And Now Hanau (Ve Şimdi Hanau)

Foto: Bettina Stöss
Hoyerswerda, Mölln, Solingen, Köln, Hamburg, Duisburg ve şimdi Hanau. İki Almanya birleştikten sonra ardı arkası kesilmeyen ırkçı saldırılarla tarihte yerini almış şehirler.
Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın imkansız olduğunu ifade eden Adorno, Auschwitz’ten Sonra Eğitim başlıklı makalesinde, Sartre’ın Mezarsız Ölüler adlı oyununa dair bir sahnelemenin eleştirisini okuduğunda büyük bir şaşkınlık yaşadığından söz eder. Çünkü eleştirmen, oyunda işlenen olaylarla yüzleşmek yerine, tiyatronun daha yüce konuları ele alması gerektiğini savunmuştur. Temellerini Piscator’un attığı Belgesel Tiyatro’nun 1960’ların Almanya’sında, yeniden ortaya çıkmasının en önemli nedeni, bu kaçış psikolojisidir. Peter Weiss, Heinar Kipphardt ve Magnus Enzensberger gibi yazarlar, belgelerden oluşan, gerçekliği tartışmasız kabul edilen malzemelerden oluşturulmuş oyunlarla, seyircilerin ve eleştirmenlerin işlenen konularla, kaçışa izin vermeden yüzleşmek zorunda kaldıklarına inanmışlardır.
14 Ocak 2024 tarihinde Goethe-Enstitüsü’nün desteğiyle Almanya’dan davet edilen ve Kumbaracı 50’de seyirciyle buluşan And Now Hanau adlı oyun da izleyiciyi olaylarla yüzleştirmeye zorlamaktadır. Almanya’nın en prestijli tiyatro ödülü olan Faust Preis’a aday gösterilen bu oyun, Frankfurt yakınlarındaki Hanau şehrinde 19 Şubat 2020’de gerçekleşen ırkçı cinayetleri konu alır. 19 Şubat 2020 tarihinde bir Alman, sadece bir kaç dakika içinde Fatih Saraçoğlu, Gökhan Gültekin, Hamza Kurtović, Kaloyan Velkov, Mercedes Kierpacz, Said Nesar Hashemi, Sedat Gürbüz, Vili Viorel Păun ve Ferhat Unvar adlı göçmen kökenli 9 kişiyi öldürmüştür. Tuğsal Moğul, öldürülen kişilerin yakınları ve ırkçılık karşıtı aktivistler tarafından kurulan “19 Şubat Hanau İnisiyatifi” ve “FA/Forensis” adlı araştırma şirketleriyle iş birliği yaparak, Hanau’daki olayı tüm detaylarıyla incelemiş ve o geceyi dakika dakika yeniden kurgulayarak seyirci karşısına çıkarmıştır.
“Cinayetler dizisinin ilk kurşunları saat 22:00’den kısa bir süre önce sıkılır. Tobias Rathjen önce sokakta bir adamı vurur, kaçar, “Midnight” nargile barına varmadan önce bir kişiyi daha öldürür. Rathjen burada kapıya dört el ateş ederek bar sahibini ölümcül şekilde vurur. Suikastçı daha sonra arabasıyla Hanau’nun 1960’lar ve 1970’lerden kalma bir yerleşim bölgesi olan Weststadt semtindeki Kurt-Schumacher-Platz’a iki buçuk kilometre gider. Orada bir arabada oturan bir adamı vurur, ardından bir apartman bloğunun zemin katındaki bir büfeye saldırır. Girişte ve “Arena Bar ”ın salonunda beş kişiyi öldürür; diğerleri vurulur ve yaralı olarak kurtulur. Bir tanık daha sonra adamın birbiri ardına kafalarına ateş ettiğini söyleyecektir. Bir güvenlik kamerası kurbanların saniyeler içinde nasıl yere düştüğünü kaydeder. Rathjen’in yaşları 21 ile 44 arasında değişen dokuz kişiyi öldürmesi ancak çeyrek saatini alır. Tekrar arabayla kaçar; bu sefer eve doğru gitmektedir. Çok uzağa gitmesine gerek yoktur çünkü son suç mahallinden sadece birkaç yüz metre ötede, ailesinin evinde yaşamaktadır.”
Olayı aktaranlar, Münster ve Oberhausen Tiyatroları’ndan dört oyuncu; ikisi kadın, ikisi erkek (Agnes Lampkin, Regina Leenders, Alaeldin Dyab, Tim Weckenbrock). Sabit rolleri yok; sırayla kurban yakınlarının yerine geçerler. Sahnede bir masa ve birkaç sandalye ile oyuncular tarafından kontrol edilebilen büyük bir bilgisayar ekranı bulunur. Oyuncular, olabildiğince duygusallığa kapılmadan kararlı ve talepkâr bir şekilde olay öncesinde, sırasında ve sonrasında neden gerekli adımların atılmadığını sorgularlar.
Örneğin, Vili Viorel Păun’un hikâyesini, bir bilgisayar animasyonu sayesinde adım adım izleyebiliyoruz. Paun, işten sonra Hanau şehir merkezinden nasıl geçtiğini, o sırada üç kişiyi öldürmüş olan failin arabasını nasıl takip ettiğini ve böylece muhtemelen daha fazla insanın ölümünü nasıl engellediğini anlatıyor. Failin arabasına altı kez ateş ettiğini, ardından gümüş renkli Mercedes’iyle onu Kesselstadt bölgesine kadar nasıl kovaladığını, defalarca 110 numaralı acil yardım hattını aramasına rağmen kimseye ulaşamadığını, failin sonunda onu bir otoparkta nasıl vurarak öldürdüğünü görüyoruz. Paun’un hikâyesi, şu soruyla doruğa ulaşır: Hanau 1. Polis Karakolundaki bir memur, Paun’un çağrısına cevap verseydi, Paun ve sonraki beş kurban hâlâ hayatta olabilir miydi? Paun’un polisi defalarca aradığı, telefon aylar sonra ailenin avukatına teslim edildikten sonra keşfedilir.

Foto: Bettina Stöss
And Now Hanau, daha önce üzerinde durulmayan önemli detaylara dikkat çekmektedir. Eğer failin çeşitli platformlarda açıkladığı aşırı sağcı görüşleri ve 15 kez zorunlu olarak psikiyatri kliniğine yatırılmış olması nedeniyle kendisine ateşli silah ruhsatı verilmemiş olsaydı, dikkat çeken davranışları nedeniyle izlenmiş olsaydı, Vili Viorel Păun’un acil durum çağrılarına cevap verilseydi, Hanau Arena Bar’daki acil çıkış kapısı kilitli olmasaydı ve olay yerindeki 19 polis memurundan 13’ünün daha sonra aşırı sağcı sohbet gruplarına üye oldukları tespit edilmeseydi, belki de bu trajedi yaşanmazdı. Peki, bu hatalar silsilesinin sonuçlarından kim sorumlu tutulacak?
Almanya’da doğup büyüyen ve tıp doktoru olarak Münster Hastanesi’nde görev yapan Tuğsal Moğul, doksanlı yıllardan bu yana gerçekleşen ırkçı saldırıların neden sona ermediğini belgesel tiyatro çalışmalarıyla sorgulamaktadır. Oyunlarıyla Moğul, yalnızca yaşanan ırkçı saldırıların unutulmasını engellemeyi amaçlamakla kalmaz, aynı zamanda kurban yakınlarının acılarına ve hak arayışlarına da ses olmaya çalışmaktadır. Moğul aynı zamanda, seyircinin içinde yaşadığı toplumsal düzendeki aksaklıkları görmesini ve harekete geçmesini ister. Yönetmen, ayrıca olayların politik boyutuna vurgu yapmak amacıyla And Now Hanau’yu Ruhr Festivali’ndeki prömiyeri de dâhil olmak üzere, karar vericilerin bulunduğu mekânlarda, yani belediye saraylarında sergilemeyi tercih eder. Moğul, sistematik hatalar nedeniyle önlenmeyen ırkçı saldırıların son bulması için ne yapılması gerektiğine ilişkin hazır reçeteler sunmaz. Bunun yerine, yapılan yanlışları görünür kılar, sorular sorar.
Oyunda oyuncuların seslerini zaman zaman fazla yükseltmeleri veya fazla duygusallığa kayması sonucu oyun yer yer gücünü kaybetse de, alkışlar sırasında ölenlerin yakınlarının seyirciler arasından kalkıp oyuncularla kucaklaşması ve seyircileri selamlamaları tüm seyircileri olayların gerçekliğiyle yüzleşmeye zorlar ve sahneyi kamusal bir mücadele alanı haline getirir. Bu anda, seyirci yalnızca kurban yakınlarının yaşadıkları acıyla özdeşleşmekle kalmaz, aynı zamanda onların öfkesine de katılır. Ve belki de bu öfke, çeşitli bahanelerle görmezden gelinen ırkçı söylem ve eylemlerin hesabının sorulması için seyircinin daha fazla sesini yükseltmesine yol açar.
TEB Oyun Dergisi‘nde yer alan diğer eleştiri yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.