Herkes Burada mı? 

Herkes burada mı? 

Renkli dalların arasından belli belirsiz silüetler beliriyor. 

Bulanık. 

Kimseyi seçemiyorum. 

Elimi uzatıp dalları ikiye bölsem bütün manzara bozulacak, bütün silüetler kaybolacak. 

Yine de dayanamıyorum, uzatıyorum elimi.  

Birden dahil oluyorum o bulanık manzaraya. 

Şimdi birileri beni seyrediyor. 

O birileri dalların arasından bakmaya devam ediyor. 

Dans etmeye başlıyorum. 

Ellerimi gövdemin etrafında sallıyorum. 

Kalçamı sağa sola atıp gövdemi öne arkaya savuruyorum. 

Boynum gökten çekilirken toprağın avuçları sıkıca kavrıyor topuklarımı. 

Başka-laşıyorum. 

Birileriyle birlikte başkalaşıyoruz. 

Peki bu başka olan ne söylüyor? 

Duyuyor muyum? 

Etrafıma bakıyorum. 

Herkes orada. 

Aynı yere bakıyoruz. 

Aynı yere bakmanın, aynı şeyi görmenin kaygısız güveniyle var oluyoruz. 

Bakıyoruz. 

Soruyoruz. 

Duygulanıyoruz. 

Çocukluğun özlemi, aynı anda aynı yere bakan insanların bir arada olmaktan neşe duydukları zamanların hatırlanılmasından mı geliyor?

Çocukluğa gidiyorum. 

Biri bir hikâye anlatıyor. 

Elinde bir aslanın başını savurup anlamını bilmediğim sözcükler söylüyor. 

Korkunç bir yaratık bana cevabını tek bir kişinin bildiği bir soru soruyor. 

Beni soruyor. 

Hatta bizi. 

Büyük bir boynuzlu hayvan beni kovalamaya başlıyor. 

O hayvanla birlikte dağlar, denizler, çöller aşıyorum. 

Yüzyıllar boyu süren bir kovalamaca. 

Elimde kocaman bir mızrak beliriyor ve savuruyorum o hayvana. 

Korkup bırakıyor peşimi. 

Dev bir balinanın midesinde yüzüyorum. 

Nasıl olabileceğini bilmediğim bir kurtuluş umudu var kulaçlarımda. 

Tanrı’nın sakalına yapışıyorum ve çekiyor beni yaşama. 

Dinginlik. 

Bir fısıltı. 

Ya sizi denize doğru çekerse efendimiz? 

Tebessüm damlaları düşüyor yüzümden. 

Kulaklarımda söylenmeyi bekleyen sesler taşıyorum. 

Etrafıma bakıyorum, herkes burada. 

Rahatlıyorum. 

Derin derin nefes alıyorum ve kalabalık bana eşlik ediyor. 

Birleşiyoruz. 

Nefes alıyoruz.

Nefes veriyoruz. 

Nefes alıyoruz. 

Nefes veriyoruz. 

Anlatıyorum. 

Bana yönelmiş bütün meraklı bakışları bedenimin sesiyle doyuruyorum. 

Herkes burada mı? 

Dolunayın ışıkları vuruyor ağaçlara.  

Gece vakti, ortada tanrının ruhu ve özü olan ateşin etrafındayız. 

Gece vakti, ağaçların gölgesinin altında serin bir ürperti vuruyor bedenimize. 

Tek bir insan canlısının bile sesini duymuyorum.  

Gece vakti, karanlığın kendine has o sessizliği içinde, duruyoruz. 

Beklemiyoruz. 

Duruyoruz. 

Ateşe dönük yanımız pırıl pırıl; sıcak bir tebessümün yumuşaklığı sarmış yüzlerimizi. 

Sırtımızda, ensemizde dolunayın esintisi var. 

Aynı anda hem orada hem burada olabiliyoruz. 

Aynı anda hem olduğumuz  hem olmadığımız yerdeyiz. 

Bir aradayız, bir şekilde.  

Cennet kuşlarının sesi bu. 

Bu kutsal sesi duyuyor musunuz? 

Herkes burada mı? 

Birinin yüzünde kocaman bir maske var. 

Uzaktan baksam da bana bir adım yakın gibi duruyor. 

Sözcüklerin ağlayışını duyuyorum. 

Ölüm. 

Yaşam.

Sevgi. 

Veda. 

Veba.

Gerçek ne, diye soruyorum. 

Gördüğüm şey bana hangi acıyı çağırıyor? 

Diğerlerine, etrafıma bakıyorum. 

Herkes aynı yöne bakmakla kalmıyor. 

Herkes aynı yöne doğru ağlıyor. 

Herkes aynı yöne doğru gülüyor. 

Buradan çıkmak isteyenler var. 

Buradan çıkmak istemiyorum. 

Tek başıma kalmayı göze alamayacak kadar mutluyum burada. 

Çünkü, buradalar. 

Buradayız. 

Ruhumuzun elleri birbirine kenetli, kalabalığız ve sessiz bir ibadetin içindeyiz. 

Siyahlar giymiş bir kalabalık var, tek bir ağızdan aynı sözler çıkıyor, aynı anda. 

Kalabalıktan biri öne çıkıyor. 

Söz’ü çekip çıkarıyor oradan.  

Bize bakıyor. 

Buradayız. 

Buradayız. 

Tanrıların ruhumuza sirayet etmiş arzularını dile getiriyor. 

Duyuyoruz. 

Mutlak bir sessizlik. 

Söz, dinleyene duyduğu minnetle çıkıyor ağızlardan. 

Konuşuyor. 

Konuşuyor. 

O konuştukça tanımlar çoğalıyor, anlamın üstüne anlam yağıyor ve yığılıyorlar tepemize. 

Sözün gücü tıpkı daha az önce sönmüş bir ateş kadar ısıtıyor kalbimizi artık. 

İyi şeylere dönüşmüyor iyi varsayılan sözler. 

Sözcüklerin melodisi kayboluyor dillerden ve alışılagelmiş, kullanışlı, ipe dizilmiş birer cümle torbası gibi düşüyor önümüze. 

Hiçbir söze sığamayacak kadar çoğalan anlam, sözü öldürüyor. 

Artık söz yok. 

Bağırtı var; kalabalıklardan kalabalıklara doğru. 

Kimseyi duymuyorum ve ben de bağırıyorum. 

Ona değil. 

Onunla aynı yöne. 

O, savaşın, ölümün, öfkenin adını değiştirirken, ona bakıyorum. 

Ve onunla aynı yöne. 

Anlam, gerçeğin kendisinde bile bazen noksanken, gerçek gibi olanın arkasında, ışıkların gerisinde kalıyor. 

Ve duruyorum. 

Yüzyıllarca kez durdum. 

O anlatırken de, duruyorum. 

Ve şimdi, ışıklar hepimizin üzerinde. 

Kaçacak yer yok. 

Herkes burada mı? 

Herkes Burada Mı_Ümit Aydın

The Book of Dances, Peru, 1978, Odin Teatret.

Küçük bir çocuğun ağlayışını hatırlıyorum. 

Alelade bir şeyeydi belki, kim bilir? 

Hafızam bana benzeyen görüntülerle dolu. 

Şimdiki zamanım, eski-nin kollarından daha kurtulamadı belki, bilmiyorum. 

Zamanın bacaklarında derman kalmadı. 

Şimdi her şey durdu. 

Bir an. 

Şimdi ne yapıyoruz? 

Bilmem. 

Gidelim. 

Gidemeyiz. 

Niye? 

Bekliyoruz. 

Gelecek mi? 

Sessizlik. 

Hiç bilmediğim bir sorunun cevabını üzerimde taşıyormuşum gibi bakıyorlar bana. 

Keşke onlara gerçeği söyleyebilsem. 

Keşke gerçeği bilsem. 

Onu ilkin, bir kayanın başından, annesi görecek, keskin gözleriyle. 

Kimse kimseye inanmayacak. 

Buyrukların boyunduruğu altında, belki yine de gülen gözlerle, bir annenin kollarında taşınacak geri gelmeyecek olan günler. 

Ve hepimiz orada olacağız. 

Uğultulu bir rüzgar, yapraklara neşe verecek. 

Kimin artık orada olmadığını unutturacak bize. 

Şimdi-nin göğüs kafesi öyle güçlü ki, yaşamı sürdürmeye devam edecek. 

Toprağın adı hiç değişmeyecek. 

Ama. 

Neden bastığın toprağı öptüğümü herkes bilecek. 

Anlatmak, ‘ben de buradayım!’ demek değil miydi? 

Peki kime? 

Herkes burada mı? 

Bakışımın tesadüf ettiği bütün manzaralar zihnimi renklendiriyor. 

İştahım kabarıyor. 

Önce küçük bir kıvılcım parlıyor ellerimde. 

Ve birileri, gönüllerinden geldiğince üflüyorlar ellerime. 

Ellerim yanmıyor. 

Ellerim alev alıyor. 

Ellerim yanmıyor. 

Ellerim ısınıyor. 

Anlatacak çok şeyimiz var. 

Yaşam var. 

Bak. 

Duydun mu rüzgârı? 

O da burada. 

Tanrıların kahkahası bu. 

Tanrılar her gün yeni bir çocuk doğuruyor. 

Uzun bir günün sonunda sırtını koltuğa yaslanmış gibi hissettiriyor. 

Bekliyor. 

İştahlı bir bakış. 

Her şeyin hemen öncesi. 

Derin bir nefes bekliyor dilimizin ucunda. 

Anlatacak çok şeyimiz var. 

Yaşam var. 

Bir hikâye daha bitmeden diğerini takıyor peşine. 

Bir kovalamacaya dönüşüyor bütün sözcükler. 

Kimse sustuğu yerde durmuyor. 

Kelimelerin etekleri savruluyor etrafta. 

Yüzüme değiyor. 

Okşuyor beni. 

Onu. 

Herkesi. 

Dalından kopan hiçbir çiçek yere düşmüyor. 

Kalabalığız. 

Kalabalığız! 

Daha anlatacak çok şeyimiz var. 

Yaşam var. 

Dinginlik. 

Tazelik. 

Herkes burada mı? 

Herkes buradaysa, başlayalım. 


Ümit Aydın

Ekim 1993 yılında doğdu. Anadolu Üniversitesi’nde Felsefe, ardından İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünde okudu. Darülbedayi Şehir Tiyatrosu ve Şahika Tekand’ın Stüdyo Oyuncuları atölyesinde oyunculuk eğitimleri aldı. Oyuncu, yazar ve dramaturg olarak çalışmalar yapmaktadır.  Kadıköy’de Duende Tiyatro sahnesinde dans, hareket ve fiziksel tiyatro çalışmaları yapmakta ve kuramsal eğitim çalışmaları yürütmektedir. Oyun eleştirileri, oyun metinleri ve edebiyat dergilerine öyküler yazmaktadır. 


TEB Oyun Dergisi‘nin Buluşmalar sayısına ulaşmak için: TEB Oyun / Buluşmalar

Yazar Hakkında / Ümit Aydın

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin