… Hava olmasaydı. Bir tüy ve sen aynı anda yere düşerdiniz… Tüy ve sen…
Seyirci bir yandan bu metni dinlerken bir yandan da merdiven boşluğuna düşen tüy, baloncuk gibi nesneleri izlesin. Kayıt bitince uzandığı yerden kalksın, merdivenlerde onu yukarıya davet eden oyuncular görsün. Oyunculardan biri seyirciye “hayal gücün ne kadar da güçlüymüş. Düşündüğün yerde olsaydın şimdiye çoktaaan…” desin. Şimdiden metnin parçalarını yan yana koyuyoruz. Birazdan seyirciyi davet ettiğimiz karanlık salonda onları yine seslerle baş başa bırakabiliriz. Bu sesler, bu sahneyle bir şeyler yapmalı dediğimiz mahkeme sahnesinin sesleri olsun. Aşağıdaki paragraftan tamamen keyfi üç kelime öbeği seçelim ve bunları fısıltıyla söylemek suretiyle ses kaydına alalım.
Evet bunu kesinlikle yapmalıyım: onları hemen şimdi yargılayacağım. Mahkeme kurulsun. Tanıkları görelim. Önce şunu sorguya çekin. Burada yüce mahkemenin önünde yemin ederim ki bu kadın zavallı babasını evinde istemedi. Burada biri daha var: fesat ve sinsi. Tutun onu, yakalayın. Yatırıp göğsünü yarsınlar. Baksınlar, yüreğinde taş mı var. Yüreğini sertleştiren şey nedir, bulup çıkarsınlar! Gürültü etmeyin, susun. Şu minik köpeklerim bile bana havlıyorlar. Tanımıyor musunuz beni canlarım? Akşam yemeğini sabahleyin yeriz. Akşam yemeğini sabahleyin yeriz.
Gelelim delirmeye. Kral Lear’ın en görkemli en güçlü sahnelerinden fırtına sahnesinde kral bilgece delirir. Bu sahnenin “qualia” araştırması için bir öneri: Tanımadığınız biri, bir yabancı seçin. Yolda, kafede, sokakta, kamusal herhangi bir alanda. Bir süre onu gözlemleyin. Duruşu, sizce yaşı, hayatı, sizde uyandırdıklarına bakın. Ve bu kişiyi tarif edin hemen orada, telefonunuza yazın, not defterinize yazın fark etmez. Bu tariften sonra da bu kişi delirirse nasıl delirir sorusunun cevabını yazın. Onun deliliği nasıl olur. Tarif edin. Daha sonra kullanmayacağımız birçok metin çıkarmış olalım ve buradan çıkacak hikâyeleri de kullanmayalım.
Sonunda tüm bu parçaları ayrı ayrı kalp atışları olarak mekâna yerleştirmek kalsın. İzleyicileri 10 kişi ile sınırlayalım ki oyunu mekânı rahat rahat gezerek deneyimlesinler. Mekândan çıkarken merdiven boşluğunda bir gecelik görsünler. Bedensiz, yerde öylece duruyor olsun. Oyun bitsin.
Şair Audre Lorde “Erotiğin Olanakları” adlı yazısında erotik olanı şöyle tarif eder: “İkinci Dünya Savaşı sırasında plastik paketlerde renksiz, beyaz margarin alırdık. Paketin içinde sarı yakut gibi yüzen küçücük sarı renk topağı olurdu. Margarini yumuşaması için bir süre dışarda bırakırdık, sonra paketi açmadan küçük sarı yumağı patlatır, o zengin sarılığı yumuşak ve duru margarine yayardık. Sonra onu parmaklarımızın arasında nazikçe ileri geri yoğururduk, tekrar tekrar, ta ki renk bütün margarin paketine yayılana kadar. Erotik sanki içimde böyle bir çekirdek gibi. Bir kere yoğun ve sıkı yumağından çıktığında her yere akar ve tüm deneyimimi duyarlılaştıran, yükselten ve güçlendiren enerjisi ile hayatımı renklendirir.” O halde, bir kere bulunduğunda yeni bir Kral Lear’a hayat verecek o yumağı nazikçe yoğurmayı ve erotik çekirdeğe ulaşmayı bu sürecin yöntemi olarak hatırlayalım.
Şimdi, başa dönelim ve yazıda geçen tüm “qualia“ların yerine “erotik”i koyarak yazıyı yeniden okuyalım.
Değinilen Çalışmalar:
Kitapla Hayal Etmek. Elaine Scary. Metis Yayınları, 2006.
Yaratma Cesareti. Rollo May. Metis Yayınları, 2013.
“Erotiğin Olanakları.” Audre Lorde. https://www.5harfliler.com/erotigin-olanaklari/
Teşekkürler
Kadar sürecinde birlikte çalıştığım tüm ekibe binlerce teşekkür.
Bu yazının yazılmasına Eylem Ejder ve Reha Keskin’in moderatörlüğünü yaptıkları Modern Türkiye Tiyatrosu: Kökler, Saçaklar, Uğraklar isimli konuşma serisinde “Yakınlık Dramaturjisi: Deneyimin Çağrışımlarıyla Oynamak” başlığı ile 23 Haziran 2023’te İBB Atatürk Kitaplığı’nda yaptığım konuşma vesile oldu. Konuşmayı bir yazıya dönüştürmeye beni davet ettiği için Eylem Ejder’e özel teşekkürlerimle.
Dipnotlar:
1)Proje Difüzyon ve Yoğunluk ortak üretimi olan oyunun künyesi şöyle: Oyunun adı: Kadar. Yöneten: Özgül Akıncı. Dramaturji: Özgül Akıncı, Zinnure Türe, İsmail Eğler, Elif Tekir. Metin oluşturma: Zinnure Türe, Oya Bacak, Sedat Can Güvenç, Özgül Akıncı. Ses ve Işık Tasarımı: Yoğunluk. Skenografi: Yoğunluk. Kostüm Tasarımı: Ülkü Şahin. Asistanlar: Edanur Köşeli, Yağmur Ruken Kahraman, Ayda Akkaya. Performans: Zinnure Türe, Oya Bacak, Sedat Can Güvenç
2)Konstantina Georgelou ve Jennifer Joan Thompson ile yazdığımız ve Performance Research dergisinin 27 (6-7). sayısında yayınlanan “Three Acts of Care in Performance and Beyond: A Non-linear Testimony” (Performans ve Performansın Ötesinde Üç Bakım Eylemi: Doğrusal Olmayan Bir Tanıklık) adlı makalede bu yazıda geçen kimi düşünceleri “bakım” (care) kavramı üzerinden açarak tartışmıştım.
Bu yazı TEB Oyun Dergisi’nin 2023 Bahar / Yaz (47/48) “Nasıl?” konulu özel sayısında yer almıştır.