Yaşamın Tuhaf Organizmaları: Ahretlikler
Eski bir zamanda donup kalmış gibi duran bir salon, içinde iki koltuk, iki koltuğun ortasında bir sehpa, üzerinde kolonya, danteller, kapıya asılı kalmış bir nazar boncuğu, eski bir saat, kimsenin aramadığı bir telefon… İki yaşlı kadının fotoğrafı duvardan bize bakıyor, sanki “Buraya aitiz,” der gibi. Ardından da bizi beraber paylaştıkları evlerinin içindeki rutinlerine davet ediyor, bir anlamda eşlikçileri yapıyorlar. Her sabah gibi bir sabah ahretliklerden biri uyanıyor, salona geliyor, arkadaşının odasının önünde durup kapıyı dinliyor bir ses duyma umuduyla… Ve sesi duyuyor, evet hâlâ bir nefes, bir yaşam var. İç rahatlığıyla fakat yaşlılığın getirdiği ağrılar yüzünden oldukça yavaş bir şekilde koltuğuna oturuyor. Hemen arkasından yanındaki koltuğa sabah sporunu yaptıktan sonra arkadaşı yerleşiyor.
Ahretliğin kelime anlamı Türk Dil Kurumu’nda, “Ahret kardeşi olan kadınlardan her biri,’’ olarak geçiyor. Dolayısıyla hayatlarının bu evresinde ve ahrette birlikte yaşamayı seçmiş iki yaşlı kadın arkadaşın, ahretliklerin hikâyesi bu… Fakat bir yanıyla benim de yer yer kendime sorular yönelttiğim bir hikâye… Birlikte yaşamak hakkında ne biliyoruz? Farklılıklarımızla beraber ve bir arada var olmanın gerekliliğini dil üzerinden sürekli ifade etsek de bunu gündelik yaşamımız içinde “nasıl’’ sürdürüyoruz? Bu soruların cevapları bir yanıyla ahretliklerin arasındaki bağda saklı. Peki biz toplumsal olarak bu bağı “nasıl’’ onarabilir ya da bu bağ yoksa “nasıl’’ inşa edebiliriz?
Ahretlik
Sözsüz bir oyun olarak tasarlanması ve iki oyuncunun da taktıkları maskeler izleyiciyi biçime ve eylemin kendisine odaklanmaya çekiyor. Karakterlerin özellikleri ve yönelimlerini hareketleri ve eylemleri sayesinde anlıyoruz. Bu hareketler yaşlılığı ve getirdiği zorlukları da ortaya koyduğu için onların hikâyesinde önemli bir yeri var. Kimi zaman bedensel olarak istedikleri formu yakalayamamaları, örneğin bacak bacak üstüne atamamak gibi çoğu insana göre oldukça basit olan şeylerin onlara göre olanaksız olması yaşlılığın hayatlarına koyduğu engelleri görmemizi sağlıyor. Fakat aynı zamanda büyük kalçaları, kocaman popoları, geniş göğüsleri ve kafalarına taktıkları abartılı maskelerle dikkati sürekli canlı tutuyorlar. Böylece onların evlerinin içinde geçirdikleri bir günü, saatlerini, alışkanlıklarını izlemeye başlıyoruz.
Ahretliklerin dışarıyla kurdukları tek ilişki kapıcının her gün kapılarının önüne bıraktığı ekmek ve gazete ile açtıkları televizyonun içinde dönüp duran sabah, öğle ve akşam kuşağı programları. Aralarında gazeteyi ilk kim okuyacak savaşı yapsalar da gazete ikisi için de nasıl ilişki kuracaklarını bilmedikleri bir nesne. Okumaya çalışırken sayfaları dağılan, habere bakarken katlanan, sonra tekrar katlanan, en sonunda küçücük kalıp sandalyenin ayağına destek amaçlı konan ve asıl işlevselliğini o zaman kazanan bir “şey.’’ Bu açıdan içerisi de kendi koşullarını yaratıyor. Yaşlılığın getirdikleriyle, daha sakin, daha güvenli, sınırları belli olan bir alan burası. Fakat içeriyi tarif eden bu kavramlar rutinin kendisini görünür kılarken içeride “nasıl’’ hayatta kalınacağı sorusunu da beraberinde getiriyor. Bana kalırsa bu sorunun cevabı iki yakın arkadaş olan ahretlikler. Sokağa çıkmaktan vazgeçtikleri için evlerinin içindeki görece “güvenli’’ dünyada rutinlerini sürdürürlerken birbirlerine küçük oyunlar kurarak didişiyor, çay ve ilaç saatlerine dikkat ediyor, yeri geliyor ilaçlarını paylaşıyor, koltuklarında uyuklamaya başladıklarında odalarına çekilme vakti geldiğini anlıyor ve uyumadan önce sarılarak bir günü daha geride bırakıyorlar. Rutinlerinin içinde birbirleriyle olan organik ilişkileri ve aralarında kurdukları dil onları hayatta tutuyor.
Ahretlik oyunundan bir kare.
Sabah olduğunda yeni gün de aynı bir önceki gibi başlıyor. Bir süre sonra bugünün de dünden bir farkı olmadığını ve her günün benzer şekilde akıp gittiğini fark ediyoruz. Ta ki kapıcı ekmek ve gazete getirdikten sonra kapı yeniden çalana kadar… Kapının yeniden çalışıyla iki kadın şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlar. Anlıyoruz ki bu sıklıkla yaşamadıkları bir durum. Fakat asıl sürpriz kapı açıldığında eşiğe bırakılmış bir demet çiçekle ortaya çıkıyor.
Çiçek, beklenilmeyenin yarattığı kafa karışıklığıyla yaşlı kadınları düşünmeye ve sorgulamaya yönlendiriyor. “Peki bu çiçek kime geldi?’’ sorusuyla beraber giriştikleri masum kıskançlık yarışları kapının tekrar çalmasıyla son buluyor. Bu kez kapıda onları karşılayan sürpriz ise bir balon. Hayretle ve şaşırarak balona bakarlarken, ona kendi kıyafetlerini giydirerek bir kuklaya dönüştürüyor ve bir oyun kuruyorlar. Dışarıdan gelen başka bir nesne, yeniden içerinin koşullarıyla başka bir şeye dönüşüyor. Kollarıyla hareket ettirdikleri kukla önce evi temizlemeye, ardından bütün evi dağıtmaya, düzeni ve rutini oyunla bozmaya başlıyor.
Ahretlikler küçük şeyleri bir oyuna döndürmeyi çok seviyorlar. Çünkü yaşlılığın hayatlarına getirdiği engellerle, yavaş ve ağır geçen gündelik rutinleriyle başa çıkabilmelerini sağlayan yegâne şey oyun. Aynı zamanda oyun, alışıldık olanı kıran ve tekrar sorgulamaya iten bir kavram. Rutinin, belirli olanın, sınırı çekilmişin karşısına koyulan bir belirsiz; sürpriz ve heyecan içeren bir alan. Bu yüzden kapı her çaldığında kapıyı kimin açacağına dair aralarında oynadıkları taş-kâğıt-makas gibi oyunlar onları hayatta tutan önemli bir ayrıntı. Fakat yine de tüm gün evin içinde geçen ve tamamen rutinlerden oluşan bir yaşam için yeterli değil. Dışarıdan gelen çiçek ve balon onlara kadınlıklarıyla beraber varlıklarını yeniden hatırlatıyor. Ta ki kapı son bir kez daha çalana dek. Bu kez kapı açıldığında sesini duyduğumuz kişi komşuları. Çocuğunun kaçan balonunu ve kocasının kendisine yolladığı çiçeği sormaya gelmiş. Yaşlı kadınlar komşunun söyledikleri üzerine önce birbirlerine bakıyor, sonra çiçeği ve balonu istemeden de olsa asıl sahibine veriyorlar. Böylece kurdukları oyun bir anda son buluyor. Kapıyı kapatıp az önce balonla eğlenirken dağıttıkları evi topluyor, üzgün bir halde sıradan yaşamlarına geri dönüyorlar.
Dışarısı uzun süredir hepimiz için karanlık. Fakat artık içerisi de öyle. O halde arzu ettiğimiz hayatı nerede ve ‘’nasıl’’ kuracağız? Başka bir şekilde sormak gerekirse, tekrarların dünyasına sıkışmış bu var olma çabasına yaşam denilebilir mi? Peki kapıyı açma gücünü içimizde “nasıl’’ bulacağız? Bunlar oyunu izlerken benim kendime sorduğum sorular. Fakat iki yaşlı kadının da kendilerine bu soruları sorduklarını düşünüyorum. Çünkü beklenmediğin yarattığı heyecan bir kez evlerinin içine ve hayatlarına sızdı. Artık ellerinde, var olanı kıyaslayabilecekleri, rutinlerini sorgulayabilecekleri, uzun süre önce unuttukları ve tekrar hatırladıkları bir “yeni” var.
Çiçeği ve balonu komşuya teslim edip keyifsiz ve düşünceli bir halde odalarına çekildikleri günün ertesi yaşlı kadınlardan biri dışarıda giydiği özenli ve seçilmiş kıyafetleriyle çıkıyor odasından… Kendisine artık dar gelen, kim bilir en son ne zaman giydiği paltosunu üstüne geçiriyor ve kapıyı açıyor. Aynı anda da kapıda, üstünde düzgün ve özenli kıyafetleriyle dışarıdan içeri girmekte olan ahretliği karşılıyoronu: Elinde ona doğru uzattığı bir demet çiçekle.
İnsan yaşamak için bir başkasına ihtiyaç duyar. Kurduğumuz bağlar bizi aynı zamanda yaşama bağlayan yegâne şeydir. Dolayısıyla ahretlikleri “güvenli” saydıkları ortamlarından dışarıya, yaşlılıklarıyla artık pek de “işe yarar” kabul edilmedikleri kamusal alana çeken ve kapıyı açma kuvvetini bulmalarını sağlayan şeyin sürdürdükleri dostluk olması yaşamsal ve organik bir yere temas ediyor. Belki de güvensizliğin üstümüze yığdığı endişe ve engelleri ancak bir başkasını düşünerek aşacağızdır. Varlığımızın bir diğeriyle olan yaşamsal ilişkisi üzerine düşündüğümüzde kendi küçük ekosistemlerimizin farkına varmaya başlarız. Bu ekosistemlerin sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürmesi birbirimizi beslediğimiz görünmez ağlara bağlı. Oyunun bir yerinde televizyondan gelen belgeseldeki sesin de dediği gibi: “Yaşam milyonlarca yıllık karmaşık düzen, onlarsa yaşamın en tuhaf organizmaları: Denizin anaları.”
Ahretlikler de bunu fark ediyor olacaklar ki çantalarını kollarına takıp bu kez dışarının yolunu birlikte tutuyorlar, kol kola. Kapıdan tekrar girdiklerindeyse elleri, kolları, kucakları balonlar, çiçekler, meyveler ve kolonyalarla dolu. Tabii kafalarında yaşamın bu tuhaf organizmalarına uygun olarak taktıkları deniz gözlükleri de var. Bu halleriyle artık kendi ekosistemlerinde özgürce yaşayabilirler. Özgürce ama birlikte.
Bu yazı TEB Oyun Dergisi’nin 2023 Bahar / Yaz (47/48) “Nasıl?” konulu özel sayısında yer almıştır.