Kalabalık Fasıl: İstanbul’un Fantazya Kaldırma Kuvveti
Bu yazı İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü öğrencilerinin eleştiri yazılarını merkeze alan yaz projemiz kapsamında yayınlanmaktadır.
Termodinamiğin ikinci yasası, izole bir sistemin entropisinin azalmayacağı; sabit kalacağı yahut artacağını söyler. Bu lineer bir yönlülüğü olan, zaman boyunca hareket eden tek fiziksel yasadır. Neden zamanın ileri aktığını da açıklar bu doğrusal yönlülüğü ile. Entropi; kapalı sistemin düzenliliğini ölçen bir niceliktir. Çevirmen olmamanın bana verdiği yanlış çevirebilme yetkisine dayanarak biz yüksek entropiye keşmekeş diyelim. İşte bu fasıl ya da dua, bu keşmekeşten ayrı değildir. Daha doğrusu, nizam peşindeyken kendini keşmekeşin içinde bulanlardan diyelim.
2020 yılında sahnelenmeye başlayan Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın oyunu Kalabalık Duası, 2025 yılında içerik ve biçimine bir fasıl heyeti eklenerek Kalabalık Fasıl olarak sahnelenmeye başlamıştır. Bir nevi; ölüp dirilip tekrar bu kentin sahnelerine, bu kez yeni bir yüzle geri dönmüştür fakat hâlâ kendisidir. Muhakkak ki keşmekeşi artmış ve kentin kimliğine biraz daha yanaşmıştır.
Bu şehir lanetlidir efendiler! Bu yanlış bilgi oldu, bu şehir bir laneti taşır efendiler! Çıkışı olmayan bir kapalı sistemdir. Kaç hayattır İstanbul’dasınız? Kaç kez ölüp, dirilip buraya geldiniz? Kaç kez başka coğrafyalara kaçtınız da alnınızdaki sır kulağınızdan tutup bu şehre geri getirdi sizi? Bilmiyorsunuz. O zaman arayacaksınız, pek tabii hikâyelerde. Bu hikâyeler bir de sahnelerdeyse değmeyiverin keyfine!
Seyirciye gelsin!
Üsküdarlı Cüce Rıfkı Efendi ki kendisi, yalnızca kendisinin binebildiği boyuttaki kâğıttan kayığına keşmekeşi de sığdırmıştır. İşte o Cüce Rıfkı Efendi ile rüyaların beyaz sakallısı nizam erbabı Abdullah Efendi’nin ikiliğinde, alnındaki sırrın peşinde bir Hamuş’un, Hayati’nin, Sırrı’nın, Kamil’in hikâyesidir. İsimler muhakkak ki Nizam tarafından atanır, keşmekeşte bahsi bile geçmez. Kulaklığından Orange Sector dinleyen Cüce Rıfkı Efendi daha çok bağırsak hareketleri ile ilgilenir ve hayatın anahtarını burada tespit etmiştir. Oyun sonunda ikisi de terk-i diyar eyler ama keşmekeş hâlâ oradadır, entropinin yükselmeye meyli de bir doğa yasasıdır en nihayetinde. Peki, hikâyenin nasıl bittiği pek mi mühimdir? Bu hikâye, demin ifşa ettiğim finalinden ibaret değildir; Kendine has yazarlık üslubu, oyunculuk üslubu, parodi gerçekçiliği ve bu gerçekçiliğin İstanbul kentinin kendisiyle örtüşme hali, metinlerarasılığı ve dahasıyla bir üslup ve çok boyutlu bir üslup çatıştırmasıdır. Bu da bir aksın serimi ya da cümleleştirmesi ile açık edilebilecekten ibaret değildir.
Üreticiye gelsin!
Malumunuz üzerine faslımız, fasıl heyeti hariç tek kişiliktir. Fakat sergilenen oyunculuğun çapı tek kişilik değildir. Dua’yı seyreylerken aklımın “maestro gibi oynuyor” diye bağırdığını hatırlıyorum. Özellikle Dua’da reji masasıyla o kadar sağlam bir diyalog geçiyor ki sahne arasında, gerçekten tek başına hem sahnede hem reji masasında olduğunu düşünebiliyorsunuz İskit’in. Bu ister istemez bir efsun tesis ediyor fakat mevzubahis kentimizin efsunu da göz ardı edilmediğinde gerçekleşen cuk oturma hadisesi oyunun katmanlarına katman ekliyor. İşte Fasıl’ın en büyük kaybı bu. Zaten halihazırda dört metrekare kadar olan sahneye, fiziksel bir oyunculuk prensibi sığdırmak yeterince zorken bir de fasıl heyeti üç kişi ile dâhil olunca oyuncuya yaklaşık iki metrekare kadar bir alan kalmış. Tolga İskit, oldukça fiziksel bir oyunculuk sergilediği için oyun alanının bu denli küçülmesi, onun biraz daha geniş sahnelerdeki maestro etkisini hayli zayıflatmış, İskit’in oyununu küçültmek zorunda kalması tüm oyunun çapında kayıplar üretmiş. Gölge oyununun sihri de uçmuş tabi sahneye sığmaya çalışırken. Küçük sahneler iyidir ama maalesef Kadıköy Oda Tiyatrosu bu oyunu taşıyamamış. Fakat fasılın yarattığı muazzam uyum ve oyunun kimliğiyle örtüşme hali, biraz daha öveyim; muazzam fikri ve icrai uyumu kayıpları büyük oranda telafi ettiğinden; oyun, niteliğinden bir şey kaybetmemiş fakat Dua’ya fasıl heyetinin de dâhiliyle fersahlarca ileri gidebilecek potansiyel, Dua ile paralel bir nitelikte kalmasına yol açmış. Bunu olumsuzlayarak söylemiyorum. Kalabalık Duası da oluşu itibarıyla oldukça iyi bir oyun fakat fasıl yapılacağını duyduğumda kafamda yanan “çok acayip bir şey izleyeceğim” cümlesi karşılığını tam anlamıyla bulamadı. Pek tabi oyun ve üreticiler benim beklentilerimden mesul değiller fakat muazzam bir potansiyelin ilk haliyle paralel bir nitelikte çıkması birkaç soru doğuruyor; Sorun prova sürecinde mi? Kalabalık Fasıl’ın oynandığı sahneye sığamaması mı? Seyir koltuklarının yerleştirilme probleminde mi bilmiyorum. Fakat devam ederlerse (umarım) önümüzdeki sezon özellikle daha geniş bir sahnede muazzam bir iş izleyeceğimize adım gibi eminim. “Kamil? Benim adım Kamil değildi ki? Neydi yahu benim adım, hay allah…”

Kalabalık Dua‘sı oyunundan bir kare.
Oyunun yönetmeni Güray Dinçol ile hiç karşılaşmadım fakat gidip de ballandıra ballandıra anlatmadığım işiyle de karşılaşmadım henüz. Ülkemiz tiyatrosunun kanayan yarası yönetmen probleminin içinde inci gibi parlıyor yönetmenliği, Volkan Çıkıntoğlu da tüm fantazyaların kendisinde gerçeğe meylettiği İstanbul’u tespit edip, zaman üstü bir üslupla nakış gibi işlemiş. Ben ikna oldum birkaç hayattır bu kente saplandığıma şahsen. Bu anahtarla kenti de kendimi de biraz biraz açabildim. Bir oyundan daha ne bekleyebiliriz, bilmiyorum. Tolga İskit’in virtüözlüğünde ise meddahtan, Clown’a oradan modern anlatı tiyatrosuna demem o ki yereldeki evrensel ve evrenseldeki yereli teşhir etmek üzerine kurulmuş tertemiz bir örtüştürme oyunculuk üslubu… İşte üslup çatıştırması derken kastım buydu. Hem birden fazla kişinin yaratıcılığı hem bu tek tek kişilerin sahip olduğu çoklu fakat eğreti durmayan stiller örtüştüğünde bir harmoni perdah oluyor ve bu oldukça doğal fakat fantastik bir uzlaşmadan kuruluyor. Bu da sahne üzerindeki yeni dünyanın iknasını sağlarken, gerçek bir seyir zevki yaratıyor.
Fasıl heyeti abilerime gelsin!
Oyunu ilk kez fasıl olarak izleyen, beğenilerine oldukça güvendiğim bir arkadaşım “fasılsız bu oyun olmazdı ki!” cümlesini telaffuz etti, oyun çıkışı ben yukarıda bahsettiğim aksaklıkları sayıp dökerken. Sanırım Kalabalık Faslı’ndan tanışsam ben de aşağı yukarı benzer bir cümle kurabilirdim. Fakat cismani olarak baktığımızda yine fasıl heyetinin köşede sıkıştığı gerçeğini göz ardı edemiyorum. Hem onlar hem oyunun oynanma alanı beraber sıkışıyorlar. Bu çok cepheli sıkışma durumu tamamen fiziksel faktörlere dayalı ve dramaturjik bir örgü çıkarmak için ancak aşırı okuma yapmanız gerekir. Gayet içsel bir yerden, gönül rahatlığıyla kıyak geçebileceğim bu oyun için dahi o kadar zorlama bir okumaya girmek içimden gelmedi açıkçası. İskit’in maestro oyunculuğunu devam ettirebilmek için fasılla çeşitli mizansenler inşa edilmeye çalışılmış, yine de oradaki kayıp halen oldukça bariz. Fakat seçki muazzam. İstanbul Ansiklopedisi’nin Müziği projesinden tanıdığımız Çağlar Fidan, Lavta’da Nikos Papageorgiou, İstanbul Kemençe’de Erhan Bayram’dan oluşan heyet; Kimseye Etmem Şikayet’ten Külhanbeyi Kantosu’na Kalabalık Faslı’nı besleyip büyüten bir icra sunuyorlar. Müzikal donanımımın yeterli olmaması dolayısıyla adını tam koyamasam da makam seçiminde, enstrüman seçiminde, yapılan seçkide farklı kerametler de olduğu hissedilebiliyor. Açık adresleme yapamasam da bu hissiyatı verebilmesini önemli buluyorum. Değinmeden geçemeyeceğim bir diğer noktaysa Orange Sector’un Krieg und Frieden’inin Şehnaz Longa’ya bağlanma anıydı ki o anın kolay kolay unutulabileceğini sanmıyorum.
Bekleyenlere gelsin!
İstanbul romantizmine düşmemek benim için hayli zor fakat bunu yapmak istemiyorum. Objektif bir gözle bakıldığında bile bu şehir oldukça fantastik bir gerçeklik taşıyan bir şehir. Herhangi bir aylaklık gününde Eski İstanbul dediğimiz bölgenin herhangi bir kaldırım taşının üzerinde bu gerçeklikle karşılaşabilirsiniz. Başınıza muhakkak çizginin dışında, hiç değilse bir şey, gelecektir. Bu şehir gerçekten zindan-ı efsun laneti taşıyor mudur, bilmiyorum. Ölüp dirilip buraya geri döndüm mü, kulağa imkânsız gelmiyor. Daha doğrusu bu, fantastik bir ihtimal değil pek İstanbul için. Şehir fantastik kelimesinin anlamını dönüştürüyor. İhtimale yaklaştırıyor, muazzam! İstanbul’un taşıdığı fantazya ile birlikte yürüyen bir durum bu. Bu fantazya kaldırma kuvveti de muhakkak hikâyeleri ile ilintili. İşte bu muazzam kentin fantazyasını büyüten, Dithriamboslardan Bizans müziğine oradan Türk Sanat Müziğine uzanan bir yolculukta, içindeki makamların da ölüp dirilip tekrar bu kente döndüğü ile yüzleşince ve bu duaya eşlik edince hem oyunun hem de şehrin çapı büyüyor. Bir yer varsa hikâyeleriyle var. Kalabalık Fasıl da bu kente eklemlenmeye muktedir bir hikâye; Gidin ve zamanları, makamları ve mekânları üst üste koyarak bakın bir de İstanbul’a.
TEB Oyun Dergisi‘nde yer alan diğer eleştiri yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.






