Geia Sou Agapi Mou*
Bu yazı İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü öğrencilerinin eleştiri yazılarını merkeze alan yaz projemiz kapsamında yayınlanmaktadır.
Sirtaki! Çocuksu heyecana, yaşama ve umuda tutunmakta ısrarcı olmaya, göğe bakmayı hatırlamaya ne uygun bir melodi bu duyulan! Alabildiğine mavi, alabildiğine kıpır kıpır. Çaldığı an etkisi altına girmekten kaçamadığımız, yakından tanıdığımız.
Mahallemiz Eşrafından da tam da böyle bir hikâyeye ortak ediyor bizi. Rumlarla Türklerin, Hristiyanlarla Müslümanların bir arada yaşadığı küçük bir adanın yerlisi olan, ismini bilmediğimiz 15 yaşında bir genç kızın 1 yılını, “kendisinin ezgisi”[1] olma çabasını, kendi ağzından dinliyoruz.
Berfin Ertan’ın hem yazdığı hem oynadığı bu tek kişilik oyun, kadın gözünden anlatılan bir genç kızlık hikâyesinin çocuksu heyecanını da, tavan yapmış agresyonunu, her şeye başkaldırma ama bunu nasıl yapacağını bilememe halini de içinde barındıran bir anlatıyı sahneye taşıyor. Aynı zamanda karakterin isimsiz oluşu, kendini var etme zorunluluğunun altını çiziyor. Bunu değerli ve kritik buluyorum. Bugün pek çok kadın hikâyesini sahnede görebiliyor olsak da büyüme sancılarını merkeze alan, bunun yanında kimlik inşasının ve birey olma serüveninin o hırçın ve başa çıkılması zor haline odaklanmayı tercih eden ve bunu sahiden kadın gözüyle sahneye taşıyan oyunları saymaya kalksak, sanıyorum bir elin parmaklarını geçmez. Bu nedenle Mahallemiz, hem önemli bir boşluğu dolduruyor hem de bize müthiş bir davetle geliyor: ilk aşka, ilk gençliğe, ilklerin heyecanına, bir aradalığa, sevgiye, umuda ve inada davet ediyor.

Mahallemiz Eşrafından oyunundan bir kare.
Oyunun asıl kurucusu müzik, spesifik olarak ise sirtaki. Açılışta barkovizyonda gördüğümüz küçük kız ve sahnede gördüğümüz Ertan, sirtaki eşliğinde ama asla sirtaki olduğu iddia edilemeyecek figürlerle dans ediyor. Bir leitmotiv olarak hem müzik hem figürler oyun boyunca farklı anlarda karşımıza çıkmaya devam ediyor. Müzik ve dansın birleştirici gücü ve kökenleri incelendiğinde saptanan, coğrafya etkisi de düşünülünce bir ada hikâyesinde kurucu unsur olarak bu iki ögeyi kullanmanın ne kadar doğru ve yerinde bir tercih olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Hikâyedeki mekânın bir ada oluşu, bu küçük yerin muhafazakar, kendi içine kapalı yapısı, karakterimizin sıkışmışlığına vurgu yapan, bu sıkışmanın dozunu artıran, yer yer klostrofobik etki yaratan bir tercih olarak karşımızda duruyor. Diğer yandan beş benzemez, bambaşka dünyalara ait insanları ‘’mahalleli’’ yapan, yıllardır bir arada yaşadıkları ve bunu sürdürdükleri bir yer olarak ‘’Mutlaka ben de kendime yer bulacağım burada. Bir şekilde, zamanı geldiğinde.’’ diye düşündürüyor. Anlatının içinde barındırdığı mücadelede pek çok kaçış motivasyonu var ama bunlardan biri bu adayı terk etmek değil, tam da bu yüzden.
İlk aşkın yakıcılığı bütün gerçekliğiyle, duygusal yıkımıyla, dönüştürücü etkisiyle vücut buluyor oyunda. Üstelik kendini keşfetmeye ve inşa etmeye çalışan bir genç kızın deneyimine tanık oluyoruz. Ne deli ne melankolik ne uçlarda ne direngen bir sevda bu! Aileye, topluma, tüm normlara başkaldırarak var olan ve süren bu iki genç kızın aşkı, duygusal olarak kuşatıyor bizi de. Biri kaygılı, biri kaçıngan ama o aşk ikisinden de azade var ve duruyor orada. Falda çıkan s harfinin Selim mi, Süleyman mı diye merak edilirken Sesil çıkması, ailenin bunu bir şekilde öğrendiğinde kızlarını “iyileştirmek, bundan kurtarmak” için çareyi Kur’an kursunda araması derken her şeye kafa tutarak hâlâ internet cafe’deki sınırlı imkânlarla Rumca öğrenmeye, bir sokakta ya da köşe başında Sesil’i görmeye çalışan karakterimiz bu inatla var ediyor kendini. Sesil’in evin kapısına gelip yüzüne fırlattığı domatesin kırmızısı önce utanç kırmızısına, finaldeyse tutkunun ve aşkın kızıllığına bırakıyor yerini.
Berfin Ertan’ın oyunculuğu ve Hakan Emre Ünal’ın rejisi Mahallemiz’i başarılı bir sahne çalışmasına dönüştüreyazsa da Tiyatro Hemhal’in oyunlarından aşina olduğumuz bir yapının burada da görüldüğünü söylemek mümkün. Bu durum Ünal’ın kendi imzasını atma şekli mi, yoksa kendini tekrar mı ediyor derseniz, bana ikincisi gibi geliyor. Özellikle açılışta uzadıkça uzayan interaktif sekans oyunun başlangıcını ertelediği gibi seyircinin anlatıya odaklanmasının önünde de engel oluşturuyor. Ertan’la sohbet etmeyi seven seyirci, bir yerden sonra, repliklerdeki retorik sorulara bile, oyunu bölmek pahasına, cevap yetiştirmeye çalışıyor. Seyirciyi de mahalleli kılmak için sohbet etmek etkili olabilir fakat bunu sınırlandırmak gerekiyor. Bu haliyle, potansiyelini gerçekleştiremeyen bir oyun olmaktan kurtulamıyor. Ertan’ın beden, ses ve sahne hakimiyeti, reflektif sekanslardaki ve karakter geçişlerindeki başarısı ise görülmeye değer.

Tek kişilik oyunlarda farzmış gibi karşımıza çıkan minimal dekor tercihi elbette Mahallemiz’de de kendine yer buluyor. Bir radyo, küçük bir sehpa, sehpanın üzerinde buranın bir aile evi olduğunu ilk bakışta anlatan el işlemesi dantel, bir kahve fincanı ve rakı kadehi: işte sahnedeki her şey. Asıl atmosferi yaratan ses ve ışık oluyor, yine de müthiş oyunları, tasarımları olduğu söylenemez. Küçük tercihler büyük etkiler yaratıyor. Özellikle anlatının finalinde tüm salonun kırmızıya boyandığı an için, herhangi bir ışık oyununun bundan daha vurucu olabileceğine inanmadığımı söyleyebilirim.
Aslında adayla hiç ilgisi yoktur kendisinin ama oyun boyunca zihnimin bir köşesinde hep Arkadaş’ın merhaba canım’ı döndü, durdu. Bir türlü nedenini anlayamadım, hâlâ bilmiyorum gerçeği söylemek gerekirse. Oyunun sonunda, o kızıllığın dağıldığı ve mavilere karıştığı finalde merhaba canım’la ve ardından Zeki Müren’den Elbet Bir Gün Buluşacağız’la uğurladı Berfin Ertan bizi. Artık tesadüf mü dersiniz, altıncı his mi, romantize etme mi, bilemiyorum ama bu denk gelişin oyunun bütününün benim için ifade ettiği şeyi netleştirmekteki rolü çok büyük, bundan eminim. Kendinin ezgisi olmak için mücadele eden, yola çıkan, yolda olan herkese: merhaba canım.
ben az konuşan çok yorulan biriyim
şarabı helvayla içmeyi severim
hiç namaz kılmadım şimdiye kadar
annemi ve allahı da çok severim
annem de allahı çok sever
biz bütün aile zaten biraz
allahı ve kedileri çok severiz
hayat trajik bir homoseksüeldir
bence bütün homoseksüeller adonistir biraz
çünki bütün sarhoşluklar biraz
freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır
siz inanmayın bir gün değişir elbet
güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü
çünki ben okumuştum muydu neydi
bir yerlerde tanrılara kadın satıldığını
ah canım aristophanes
barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum
ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde
ölümü tanrıya saklıyorum
ve bir gün hiç anlamıyacaksınız
güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüvericek ellerinizden ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müreni seviceksiniz
(zeki müreni seviniz)
Dipnotlar:
* (Yun.) Merhaba canım.
[1]Arkadaş Zekai Özger, Kan Reçetesi. ‘’sen kendinin ezgisisin’’
TEB Oyun Dergisi‘nde yer alan diğer eleştiri yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.






