Gelecek, Gelmeli, Gelebilir

Sabahın karanlığında, gecenin aydınlığında oyun yazıyorum ya da var olan bir metni düzenliyorum. Mesela Aristophanes’in yazdığı Kuşlar oyunu? Güvendost, dost mu düşman mı belli değil. Umutlugil koşulsuz şartsız her şeyi kabul eden bir yandaş mı yoksa başka yol bilmeyen bir vatandaş mı? Tüm bunların içinde geleceği öngöremeyen hayallerle karışık mücadelemde var olmaya çalışan ben kimim? 

Gelecek, bir satır sonradır her zaman… Sen ne zaman okursan, sen ne zaman istersen… Sana kalmış! Belki yağmurlu bir günde camın kenarında battaniyenle sevişirken beklersin geleceği belki de tüm ekipmanlarınla evden uzaklaşarak evine en yakın kahvecide, iş ciddiyetiyle… Tiyatrodaki gelecek de sana bağlı kılınmış, hayat gibi… İşte bu yüzden hem hayatın içinden hem de bir o kadar hayattan uzak bir sanat gibi gelir bana. Geleceği düşünürken hayatla ve tiyatroyla ilgili hislerimi de irdeliyorum. Karanlık bir sabahta tiyatroyla ilgili bir şey olacağı için beyaz zambaklar dikiyorum balkonuma ya da aydınlık bir güne fırtına çökmesin diye adaçayı yakıyorum evin her köşesine…

  On dört yaşındaydım. Bir kurtuluş gibi geldi bana yatılı okumak… Hem başarılı ve ailesi tarafından onaylanan bir çocuk olmak hem de her şeyi onlar olmadan yapabilme imkânı özgürleştirici hissettiriyordu. Son akşam canım yandı. Evde kaldığım son akşam… Annem küçük bir konserve salça koydu çantama. ‘’Yersin.’’ dedi. O an fark ettim ki, aç kalabilirim. O an fark ettim ki, karnım acıktığında bana köfte kızartacak annem olmayacak. Babam sıcak ekmek aldım diye sevinçle bağırmayacak eve girerek… Artık yalnızdım. Son akşam anladım. Burnumu havaya kaldırdım. On dört yaşındaki kibri kime yaptığımı bilmeden “gideceğim.’’ dedim. Sabah oldu. Uyanmak istemedim. İçten içe gitmek istemediğimi hissetmiştim. Ama yine burnumu havaya kaldırdım. Kahvaltı etmeye başladık. Annemin gözleri kıpkırmızıydı. Ağlamış…Dokunsam yine ağlayacak. Babam sevinçli ama gittiğim için değil. Daha hissedememiş gittiğimi… Babam gurur sevinci içinde… Şimdi herkese kızının başarılı bir okul kazandığını anlatacak. Babamın arabası yoktu. Hâlâ yok. Yan komşu var Sinan ağabey… Onun arabasıyla gittik. Sinan ağabey muhacir… Zengin… Mercedes’i var. Onu getirmiş. Ben dedim “Ağabey… Devlet yurduna gidiyorum. Durumumuz orta hâlli olduğu için aldılar beni. Mercedes’le gitmek saçma olmasın?”  Gülümsedi Sinan ağabey. Geç kalmayalım diye bindirdi annem arabaya. Yol uzun sürmedi. Ayçiçeklerini izledim. Ne tarafa savrulduklarını izledim. Nereye savrulduğumu anlamadığımı hissettim. Girdik yurda. Kapıda memur var. Evrakları alıyor. Bir yandan anne, babalar dışarı diye bağırıyorlar. Elimdeki bavulla hizmetçi ablanın yönlendirdiği koridordan ilerledim. Annemler bir hengame içinde geride kaldılar ve ben gardiyanımla hapishaneye girdim. Gardiyanın gösterdiği odaya baktım. Kapısı kapalıydı. Kahverengi bir kapıydı. Kapının önünde ayakkabılık vardı. Kapıyı açtım. Tertemiz ve bomboştu içerisi… Yankılanıyordu sesim. O kadar boştu. O sırada adımı anons etmeye başladılar. “İlayda Abay aşağıdan bekleniyorsunuz.’’ Bavulları odanın ortasında bırakıp aşağı koştum. Bahçede annemler… Annem nasıl ağlıyor. “Bir daha seni hiç göremeyeceğim sandım” dedi. Anne dedim, demesene öyle… Bavulları koyup gelecektim. “Ama sen çarşaflarını değiştirmeyi bilmezsin ki ben yukarı gelip yapsaydım. Niye izin vermiyor bunlar?’’ dedi. Babam kahkaha atmaya başladı. “Öğrenir benim kızım” dedi. “Öğrenirim anne” dedim. “Denerim, yapamam. Yine denerim.” Sarıldım anneme. Öylesine sardı ki beni, yine rahminde hissettim kendimi sanki. Hiç çıkmamışım gibi… Hep oradaymışım gibi. Doğduğu an ağlar ya insanlar… Kimisi acıdan der, hayatın acısından… Ne kadar sıksam da kendimi, Sinan ağabey arabayı çalıştırdığı gibi dökülmeye başladı gözlerimden damlalar…Doğduğum an gibi… Arabanın çıkardığı tozlar ciğerime yapıştı sanki. Koşarak ve içimdeki yalnızlığı anlayarak odaya çıktım. Pelin’i gördüm. Çarşaflarını geçirmeye başlamıştı. Nasıl yapılıyor diye sordum ona. Gösterdi, öğretti. O sırada konuşmaya başladık. En yakın köyden gelmiş. “Her hafta sonu giderim” dedi. Onların köyde lise yokmuş. Babası “Okuyacak mısın?’’ diye sormuş. İnekleri göstermiş. “Okumazsan burada iş var” demiş. Bizim kız gururla “Okuyacağım!’’ diye bağırmış. Öyle bir anlattı ki, bütün köy onu duymuş sanki. Ağabeyiyle kavga etmişler gelirken, ama yine de o motorsiklet getirmiş Pelin’i. Arkasına arabacık takmışlar. O kadar komik anlattı ki Pelin, bir an yalnızlığımı unuttum. Sonra ağlayarak sivilceli bir kız girdi odaya. Fatma… Pelin’le tanışıyorlardı. Pelin’i gördüğü gibi ona sarıldı. Öyle içten ağlıyordu ki… Zor tuttum kendimi. Çünkü ben de ağlardım. Pelin güldürmek için bir şeyler söyledi Fatma’ya. Ben anlamadım. Herhalde aralarında gülümsedikleri bir şeydi. Fatma saklambaç oynamaya başlayıp zamanın nasıl geçtiğini unutan bir çocuk gibiydi… Tanıdığı birini görünce topladı kendini. Hemen bavullarını açmaya başladı. Bir ayı çıkardı. “Utanıyorum ama ben bununla uyuyorum” dedi. Gülmek istedim ama öylesine amansız bir zamandaydık ki… Ben alışmış mıydım ki başkasına gülebilirdim? Pijamalarımızı giydik. Üçümüz beraber gittik tuvalete. Tuvalet çünkü. Bilmediğimiz başka bir yer…Yer tuvaleti, klozet, lavabo, duşlar bir arada… Pelin görünce saray görmüş gibi sevindi. Onların tuvaleti dışardaymış. “Ne güzel hepsi bir arada” dedi. Dişlerimizi fırçaladık beraber. Odaya gittik. Işığı kapattığımızda ben biraz korktum. Aynı Fatma gibi… Dua okudum sonra. Annem korkunca dua oku der hep. Onu düşündüm. Aramak istedim ama bu saatte arasam korkardı. Sabah da işi var zaten. ‘’Gerek yok’’ dedim kendi kendime. Gerek yok… Çünkü ben buradayım. Şimdi yıllar sonra ilk ayrılışımı hatırladığımda annemi aramamak beni büyüttü sanki diyorum. Kim bilir? Bu sadece benim hissimdir belki…Ama şunu hissedebiliyorum. O ayrılış hepimizi bir yurda getirip bir yurtsuzluk öyküsüyle büyüttü. Fatma öğretmen oldu, Pelin ise psikolog… Ben ise ilk ayrılışını unutamayan bir yazar oldum. Nasıl oldum? Neden oldum? Beni buna iten şey neydi? Kelimelerin gücüydü muhakkak… Unutmamak için yazmayı öğrendim belki de… Gelecekten geçmişime bakmak için de olabilir. Emin değilim. Sadece şu soruyla başbaşa kalıyorum. Geleceğin fantezisi mi yoksa geçmişin izleri mi bizi büyütüyor? 

Yine de diye devam ediyoruz, yine de… 

Yinelerin umudu, yenilgilerin yıkıntılarını yok ediyor mu? Yazar olmak yetiyor mu? Yazarım diyen biri nasıl karşılanıyor? Hele tiyatro oyunu yazmak… Yazıyorum diyor birçok insan. Yazıyorlar da. Ama okutmuyorlar. Eskilerin çeyiz sandığı gibi rutubetleniyor hem de dijital dosyaların toplandığı bir kutuda. Peki niye? Mahremiyetten mi? Yazmanın uzun bir maratonun başlangıç çizgisi olduğunu bilmekten mi? Normatif yaptırımların olmaması popüler kültür sevdalılarını tatmin etmiyor. Geleceğin belirsizliği, tiyatroyu “eğlence sektörü” diye tanımlayan ticarileşme biçimiyle sürdürülüyor. Ekonomik koşullar, deprem korkusu, siyasi karmaşa tiyatronun sanat olma gerçeğini yok ediyor. Yeni tanıştığın komşuna, “tiyatro yapıyorum.’’ dediğimde ilk üç saniye gözlerinin parladığını görüyorum. Akabinde şu soru geliyor: “Başka ne yapıyorsun?’’ O an onun karşısında tüm varlığını sorguladığın soruyla baş başa kalıyorsun. Gözlerindeki canlılığın sönmesi benim başka bir şey yapmamam mı? Onun sorduğu soruyla kendi neşesini yok etmesi mi? İlk zamanlar bolca kendimi suçlardım. Yapabilirliklerimi görmezden gelerek aynanın karşısında ağlarken ne kadar çirkin olduğumu seyrederdim. Takvimler günleri kovalarken bu soruyu soran komşumun gözlerinde yok olan neşesini düşünmeye başladım. Umutla başlayan bir geleceğin bir o kadar çabuk geçmişe ilişmesi gibi… 

Zamanım yok!

İlkokuldayken “gelecek” çok uzakmış gibi görünürdü. Ya da öyle görünmesini sağladılar. Gelecek denildiğinde, çok mutlu ailelerde sağlıkla yaşayan çocuklar, dünya barışı, hapla beslenmek ve uçan arabalar yok muydu hayallerimizde? Tüm bunları düşündükten yirmi sene sonra görüyorum ki, yokmuş… Teknolojik anlamda yaklaştık mı? Sayılır… Peki diğer şeyler? Gelecek ve zaman kavramlarını düşündüğümde sadece bir kum saati beliriyor gözümün önünde. Bu yüzden hep geç kalıyormuşum gibi hissediyorum. Aslında her kum tanesinin beni geleceğe götürdüğünü düşünüp tadını çıkarmam gereken yerde ben sadece “şimdi’’yi kendime zehir ediyorum. Zamanımız var. Her şeyden önce yaşamak için zamanımız var. Ölmeyi unutmak için de tiyatroya ihtiyacımız var. Yoksa gelecek nasıl gelebilir? Vicdansız bir kralın bir anlık merhameti için gelecek, gelmeli. Her şeyiyle mükemmel bir sevgilinin zaaflarına yenik düşmesi için gelmeli… Sadece umuda sıkıştırılmış bir yarın için değil, geç kalmanın verdiği endişe ve korku için de gelmeli… 

İşte tam bu yüzden, geleceğin ıssızlığı ile perde arasını bekliyorum. 


İlayda Abay 

İstanbul doğumlu İlayda Abay, aslen Edirneli’dir. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamlanmıştır. İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) Sahnesi tiyatro topluluğuna katılmıştır. ÖKM Sahnesi’nde birçok oyunda yer almış, akabinde profesyonel oyunculuk eğitimi almak amacıyla Şahika Tekand’ın Studio Oyuncuları’na katılmıştır. İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nde Queer Mekan ve Zaman’da Anahit Sahne başlıklı tezini tamamlamış ve mezun olmuştur. Beliz Güçbilmez’den Tersine Mühendislik atölyesi almıştır. 2022 yılında Denizler Bizi Çağırdı adlı oyunu yazmış, ekibi ile beraber sahnelenmesini sağlamıştır. 2023 yılında Mutlu Bir Romanın Aşk Hikâyesi isimli tek kişilik kadın oyununu kaleme almış ve kendisi oynamıştır. Tiyatro alanında doktora programına hazırlanmaktadır. Aynı zamanda TiyatroBaz ekibinin kurucularındandır.


TEB Oyun Dergisi‘nin 51. sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

Yazar Hakkında / İlayda Abay

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin