Saloz’dan Sonra Kim Var? Masal Değil Maval (mı?)
Politik tiyatronun modasının asla geçmeyeceği bazı coğrafyalar vardır. Türkiye de kuşkusuz ki bunlardan biri. Bu yüzden itiraf ediyorum, Cihangir Atölye Sahnesi (CAS) Konservatuarı öğrencileri tarafından hazırlanan Saloz’un Mavalı uyarlaması izlemek için meraklandığım yapımlardan biriydi.
Peter Weiss’in kaleminden çıkan ve Can Yücel tarafından Türkçe’ye kazandırılan oyun; aslen 1932 ile 1968 yılları arasinda Portekiz’deki Salazar iktidarını konu alırken sömürge hareketlerini sahneye taşıması, postdramatik bir segmentli yapı ile farklı bakış açılarından “neredeyse anonim” hikâyeler anlatması sebebiyle bir evrensellik iddiası da taşıyor. Zaten Cihangir Sahnesi’ndeki maval da bu şekilde açılıyor; seyredilecek olayların sadece Portekiz’deki spesifik bir dönemin olayları olmadığı, dünyanın herhangi bir diktatörlüğünde gerçekleşebilecek olduğu ve o herhangi bir yerin tam da bizim yer olabileceği iması ile.
Elbette Weiss’in metninin getirdiği sade ve abartısız politik tiyatro duruşu sahne aksiyonunda da büyük oranda korunurken, seyirci kendisini başı ucu belirsiz, bir dizi içermeyen, süreklilik arz etmeyen ama yine de bütünün farklı parçaları olarak hizmet eden bir hikâyeler girdabının içinde buluyor. Aile ve vatan gibi değerleri daha baştan kurcalıyor ve bir kenara atıyoruz. “Eldeki personel sayısıdır ölçüsü medeniyetin.” diyor sahne ve seyirci bu izi takip ederek kapitalizm ile köleliğin iç içe geçtiği bir mavalda bildiği yoldan çıkıyor.
Saloz’un Mavalı-Cihangir Atölye Sahnesi
Kesinlikle bir masal değil bu. İyi kahramanlar kazanmıyor, aksine “kötü” olanlar sömürüp semiriyor, seyircinin özdeşleşme potansiyeli olan tüm anları tek tek yerinden ediyorlar. Dil sürekli bir tekerleme gibi akıp gidiyor, bazen biraz abartılı şekilde lirik ve kafiyeli olan bir düzende herkes kendi hikâyesini birbiri üzerine koyuyor. Masalın boşluklarındaki mavalı göstermek için.
Peki bu, bir masalı didaktik zemininden koparmak için yeterli midir? Eleştirel bir duruşun bilinçli olarak hedeflendiği böyle bir yapımda, cevap dengeyi her zamankinden biraz daha fazla sarsabilir. Türkiye’deki seyirci Avrupa’nın sömürge geçmişine ve sömürülen tarafın kayıplarını sorgulamaya ne kadar yakındır? Benim gözlemlerime göre, kritik etmek için gerekli seçici bakışı geliştirecek kadar değil. Bu durumda oyunun iki ana dinamiğinden, yani sömürge eleştirisi ile kapitalizm eleştirisinden ikincisinin diğerinden çok daha baskın şekilde bir karşılık bulduğunıu ileri sürmek zorundayım. Türk Tiyatrosu’nun tarihten bu yana sırtını hep biraz didaktizme yaslama alışkanlığını hatırlayarak ve seyircinin de bu alışkanlıktan ayrı bir unsur olamayacağını varsayarak Portekiz’in sömürge tarihi, tarihi figürlerin hayatlarındaki önemli olaylarla ilgili anlatılar, mekânlar, isimler ve hatta figür hikâyelerinin de bu didaktizmi destekleme potansiyelinin altını çizmeliyim.
Bu durumun kırıldığı ve seyircinin belirgin şekilde farklı tepki verdiği (gülerek, dikkat kesilerek, oyun çıkışında üzerine konuşarak) sahne, köylü ağzıyla konuşan bir oyuncunun meydana çıkıp Lizbon’a dair gözlemlerini anlattığı sahne idi. Bu sahnede kırsal kesim ile şehirli kesim karşı karşıya gelir. Şehirli insanlar köylünün verdiği tepkileri alaya alarak onu şehre bakışı boyunca takip ederler ve elbette, sonunda onu asla bir parçası olamayacağı şehirlerinden def ederler. Çünkü onlara göre “hürriyet istemeden önce hürriyete layık olmak”, “medeniyetin bir parçası olmadan önce medeniyete layık olmak” gerekir. Bu kısmın sahnede o denli çarpıcı şekilde işlemesinin bariz sebebi, Can Yücel’in çeviri sırasında yaptığı yerelleştirme ve aynı şekilde oyuncunun şivesiyle, hareketleriyle, tavrıyla bu yerelleştirmeyi başarıyla yansıtabilmesidir. Buradan hareketle çemberi tamamlayarak yine aynı noktaya geliyorum: böylesi bir konuyu “burada” sahnelemenin yolu didaktizmi dramaturjinin bir unsuru olarak masaya yatırmak ve daha fazla yerelleştirme çalışmak olabilirdi.
Bununla birlikte, güncel göçmen meselesinin organik bir şekilde mavala dâhil olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Özellikle bu kısımlarda, sömürgecinin ahlaki uzaklaştırma mekanizmaları, başka bir deyişle hareketlerini vicdanen ne şekilde haklı çıkarmaya eğilimli olduğu belirgindir. Maval bu kısımda adeta zikzaklar çizerek savaştan kaçan mültecilerin durumuna dikkat çeker ve iletişim araçlarının maruz kaldığı sansür pek açık biçimde ortaya koyulur. “Bugün bir insanlık dramı yaşandı.” diye başlar haberci ve hikâyenin devamı duyulamadan sözü kesilir. Başka biri savaş meydanında can veren çocuklardan bahseder ve cevap, “can veren çocuğun orada ne işi olduğu” sorusudur. Benzer pek çok pasaj ile mağdurun nasıl insandışılaştırıldığını gözleriz. İnsan vücudu sadece bir malzemedir. İşçiler yırtıcıdır, beceriksizdir, akılsızdır, sorumsuzdur, cahildir, tembeldir… Sıfatlar, sonsuza kadar devam edebilir. Tabii bir şeyler değişmediği sürece ki maval bizi bu değişim konusunda da uyarır. Çünkü bir diktatörün yerini diğerine bırakması, değişim değildir. Düzen yıkılmadığı sürece mağara çevremizde var olmaya devam edecektir. Ve zaten de etmiştir. Dolayısıyla ‘’hiçbir şey, hiçbir acı ve haksızlık Salazar ölünce bitmedi,’’ der maval. Ve bizi bir kez daha uyarır. Anlatılanların hiçbiri, gerçek olamayacak kadar abartılmış değildir.
TEB Oyun Dergisi‘nde yer alan diğer eleştiri yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.