Kelebek Ateşe Olan Sevdayla Değil, Tırtıla Olan İnançla Var Olur

Tiyatronun tarihsel sürecine bakıldığında karşımıza çıkan en önemli kavramlardan bir tanesi mitolojidir. 

Felsefe ve dinlerle yakın bir ilişki içinde olmakla birlikte mitler insan topluluklarının kendilerini ve evreni kavrarken referans verdikleri imajinasyonel ve kavramsal birikimi oluşturmuşlardır. Genel olarak mitler, bir insan topluluğunda kutsalla kurulan ilişki, insan doğa ilişkisi, söz konusu topluluktaki sınıfsal ilişkiler ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin sembolik bir ifadeyle kendilerini gösterdiği araçlar olmuştur. Öte yandan, kesiştiren, ayrıştıran, güvenilirlik gibi kollayıcı yorumlara gebe bir fonksiyonel işlevleri olan mitoslar, bugünün sahnesinde geleneği zamanın ruhuna ait ahlak, gelenek ve göreneklerini temsil eden formları da ifade ederler. Çağın yeni ilahları, fenomenleri, farklı sınıfları temsil eden hiyerarşik yapısı, yenilenen mitoslar aracılığıyla bir ritüelin devamı niteliğindedir. Sürekli muğlaklığın tazelenerek eş değerli gelişen hikâyeler hem düne referans hem de bugünün duygu ve düşünce dünyasının sahnedeki temsiline örnek teşkil ederler.

Sosyoekonomik, politik ve hatta bilimsel alanlardaki değişimleri incelediğimizde tiyatronun doğuşunu ve merkezini oluşturan bu kavramın kendine özgü kültürel yapılardan beslenip zamanla değişip dönüştüğünü ve sanatsal estetik oluşumlarını buralardan inşa ettiğini görebiliriz. Bu bağlamda bir başlangıç yapmamın nedeni tiyatro dünyasının içerisine giriş yaptığım an itibariyle ilgimi çeken en önemli alanın mitoloji ve ritüeller olması. Uzunca bir dönem, hem tiyatroya ilk başladığım Seyri Mesel Tiyatrosu ve sonrasında kurucuları arasında bulunduğum Şermola Performans süreci, böylesi üretimleri içerisinde barındıran bir alan yaratmıştır benim için. Her iki tiyatronun ortak özelliği icra edilen oyunların dilinin Kürtçe olmasıydı. Kendi aramızda yaptığımız lokal tartışmalarda önceki gruplarda oynanılan oyunlardaki kadın oyuncuların ya tamamlayan ya da yan rollerde yer aldığı saptaması olmuştu. Kadının, oyunun ana merkezinde olup ve belirleyici olduğu asal oyun sayısı bir elin parmağını geçmeyecek kadar azdı. 2008 yılı itibariyle bu sorunsalı teatral bir dert edinip tiyatro yolculuğumu oradan devam ettirmek kararlarımdan biri olmuştu; çünkü bizim tiyatromuz ayrıca bir misyon tiyatrosuydu. Sanat aracılığıyla, bir tiyatro kültürü oluşturma çabasını da veriyorduk. Tiyatronun hiç gitmediği köylere, küçük şehirlere gitmek ve oyunlarımızı seyirciyle buluşturmak, bizim için müthiş deneyimlerdi. Sahnesi olmayan yerlerde masalardan sahne yaratmak, yanımızda götürdüğümüz siyah perdelerle fon yaratmak, oyun oynanırken rastgele oyunlara girip çıkma eylemliliğini değiştirmek gibi örnekleri verebilirim. Çıktığımız turnelerde, yanımızda götürdüğümüz ışıklarla oyunların estetik düzlemini korumak gibi önceliklerimiz vardı. Keza bu hassasiyetimizi hep koruduk. İçerisinde mitolojik ve ritüelistik öğeler barındıran oyunlar hem seyirciyle çok daha güçlü bir bağ kurmamızı sağladı hem de teatral bir kültür inşaasının da önünü açtı diyebilirim. Tanıdık ve bilindik olanın, seyircide yarattığı katharsis tiyatromuzun kabulünü daha da hızlandırdı diyebilirim. Reşê Şevê (Karabasan) oyunu Şermola Performans için bunun ilk örneklerinden biri oldu. Kâğıt toplayıcılığı yapan bir kadının geçmiş ve şimdiki zamanıyla olan yüzleşmesini aktardığı oyunun yazarlarından biri ve oyuncusu olmuştum. Oyunun odağında bu kez bir kadın vardı. Sayısız turne yaptık. Seyirci ve eleştirmenlerden kadının sahnedeki temsiliyeti açısından olumlu geri dönüşler aldık.  Bir nevi oradaki bedensel performans, sonrasında yöneteceğim Disko5 No’lu için bir referans oluşturmuştu. Bu oyunlar benim için hem oyuncu hem de sonrasında yöneteceğim oyunlar açısından da tiyatrodaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini saptayarak, üreteceğim oyunlarda hassasiyet babında önceliğimi oluşturacak başlığı da temsil edecekti. Yola çıkarken kadını kendi içerisinde çerçeveye alan mitoloji, şimdilerde benim için edilgen olandan etken olana, gösterilenden gösterene, bakılan değil bakan olana doğru yol aldığı, kadın sanatçıların icracıya dönüştüğü bir işleve dönüşüvermişti.   

Yazıdan önce söz vardı. Sözden önce ise hareket. Her ikisini de buluşturan ortak nokta ise anlatı sanatıydı. 

Yazımdaki anlatı ve sözdeki anlatı, bir oyuncunun bedeninde, sesinde ve hikâyesinde hangi katmanlarda hayat bulur, bunun yansıması tiyatro üretimlerinde teatral dili ve üslubu nasıl oluşturur, seyircide nasıl bir farkındalık yaratır benim temel alt başlıklarımdandır. O nedenle siz isteseniz de istemeseniz de sanat bazen sizin için aracı rolü oynar. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini tartıştığım meseleler değildi bunlar. Sadece tiyatroda kadın temsili ve “öteki” krizini görüp, ürettiklerimle inşa edilen bu alana bir tuğla da ben koymak istedim. Bu ayrıştıran zihniyetin bizim dünyamızı işgal etmesinden ziyade, biz varlığımızla erkin dünyasını “işgal” edip, “yeni” bir söz söyleyebilmeliyiz hassasiyetiyle hareket ettim.  Elimizde sihirli bir değnek olmadığı gibi yüzyıllardır kurulu olan patriyarkal sistemi sorgulatmak hiç kolay değil. Bu anlamda tiyatro yolculuğuma eşlik etmiş birçok sanatçı, ki özellikle kadın sanatçılar üretimlerim içerisinde “kadın kadının yurdudur” fikriyatını daha da güçlendirmiştir. Şebnem İşigüzel’in yazdığı Yaralarım Aşktandır oyununun proje tasarımcısı ve oynayanı sevgili Nazan Kesal; Ebru Nihan Celkan, Şenay Tanrıvermiş ile yaptığımız projeler ve yine Zehra İpşiroğlu’nun kaleme aldığı, Berna Laçin’in oynadığı Hayal Satıcısı bu meseleye dair verebileceğim en iyi örnekler arasındadırlar. Kurduğumuz iletişim düzlemi, bizi ayrıştıran zihniyetin dünyamızı işgal etmesinden ziyade ürettiklerimizle var olan patriyarkal söylemin dünyasını ve söylemini tiyatroyla işgal etmekti. Kadının oyunlarda pasifize edilmesi, ele alınış biçimi ve temsiliyet düzlemi, var olan zihniyeti yeniden inşa etmeye yönelik olsa bile, bunu yıkmaya çalışan ve hayata kattığı kadın duyarlılığını oyunlarda kurmaya çalışan bir akıl da var artık. Yaratıcı kadınların aklı, erkin aklını üretimleriyle tersyüz edebilir. 

Tiyatroda kadın yönetmen olmak, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin etkisiyle zorluklar barındırsa da bu sorunların aşılması, sektördeki çeşitliliği ve yaratıcı potansiyeli de artırabilir. 

Kadın yönetmenler, özellikle liderlik rollerine yönelik toplumsal önyargılarla sıkça karşılaşıyorlar. Maalesef bu önyargılar, karar verme yetkinliklerinin sorgulanmasına ve yönetmenlik rollerinde daha az tercih edilmelerine neden olabiliyor. Ayrıca kadınlar, projelerine finansman bulmada ya da prestijli sahnelerde yer edinmede erkek meslektaşlarına göre dezavantajlı bir konumda olabiliyor. Sadece İstanbul’da oynanan oyunlara bile baktığınızda bunu açıkça görebilirsiniz. Bu durum, “cam tavan” olarak adlandırılan kariyer engellerini pekiştirirken, cinsiyetçi davranışlar ve söylemler de profesyonel alanı daha zorlu hale getirebiliyor. Tüm bu sorunların çözümü için öncelikle tiyatroda cinsiyet eşitliğini sağlamayı amaçlayan bilinçlendirme çalışmaları önemlidir. Atölyeler, paneller ve sosyal medya aracılığıyla bu alandaki farkındalık artırılabilir. Kadın yönetmenlerin bir araya gelerek iş birliği yapabileceği kolektifler ve platformlar, sektördeki dayanışmayı güçlendirebilir. Bunun yanı sıra, kadınlara özel burslar, fonlar ve kolaylaştırıcı programlar ile onların projelerine daha fazla destek sağlanabilir. Tiyatro kurumlarının cinsiyet eşitliğini teşvik eden politikalar benimsemesi de büyük önem taşır. Kadın hikâyelerine daha fazla yer verilmesi, bu hikâyelerin sahnede görünürlük kazanmasını sağlayarak hem kadın yönetmenlerin hem de kadın yazarların sesini güçlendirebilir. Eğitimin kapsayıcılığı da bu sürecin önemli bir parçasıdır; tiyatro okullarında cinsiyet eşitliği ve kadın sanatçıların tarihine dair dersler, genç kadınların bu alanda cesaretle ilerlemesine olanak tanıyabilir. Kadın yönetmenlerin başarılarının görünür kılınması, yeni nesil tiyatrocular için ilham verici olacaktır. Mentorluk programları, bu deneyimlerin aktarılmasını destekleyebilir. Kadın yönetmenlerin sektörde güçlenmesi, sadece bireysel çabalarla değil, aynı zamanda kolektif bir dönüşümle mümkündür ve bu dönüşüm, tiyatro dünyasında daha kapsayıcı bir geleceğin kapısını aralayabilir. Benim küçük bir taşrada başlayan -Bitlis- ‘yalnızım’ dediğim hikâyem, İstanbul’da bana el ve omuz veren “yaparsın, beraberiz” diyen  kadınlarla büyümüştür.


TEB Oyun Dergisi‘nin 50. sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

Yazar Hakkında / Berfin Zenderlioğlu

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin