Kuyu
Bir zaman. Bir mekân.
Kadın bacağını ısırmış bir kedi ile uyandı. Kedi ise onun bacağına yapışmıştı. Hâlâ uykudaydı. Kadın onu rahatsız etmeden usulca ayağını kaldırdı. Eline geçen bir çaput parçasıyla kediyi bacağına bağladı. “Oh! Uyandırmadım.” Mutfağa gitmek oldukça meşakkatli! Yolu bozuk asfaltta zıplamak gibi. “Bir, iki, üç…” Zıplamayla uyanan bacaktaki kedi hafifçe gözünü açtı ve “Hart! Ah!” Daha güçlü bir ısırık. Saniyeler içinde bacaktaki yeni yerinde tekrar uykuda… Kadın tezgâhtaki tabakları büyük bir kolaylık ve el çabukluğuyla teker teker çıkardı ve mamaları doldurdu. Evin zemini uyanıyormuş gibi hareket etmeye başladı. Bir süre sonra hareketlilik yavaş yavaş parçalanıp, çeşit çeşit değişik gözlere bölündü. Farklı farklı bir sürü kedi… En tombik olanı beyaz kedi. Kaldıramadığı göbeğini sürüye sürüye ama asaletini kaybetmeden yürüyordu. Küçük siyam ise mağrur poposunu seksi seksi sallayarak ilerledi. Sarman yine çok oynak. Yuvarlanıyor, zıplıyor. Hepsi birer birer uyandı ve bir süre sonra sanki yüz kollu, elli gözlü bir yaratığa dönüşerek kaplardaki mamaları kart kurt sesler çıkararak yediler. Kadın kendine “hiç kimse bu huzurlu sesi benim kadar sevemez” dedi. Mutfağın köşesinde kedilerden kalan minnacık yerde tek ayak üzerinde durarak kahvesini içti. Güneş kapalı camlardan kendini göstermeye başladı. Kediler kadının bedeninin arkasına geçti. Kadın derin bir nefes aldı. Tedirginliğini saklamaya çalışarak kapıyı açtı. Gri toz tabakası evin içine dolmaya başladı. Kediler bir zıplayışla- şişko beyaz kedi dâhil- kadının vücudunun her bir yerine yapıştılar. Ondan başka bir varlık yaratırcasına şekillendiler. Siyam başı oluşturuyor. Şişko gövdeyi, sarmanlar kollar ve bacakları. Kadın etekleri kedi kuyruğu olmuş elbisesiyle dışarı çıktı. “Bazen” dedi kendine “Çıplak gezsem kimse fark etmez. Gezsem mi? Yok yok bizimkilere güven olmaz. Neyse parka çok az kaldı. Dayan biraz. Hah işte görüyorum ağacı.” Neredeyse her yeri kocaman tek bir ağaç tarafından kaplanmış, eski bir parkın kapısını araladı. İçeri sıyrıldı. Kediler içeri girer girmez uzadı, kısaldı, genişledi. Kadının bedeninden sıyrılıp kendilerini toprağa bıraktı. Hepsi ağaca koşmaya başladı. Toprağa elini sürdü. Toprak sakin. Kedilerin ağaçta oynamalarını seyretti. Kimselerin olmadığı burada kısa bir süre de olsa rahat nefes alacaktı. Onu kamufle eden kedilerine teşekkür etti. Sayelerinde bugün de sokağa çıkabilmişti. Bir düşme sesi… Sese döndü. Tanıdık olmayan bir kedi gözüyle karşılaştı. Kayıp mı olmuştu? “Nereden çıktı bu?” Sonra bir tane daha düştü. Üç, dört, beş, arka arkaya daha önce hiç görmediği kediler ağaçtan düşmeye başladı. Gözü bu hareketliliğe alışacakken, çıplak bir adam her şeyi dondurdu. Kadın oturduğu yerden ayağa kalktı. Hafif bir korku ve ufak bir çığlıkla kedileri bedenindeki eski yerlerine çağırdı. Kediler kadının bedenine ustalıkla fark edilemeyecek bir hızla yerleşti. Kadın hiçbir yere kımıldayamadı. Korku içinde beklemekten başka çaresi kalmamıştı. “Bitti” dedi içinden “Fark edildim. Beni de kuyuya atacaklar. Yaşayan tek ağacı da artık göremeyeceğim.” Adam ayağa kalktı. Onun ayağa kalkmasıyla diğer kediler ayaklanıp adamın üzerini kapladılar. Kadın olan bitene şaşırdı. Biraz da sevindi. Adam, “Demek siz de kedi yolculuğu yapıyorsunuz.” Kadın çok uzun zamandır başka biriyle konuşmadığından olsa gerek hemen cevap veremedi. Adam, “Nereye gidiyorsunuz?” Kadın oldukça tedirgin “Ben… Iıı…Yolculuk değil de korunmak diyelim.” Adam “Lütfen! Endişelenmeyin. Tek değilsiniz.” Etrafına araştırmacı bakışlar attıktan sonra fısıltıyla “Bunlar da benim kedilerim.” Kadın, o ana kadar içinde tuttuğu tüm endişeyi bir rahatlıkla bıraktıktan sonra “Ben… Sadece…” Nefes alıp vermeye devam ederek. “Uzun zamandır kedilerle birlikteyim ama uzaklaşmaya cesaretim yok. Siz nasıl? ” Adam gülerek, “Siz şanslısınız. Size yakın bir ağaç ve onun sakinleştirdiği bir toprak parçası var. Benim geldiğim yerde…” Gerisini getiremedi ama kadın anladı. Yüzlerdeki kediler yere atladılar ve ikisi göz göze geldi. Bir insanla göz göze gelmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Kadın şaşkındı. Kediler dışında dost bir çift göz görmeyeli de uzun zaman olmuştu. İçinde büyük bir fırtına boğazına doğru ilerledi. O andan sonra burnundaki yanmayı engelleyemedi. Adam ve kadın bir süre içlerindeki fırtınayı dindirene kadar ağladılar. Parktaki ağacın yaprakları sallanmaya başladı. Ağaca baktılar. İkisi de biliyordu ki o ağaç da diğerleri gibi yok olup gidecekti. Sarman kafayı kaldırıp kadına baktı. Kadın sarmana baktı. Sonra ağaçlara baktı. Kadın sarmana “Yok canım benim, sen merak etme… Şimdiye kadar dayandı yine dayanır” dedi. Ağacın arkasından kedi kaplı bir kız çocuğu çıktı. “Çocuk mu?” İçinden çıkan sesi tutamadı. Yirmi yıldır doğan hiçbir bebek yaşamamıştı. Nasıl bir gün yaşıyordu? “Her şey aynı günde oluyor.” Vardır böyle günler. Artık şaşırmayacağını zannettiğin bir tecrübedeyken, rastlantılar seni unuttuğunu zannettiğin duygulara götürür. Mesela umut? Kadın, adam ve kız çocuğu kedi kabuklarıyla tekrar yola koyuldular. Bir ömür böyle geçecek, belki yaşamlarının bir yerinde başka bir parkta yeniden yeşeren bir ağaç, ölmeye direnen bir ağaç bulacaklardı. Belki de sakinleşmiş bir toprak parçası…
Kadın nereden bilebilirdi, bir zamanlar korkulan kuyunun yaşamı yeniden canlandıracağını… Adam ve kadın zihni ve aklı pür-i pak kalmış iki pırıltıydı. Rüzgâr sevindi. Hâlâ bir umut vardı. Umudu yaratacak olana doğru uçarken biraz kıpırdandı. Aşağıya baktı. Yeryüzü hâlâ çirkin ve kabaydı.

Diğer zaman – Altı yıl önce.
Rüzgâr başka bir zamanda belirdi. Ve dedi.
Başka zamanda başka bir evde tüm gece uyumamış hamile bir kadın günlerdir olduğu gibi avaz avaz ağlıyor. Evdeki kalabalık ne yaparsa yapsın kadının acısı dinmiyor. Kadın oturamıyor, yiyemiyor, konuşamıyor. Sadece ağlıyor. Evde tütsüler yakılmış. Dualar okunuyor. Kadın “Hiç vermesem bebeğimi… Vermesem?” Tam o sırada yaşını anlayamayacağımız kadar zaman almış bir kadın kapıdan giriyor. Kapının açılmasından mı yoksa kadının içeri girmesinden mi kaynağını bulan göz alıcı bir ışık, tüm evi dolduruyor. Herkes- ağlayan kadın dâhil- birden dillerini yutmuşçasına ona bakıyor. Zaman almış kadın ağlayan kadının yanına geliyor, elini avucuna alıyor. Böylece her şey yavaşlıyor. Sanki odada olan herkesin basireti bağlanmış, konuşamıyor. Zaman almış kadın dua ile ninni arasında bir yerden bir ezgiye başlıyor. Evin ahalisi bu tanıdık olan ezgiye eşlik ediyor. Hep bir ağızdan şarkı söyleniyor. Şarkı söylenirken birden evdeki elem, keder ve yas yok oluyor. Hava aydınlanıyor. İnsanlar gün ışığıyla beraber her şeyi unutuyor. Onlar bu şaşkınlıkla içlerindeki esrimeden uyanırken zaman almış kadın pembe yanakları ile onlara sıcacık bakıyor. Kapıdan çıkıyor.
Ve rüzgâr sustu.
Kadın kapıdan çıkar çıkmaz rüzgâr onun ayaklarını yerden kopardı. Kadının evine doğru ilerledi. -Yok yok kanatlanmadı. Yanlış olmasın şimdi.- Rüzgâr onu evine kadar götürüp, bıraktı. Kadın eve girmeden önce üç kez esnedi. Sonra kenarda duran tuzlu suyla gargara yaptı. “Ağzımı karartan zehirli seslerden arındım. Temiz olsun niyetim. Acıtmasın” dedi. O gün bir daha sokağa çıkmadı. Ertesi gün aşağıdakilerin sesleri ile uyandı. “Kız doğdu” Kadın cümlenin seslenişi ile konuşanların yanında belirdi. Yoksa rüzgâr mı yardım etmişti? Zaman almış kadın “ Bebek üç gün kuyuda kalacak. Üçüncü günün sonunda hâlâ yaşıyorsa aradığımız odur” dedi. Anne “Yapmayın. Almayın!” dese de yerinden kımıldayamadı. Zaman almış kadın bebeği aldı. Yine ninni ile türkü arasındaki şarkısını söyledi. Göz açıldı, kapandı. Zaman almış kadın kucağındaki bebekle kuyunun başında belirdi. Kuyudan acayip kokular, sesler geldi. Zaman almış kadının etekleri çamura batıyor, hareket etmekte zorlanıyordu. Yüzü beyazladı, yanakları soldu. Saçlarını kapattığı örtünün içinden iki kedi çıkıp kadının boynuna sarıldı. Kadının rengi yerine geldi. “Eğer oysa, doğru kişiyse…” Kadın elinden çocuğu kuyuya bıraktı. Kuyu sakince bebeği sahiplendi. Yumuşakça gövdesine oturtturdu. “Üç gün sonra gel” dedi kuyu. “Üçüncü günün sonunda eğer hâlâ nefes alıyorsa aradığın bebek odur.” Üç gün sonra bir mucize oldu. Bebek kuyuda üç gün hayatta kaldı. Toprak bebeği çekmedi. Onu soldurmadı. Ağzını karartmadı. Zaman almış kadın şarkı söyleyerek bebeği gün ışığına çıkardı.
“Ve bir gün sen de sonsuz bir ağaç olacaksın. Ömrünü bu uğura adayacaksın.”
Bebek onu anlamış gibi yüzüne baktı. Kadının sözleri çorak toprağı hareket mi ettirmişti? Belki ona öyle gelmişti. Toprak ses vermeye çalışıyordu ama devam edemedi, sustu. Toprak çok uzun zamandır konuşamadığı gibi sakinleşemiyordu da. Kadın gür saçlarını toplamış olduğu kocaman kafasıyla ne kadar insan bedeni taşısa da bir ağacı andırıyordu. Gövdesinden çıkan köklerle toprağa dal attı. Bebek ağlamayı bıraktı. Toprak hafif kıpırdadı.
Yirmi yıl önce kuyuya bırakılan başka bir bebek.
Zaman almış kadın kucağında başka bir bebekle kuyuya yaklaştıkça yüzü solmaya ağzı kararmaya başladı. Kuyunun başındaki toprakta miskin yatan kediler aynı anda kafalarını zaman almış kadına döndüler. Bir göz kırpma hızıyla ayaklanıp kadına doğru koştular. Her yerini sardılar. Kadının solmuş yanaklarına can geldi. Ağzı çiçekler açtı. Kedi elbiseli ağaç saçlı kadın kuyuya atladı. Bebeği bıraktı. Üç gün sonra kuyuya gittiğinde bebeğin gövdesinin yarısı toprağa gömülmüştü. Bebeğin yüzü bembeyazdı. Kadın bebeğin ölmesine hiç tepki göstermedi. Toprak bebeğin diğer yarısını da kadının gözleri önünde içine çekti. Kasabaya döndü. Bebeğin ailesinin yanına gitti. Bir şey dememe gerek yoktu. Zaten ne bebeği ne de zaman almış kadını kimse hatırlamayacaktı. Onların unutmasına ve huzurla kalmalarına izin verdi. Kadın evine ilerlerken “Bir sonraki bebek? Belki… ” dedi. Evin girişindeki ritüellerini yaptı. İçeri girer girmez saçındaki uzun örtüyü çıkardı. Saçları kuru dallara benziyordu. Yaşamayan sert ve kısa. O kadar nefessiz ve bir o kadar yaşamsız. Uzunca bir süre saçlarına baktı. “Belki ” dedi. “Belki yeniden çiçeklenirler. Bir ihtimal…” Gün umutsuz batıyordu.
Biz altı yıl önceki umutlu ihtimale dönelim. Bebek nefes alıyor.
Evin camları buhardan buğulanmıştı. Kadın camdaki buharı eliyle sildi. Dışarıda hava kararmakla kararmamak arasındaki morluktaydı.“Artık çok geç, bulamazlar” dedi usulca… Tekrar kazana baktı. “Kaynamış”. Kazandaki suyu usulca kenara koydu. Sonra divanın üzerinde yatan, kundağında ağlayan bebeğe -kuyunun çamura çektiği bebek değil. Evet. Dedim ya altı yıl önceki umutlu ihtimal- dönüp baktı. Sonra da biberondaki sütün kıvamına baktı. Kazanda kaynayan suyu soğuması için kenara bıraktı. Bebeği aldı. Sütü içirmeye çalıştı. Bebek hâlâ ememiyordu. Bir damla sütün ağzına damlamasıyla bebek hafiften gözlerini açtı. “Hah, sütün tadını aldı. ” Biberonu pislik içindeki bebeğe ufak ufak sabırla uzunca bir sürede içirdi. Kazandaki su soğumuştu. Suyu kenarda duran metal leğene usulca döktü. Dirseği ile suyun sıcaklığına baktıktan sonra bebeği leğene yerleştirdi. Bebek yavaş yavaş gevşemeye suyla haşır neşir olmaya başladı. Kadın kafasındaki örtüyü çıkardı. Odayı dolduracak kadar gür saçları her yeri kapladı. Saçları bebeğin çıkardığı seslerle başka renklere dönüştü. Çiçekler açtı. Dallanıp budaklandı. Saçları sarmaşıklar gibiydi sardı her yeri… Kadın mırıldanmaya başladı. Bu mırıltılarla oda rengârenk oldu. Bebeği kurulayıp beşiğe koydu. Kendi giysilerini de çıkardıktan sonra çırılçıplak dans etmeye başladı. O dans ettikçe evin önündeki çiçekler yeşerip evi sarıyordu. Sabahın ilk ışıklarına kadar dans etti. Güneş doğarken o da bebek de uykuya dalmıştı. Dışarıda yine gün doğumu ile gece arasında bir zaman yaşanıyordu.
Rüzgâr hafifçe evi yaladı önce, çimenlerin üzerinden sıyrıldı sonra köye ulaştı.

Olayın üzerinden altı yıl geçen bir zaman ve bambaşka bir mekân.
Bir adam topladıklarını getirip evdeki masanın üzerine bıraktı. Kedilerden oluşan üstünü çıkardı. Kediler usulca yerlerine geçip uyuklamaya başladılar. Gün daha kapanmamıştı ama güneşin etkisi zayıflamıştı. Topladıklarını masaya koydu ve kesmeye başladı. Bıçağın dokunduğu her şey tuzla buz oluyordu. Masanın üzerinde yanında bir sürü kedi olan kadın fotoğrafının yüzünü sevdi. Birden yumruklanırcasına kapı çalmaya başladı. Adam yerinden kalktı. Önce bedenini kedilerle kapladı. Sonra kapıyı açtı. Kapıda bir kız çocuğu duruyordu. Bir süre gözlerine inanamadı. Etrafta başka kimsenin olmadığından emin olduğunda rahatladı. Küçük kız oldukça şaşkın ve hafif korkmuş ona kocaman gözleriyle bakıyordu. Kızı içeri aldı. Kapıyı ve pencerelerin panjurlarını kapattı. Belli bir süre etrafta hareket olup olmadığının kontrolünü yapmak için sessiz kaldı. İkisi de hiç konuşmadan beklediler. Bir süre sonra kızın yanına giderek. “Ne işin var? Sen, nasıl geldin buraya?” Kız ona masum bir şekilde baktı. Anlaşılan o ki konuşamıyordu. “Başımız belada” dedi adam. “Ama sorun değil. Eğer seni görmedilerse sen de hiç çıkmazsan sorun yok.” Altı ay böyle beklediler. Altı ay sonra artık kızın da dışarıya çıkabilmek için kendi kedileri vardı. Artık kedileri nasıl üzerine giyeceğini, birkaç kelime olsa da konuşabilmeyi öğrenmişti. İlk defa dışarı çıkacaklardı. Küçük kız heyecanlıydı. Adam tedirginliğini koruyordu. Kapıyı açtılar. Dışarıda ses yok. Herhangi bir koşturma, bağırış, çığlık yok. “Yoksa” dedi adam. “Acaba…” Kız anlamadan ona bakıyordu. Adamın içinde bir sevinç. Yeniden bir umut. Yürümeye başladılar. Kedilerden oluşmuş kabuklarıyla yolda ilerliyorlardı. Etrafta hiçbir şey yoktu. “Sonunda bitti mi?” İleride bir kıpırtı. Bir kedi gözü… Hemen kayboldu harabeler arasında… Sonra yerde yatan bir insan …. Kızı yakasından tuttuğu gibi binanın hemen yanına saklandı. Bir süre yerde yatan adama baktılar. “Kımıldamıyor.” Yanına gittiler. Yerde yatanın kaşları çatık ağzı mutsuzluktan iki kenara iz yapmış ve eğilmiş. Öfke ve nefretten göz altları kararmış. Sanki suyu çekilmiş bir dala dönüşmüş. Ona bakıp üzülmedi. Üzülecek bir şey kalmamıştı ki. İçi o kadar boş bomboş olmuştu ki yerde yatana bakarken, üzülmek bu cesede ait olmamalı diye düşündü. Kızın elinden tuttu. Adam ve kız yerde yatan cesetlerin arasından yürümeye devam etti. Bu sefer rüzgâr esmiyordu.
Bu yürüyüşün sonundaki zamanda ya da bu anlatının başladığı zamana giderken…
Kız büyümüş, adam biraz daha yaş almıştı. “Ne kadar yolumuz kaldı” dedi kız. “Birazdan orada oluruz. Yoruldun mu?” dedi adam. “Evet, biraz dinlensek iyi olacak” dedi kız. Rüzgâr esmeye başladı.
Kız “Benden önceyi anlatır mısın?”
Adam “Yine mi?”
Kız “Evet! Hatırlatıyor.”
Adam “Bir zamanlar ne kadar derin olduğu bilinmeyen bir kuyu kazıldı. Günlerce aylarca yıllarca sürdü kazmak… Sanki dünyanın merkezine ulaşmak ister gibi bir kuyu. Çok derin. Korkudan olsa gerek, rahatı kaçıran, itiraz eden herkesi o kuyuya attılar. Karşı çıkanları attılar, dürüstleri attılar, çalışkanları attılar, çok gülenleri attılar, çok üzülenleri attılar, renklileri attılar, diğerlerini attılar, yazan-çizen- kim varsa ya da sevince evrilen ne varsa hepsini kuyunun dibine gönderdiler. Kendileri dışındaki hiçbir şeyin var olmasına izin vermediler. Bu eksilme toprağı sinirlendirdi. Ferahlık tükendi. Toprağa dokunan insanların gözleri yuvalarından fırladı. Tenlerinin beyazı fosforlu hâle döndü. Ağızlarından kapkara, benzin atığını andıran katranlar akmaya başladı. Elleri kolları kurudu. Toprak insana tahammül edemez hâle geldi. Caddeler, evler kuruyup kalan insanlarla doldu, taştı. Dünya çoraklaştı. Salgın hastalık dediler, dünyanın sonu geldi dediler. Hayır hayır hiçbiri değil. Ve çok sonra anladılar toprağın öfkesinin onları nasıl kuruttuğunu… Salgın değil bu başka bir şey. Son itiraz edeni de kuyuya attıktan sonra artık kimse kuyuya yaklaşamaz oldu. Kuyu yaklaşanları çürütmeye başlamıştı. Kuyunun etrafı kedilerle doluyordu. Kedilere hiçbir şey olmuyordu. Kediler kuyuya rahatlıkla inip çıkabiliyorlardı. Kedilerin mırıltıları kuyunun toprağını sakinleştirdi. Çok sonra, yukarıda yaşayan çok az insan kaldığı zaman öğrendiler kedilerin onları öldürmeyeceğini… Kuyu yeşermeye başladı. Kuyuya atılan kadınların saçları uzadı, çiçeklendi. Erkeklerin boyları kısaldı. Erkekler kayalara, kadınlar ağaçlara benzemeye başladı. Yukarıda yaşayan insanlar kurudu. Sesler kurudu. Rahim kurudu. Ölüp gittiler. Nasıl öldüklerini anlamadan. Kuyudan çıkan sadece tek bir kadın yaşayabildi. Saçları kuru ama yeşermeyi bekliyor.” Adam bu sırada hikâyeden kopup kıza “Ağaçlar ölümsüzdür. Bilir misin” dedi? “Kasten öldürürsen, ölür. Ama her şey yolundaysa tam kurudu dediğin ağaç bile birden canlanır.” Kız adamın bu sözüne karşılık “Ben o ağacı tanıyorum” dedi. “Onun yanına gidiyoruz.” Güzel ılık bir meltem esti. Adamın ve kızın içini ferahlattı. Vücutlarına yapışmış kedileriyle çorak yolda yürürken, yaşayan tek ağacın olduğu parka doğru ilerlediler.
Elif Ongan Tekçe
Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü, Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Film ve Drama Yüksek Lisans Bölümü’nden mezun oldu. Lecoq Pedagojisi üzerine birçok eğitmenle çalıştı. “Devinim”, “Hareket ve Oyun” başlıklı eğitimler verdi. 2000 yılından bu zamana birçok özel tiyatroda oyunculuk yaptı. Genç Tiyatro ve Çocuk Tiyatrosu üzerine 20 yıl farklı kurumlarda çalışmalar yaptı. Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu üzerine metinler yazdı. Oyunlar yönetti. Eğitimler verdi. TRT İstanbul Radyosu’nda Çocuk Saati ve Arkası Yarın programlarında yazarlık ve seslendirmenlik yaptı. Dizi ve filmlerde oyunculuk yaptı. Yersiz Kumpanya’nın kurucularındandır. Kumpanyanın Unutulan ve Nasıl Bilirdiniz? adlı oyunlarının yazarı ve oyuncusu; Buradan Her Şey Daha Güzel Görünüyor adlı oyunun ise yazar ve yönetmenidir. Unutulan adlı oyunu Slovakça’ya çevrilerek basıldı. 2012 Yılında yönettiği Oliver Müzikali ile Direklerarası Tiyatro Ödüllerinde “Özel Ödül”, 2023 yılında Itır Karabulut’un yazdığı ve Yeşim Özsoy’un yönettiği Kalanlar adlı oyunla, Direklerarası Tiyatro Ödüllerinde “Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü” , 2023 yılında yazımının kendine ait olduğu Güray Dinçol ’un yönettiği Nasıl Bilirdiniz? adlı oyunla da Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Ödülleri’nde “Yılın Oyuncuları” ödülünü iki oyuncu ile paylaştı.
TEB Oyun Dergisi‘nin 51. sayısına buradan ulaşabilirsiniz.






