Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi: Erdem Avşar ile Buluşma

İnternette bir ilan gördüm, oyun yazmanın dünyadaki en zor iş olduğunu söylüyordu. Bir marangozun yaptığı işten zordu çünkü oyun yazarken marangoz atölyesindeki gibi araç ve gereçleri gözünüzle göremezdiniz. Şarkı söylemekten zordu çünkü üretildiği anda karşı tarafa ulaşamıyordu. Madencilikten zordu (daha neler) çünkü aklınızın ve kalbinizin karanlık tünellerinde gezerken bulduğunuz cevherler, onlarınki gibi birikmek yerine hemen uçup gitme riskine sahipti. Öğretmenliktense kesinlikle zordu çünkü kimse size maaş vermiyordu. Kalp doktorluğundan bir şekilde zordu çünkü insanlara ait duygularla uğraşırken steril bir ortama sahip olmak çok düşük bir ihtimaldi. Ve son olarak, beyaz yakalı olmaktan zordu çünkü mesai saatlerine tabi değildiniz.

İlanda işte tam da bu nedenden dolayı bir merkez açılmaya karar verildiği yazıyordu. “Yazarlar için Rehabilitasyon Merkezi”. Bu merkez, bahsettiğim tüm zorluklarla mücadele etmeye mecbur olan oyun yazarının fiziksel ve ruhsal bütünlüğü için hayati bir önem taşıyordu. Zira, kendini regüle etmekten bihaber olan yazarın; kronik kas ağrıları, duygusal yeme bozukluğu, öz değerini hızlıca yitirme, kaygı bozukluğu, dürtüsel davranışlar ve sık sık gelen intihar arzusu gibi durumlarla yüzleşmesi kaçınılmazdı. 

Siteye hemen başvurdum. Karşıma çıkan ilk uzman kişi oyun yazarı Erdem Avşar oldu. Bir bakayım dedim; Erdem şimdiye kadar neredeyse 2000 kişiye oyun yazarlığı, dramatik yapı gibi şeyler anlatmış, dramatik dünya kurmayı çok seven biriymiş. Onlar yetmeyince hızını alamayarak oyun çeviriyormuş. Son zamanlardaki işi çatışma-savar umut kaynağı Eylem Ejder’le birlikte yürüttükleri Performans Ekolojileri programıymış. Glasgow Üniversitesi’nde queer tiyatro, umut ve yas dramaturjileri üzerine çalışıyormuş. Sosyoloji dersleri veriyormuş UNESCO RILA Sanatçılar Ağı üyesiymiş. Bristol Theatre Collection‘ın Kevin Elyot yazarlarından. Oyunları, öyküleri ve diğer yazıları Türkiye-İskoçya-Almanya-İtalya hattında gelip gidiyormuş. İnanılmaz! Acaba tüm bu yaptıklarının hakkını verebilecek mi? Derken Erdem, ona yönelttiğim soruları öyle serinkanlı, canlı, donanımlı ve neşeli biçimde cevapladı ki, YİRM’e (Yazarlar için Rehabilitasyon Merkezi) olan güvenim arttı, onun bu iş için harika biri olduğunu düşündüm. İşte, sizin için o sorulardan ve cevaplardan bazıları:

Erdem Avşar
Erdem Avşar

Aslı Ekici : Kimsin, söylediklerine güvenebilir miyim?

Erdem Avşar:“En kötü ne olabilir ya” diyen her şeyden ve herkesten çok korkarım ben. “Yazmak tıpkı bir psikoterapi!” diyenlerden ayrı. “Sen bana güven!” diyenlerden ayrı. Bunlardan herhangi birini demeyi reddeden herkese de kendimi hemen teslim ederim, onlardan hiç şüphe etmem, pat diye kendimi kollarına bırakırım. 

Hayatta en sevdiğim oyun açılışlarından birinde, bir karakter, genç bir çocuk, sahneye çıkıp kazık gibi durur. Heyecandan ve telaştan hareket edemiyor gibi. Durduğu yerde gözünü seyirciye diker. “Bana sakın güvenmeyin” der. İlk lafı bu. Gözünü bir an bile seyirciden ayırmayıp tekrar edip durur: “Bana sakın güvenmeyin, bana sakın güvenmeyin, bana sakın güvenmeyin. Ben güvenilecek biri miyim, hiç bilmiyorum.” O kendinden o kadar şüphe edince, senin de onun saçını başını okşayıp teselli edesin gelir. Paranoyaya, baktığın her yerde ve kendinde sürekli bir eksik görmenin panzehiri olabilecek, anlamlı bir teselli ama. 

Güven, karşılıklı tesellilerle kurduğumuz bir ilişki; eğer ikimiz de o yörüngeye girersek birbirimize güvenebilir, birbirimizi taşıyabilir, sevebiliriz. YİRM manifestosunun ilk maddesi bu olsun: Dünya düşmanca kuşkuların yeri, birbirimizde eksikler aramanın merkezi olabilir. Ama dünyanın en güzel özelliği değişebilir olması. Buna güvenirsek birbirimize de güveniriz.

 A.E: Seni oyun yazarlığına başlatan şey ne oldu?

E.A: Tek başıma ve sanki yalnızca kendim için yazıyormuşum gibi yazmaktan çok sıkılmıştım. Ben zaten kendimden çok sıkılırım. İçindeki bazı öyküleri çok sevdiğim, kimisinden hiç hoşlanmadığım bir öykü kitabı yazmıştım. Komik bir mahlasla. İyi bir editörle uzun süre çok sıkı çalıştıktan sonra kitap yayımlandı, sonra ben öyle kalakaldım. Kitap üstüne çalıştıktan o kadar zaman sonra bir anda aradaki ilişkinin neredeyse buharlaşmasına çok şaşırdım. Biraz da üzüldüm. O zamanlar Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi yoktu ama tiyatro elbette vardı. Tiyatro için yazmakta, hatta sadece yazmakta değil, oyun çevirmekte, bir metnin dramaturjisini yapmakta, dramatik yapı konuşmakta, paylaşmakta müthiş bir “bir aradalık” var bence.

Bu bir aradalık illa kendimiz gibi olanlarla yan yana gelmekle de ilgili değil. Sahne üstünde, sahne dışında, prova odasında, kuliste bir anda çok berrak bir biçimde görüp kavradığın bir şey oluyor; birbirimize muhtacız. O muhtaç olma hissi, onun kırılganlığı, her an kayıp gidebilecek olması ama bir yandan da seni tutması, zaman zaman ayağa kaldırması beni çok etkiledi. Hep o duygunun peşindeyim. Ama her an elinden gidebilir. O yüzden kıymetini bilmek zorundasın. Bazen bir oyunun miadı dolunca o bir aradalığın sonuna geliyorsun, bazen de mücbir nedenlerden. Tiyatron kapanıyor, sahnen elinden alınıyor, bir sürü başka şey. Sürekli bir kırılganlık tehdidi altında hissetmeyi yüceltecek halim yok. Ama, şu an, bir araya gelebildiğimiz her anın doya doya tadını çıkarmaktan başka yapacak bir şey de yok. Yaptığım her oyun yazarlığı atölyesinde, her provada, metin ve performans konuştuğumuz her buluşmada başkalarına muhtacız. Bunun da kıymetini bilmemiz lazım.

Bir başka şey de şu; sahne üstünde bir dramatik dünya yaratmaya, kendime, oyunculara, seyirciye, tüm ekibe o dünyanın içinde bir alan açmaya, o dünyanın kurallarını, yasalarını belirlemeye; sonra sanki bir ses kayıt cihazının “play” tuşuna basmışım gibi her şeyin işleyişini görmeye, aksamasına, teklemesine, birbirini takip etmesine, bozulmasına bayılıyorum. 

O zaman, bence hiç farkında değildim ama ilk oyunlarımı hep günlük hayatımda elimden alındığını hissettiğim bir karar verme mekanizmasını yeniden canlandırmak, bunu kendime hatırlatmak, çaresizlik duygusundan kurtulmak için yazmışım. Kırılganlıktan değil. Umutsuzluktan.

A.E: Neden oyun yazıyorsun? Sence bu meslekte ısrarcı olmak saçmalık mı?

E.A:Tiyatronun en hoşuma giden yanı, özellikle de Türkiye’de, kendine dönük olması, kendiyle olan meşguliyeti. Rasyonalize etmekte çok zorlanmamız. Kısacası şunu demeye çalışıyorum: evet, çok saçma. Dış dünyanın koşullarını düşününce akla yatkın hiçbir yanı yok. Ama ısrarcı olmamızdaki neden bir yandan da bu saçmalıkla barışmanın getirdiği bir özgürlük gibi. “Saçmalık mı acaba?” sorusunun “amaan, saçmaysa da saçma” gibi bir özgürlüğe ulaşması çok kısa zaman alıyor. Öyle olmasına rağmen yapmak harika bir şey. Türkiye’de tiyatro dedim demin ama hangi tiyatro tabii… Tiyatroyla, performansla, yeni dünyalar üretme fikriyle bir araya gelen insanların yaptığı tiyatroyu kastediyorum. Var olan dünyaya Elon Musk gibi roket fırlatan menajer tiyatrolarını değil.

A.E: Oyun yazarlığı bir meslek mi?

E:A: A, bak ne ilginç bir sırayla sordun bunları. Birçok yerde uzun zamandır yaptığım oyun yazarlığı atölyelerinde, senin de bildiğin gibi, hep dramatik vurgu diye bir şeyden söz ederek başlıyorum. Performans Ekolojileri’ndeki dramatik dünya yaratma atölyesine de öyle başlamıştım, hatırlarsın. “Her dramatik metin, birtakım bilgileri ve soruları belli bir sıraya dizmektir” gibi bir fikre dayanıyor. Önce ısrarcı olmayı, sonra “meslek mi değil mi?” diye sormayı tercih ettiğine göre, bana bir bilgi sunuyorsun demek, sunduğun bilgi de aslında “Erdem, bu bazen bana çok saçma geliyor” gibi bir şey. Bunun içindeki saklı soru da sanki aslında şu: “ısrarcı olabilmem için bana ne olur, ne olur, ne olur bir neden versen?” Bu saçmalığın bilgisinin neye denk düştüğü yine tabi olduğumuz dünyanın koşulları tarafından belirleniyor. Bizim şartlarda bu koşullar şu bilgiyi üretiyor: “Meslekse de hayatını sürdürüp sürdürmeyeceğin belli olmayan bir meslek.” Dramatik vurgu ilkesine göre sorunun cevabı da, bana sorduğun sorunun içinde saklı. Belli ki ısrarcı olmaktan başka şansın yok; bu da ihtiyacın olan tek neden. 

Erdem Avşar
Erdem Avşar’ın Performans Ekolojileri projesi kapsamında Maltepe Üniversitesi öğrencileriyle gerçekleştirdiği oyun yazarlığı atölyesinden bir kare.

 A.E: Yazmak için neye ihtiyacım var? Nereden başlamalıyım?

E.A: Birbirimizle eşitlenmeye ihtiyacımız var. Dramatik yazarlık atölyelerini, çalışmalarını teknik ve zanaat üzerinden açıklayınca çoğu zaman başıma gelen bir şey, daha doğrusu sezdiğim bir refleks var. “Eyvah yandık, reçete verecek, oyun böyle böyle yazılır, böyle böyle yazılmayan oyun da olmaz olsun diyecek” gibi haklı bir kaygı. Anlamakla birlikte ilginç de geliyor. Çünkü çoğu zaman zaten kendisi bir sürü oyun yazmış oyun yazarlarından duyuyorum bunu. “Tamam işte” diyesim geliyor, “dramatik bir alet çantası, bir kaynaklar havuzu vardı; bazılarımız ona o veya bu biçimde, kimi zaman okullar aracılığıyla, kimi zaman bir araya geldiğimiz insanlar sayesinde eriştik, şimdi bu kaynağı başkalarına da açıyoruz. Onlar da buna bir sürü şey ekleyecek.” 

Burada bir reçete görmüyorum. Daha çok kendi yazarlık “eksikliğimiz” olarak görmeye alıştığımız şeylerin aslında bazı kurumsal yapıların dışında kalmanın ya da zorla dışında bırakılmanın bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Bunun bir an önce tamir edilmesi gerektiğine inanıyorum, o tamiri de bir eşitlenme çabası görüyorum. O yüzden galiba kısa yanıtım şu: mutlaka yazarak başlamalı. Ve yazmak üstüne düşünerek. Ama bu “başlama” sorumluluğu, ihtiyacın ne olduğunu belirleme kaygısı, yeni başlayan yazarın sırtına yüklenmemeli. Başlamış olanlarımız ne yapıyor, hangi sorumluluğu alıyor, hangi sorumlulukları reddediyor, hangi sesi çoğaltıyor, hangisini kısıyor; bunları da onların düşünmesi lazım.

A.E: Yazmak için hep arzu dolu olur musun? Bu arzuyu neye benzetirsin? Rengi, tadı, kokusu nasıl?

E.A: Hâlâ var mı bilmiyorum, 80’lerin 90’ların video oyunlarında çok meşhur bir “trope” olurdu. Ana karakterimizle türlü türlü maceralar, belalar atlatırız, sırt çantamıza bir sürü ıvır zıvır doldururuz. İlk yardım kitleri, elma, çıkmaz bir sokakta bulduğumuz muz kabuğu, kocaman bir dünya haritası… Neyin nerede kullanılacağını anlaman bazen günlerini alır. Çantan dolar, ekranda bir uyarı çıkar: “Artık daha fazla şey taşıyacak yerin kalmadı.” Çantandan bir şey atarsın, ondan açılan yerden, yerine başka şey koyarsın. O kadar uğraşıp didindikten sonra sıra maceranın “kaçırılma” safhasına gelir. Kahramanımızı bilinmeyen güçler ele geçirir, gözümüzü yeni bir “level”da açarız. Bir de bakmışız, çantamız tamamen gitmiş. Tabii içindeki her şeyle birlikte. “A, demek ki onlara ihtiyacımız yokmuş” dedirten bir an. “Yok Çanta”yla ilerlerken esas ihtiyacımız olan nesneyi buluveririz. Bir köşede kendi halinde yatan bir levye. Kilitli kapıları onunla zorlarız, kodunu bilmediğimiz bir güvenlik alarmını onunla söküp bir binaya gireriz, her şeyi aralayan, dışarıdan içeriye şöyle bir bakmamızı sağlayan şahane bir alet. Yazma arzusunun kendisini değil ama oyun yazmanın fonksiyonunu, her şeyi aralayan bir levyeye ya da oyun dilindeki haliyle “crowbar”a benzetiyorum. Yazmak için hep arzu doluyum ama önce kaçırılmam, türlü maceralar atlatmam, sonra o levyeyi, kaldıracı bulmam gerekiyor. Arzu ancak öyle somut ve başkalarıyla paylaşılabilecek bir şey haline geliyor.

A.E: Yazdıklarımı herkese okutmalı mıyım?

E.A:Rehabilitasyonun en önemli kısmı galiba kimden ne beklediğimizi de anlayabilmemiz. Başta hiç yapmadığım bir şeydi, artık çok sık yapmaya başladım ve benim metin okuma pratiğimi de, başkalarının metin paylaşma şeklini de çok değiştirdiğini düşünüyorum: “Bu metni niye ben okuyayım istiyorsun?” sorusunu gönül rahatlığıyla sorabilmek. Eğer sadece paylaşmak istediysen ne güzel, bundan daha tatlı şey olur mu? Olmaz. 

Ama şu daha da güzel değil mi? Çok eskiden öğrencim olmuş, sonra da yakın dost olduğum biri bir oyununu yollarken şöyle yazmıştı: “Sen şimdi hemen hangi gözle okuyayım diye sorarsın… Senin hiç sevmeyeceğin, içinde yaşadığımız dünyanın taklidi, hatta birebir aynısı olan bir dünyayı, tamamen dramatik kurallara göre anlatan o çerçeveden de hiç çıkmadım. 10 üzerinden ne kadar için daralacak merak ettiğim için yolluyorum. Ona göre bazı yerlerine tekrar bakacağım.” Bunu diyebileceğimiz herkese yazdıklarımızı okutmalıyız. Gönderirken elimiz titriyorsa, kendimizi azarlandı azarlanacak bir çocuk gibi hissediyorsak, dudaklarımız büzülüyorsa, o insanlara asla okutmamalı, isimlerini de telefon rehberimizden derhal silmeliyiz. 

A.E: Yazdıklarımın arkasında duracak güvene ne zaman gelirim? Senin için böyle bir an oldu mu?

E.A: Baştaki güvenle ilgili soruna da döneceğim biraz burada. Bana en iyi gelen şey şu oldu; bir metinle ne yapmak istediğimi anlamak. Ona güvendikten sonra, yani ne dediğimi biliyorsam, nasıl bir dramatik dünya kurmak istediğimi kestirebildiysem, karşımda gördüğüm, beni yer yer tehdit eden, yer yer kıs kıs gülen, yer yer de “abartma beni o kadar da ya, alt tarafı 30 sayfalık bir yazı dosyasıyım” diyen Word’le aramdaki ilişkiyi daha barışçıl ve nazik bir ilişkiye dönüştürmek mümkün oluyor. Yani karşılaştığımız, bir araya geldiğimiz, birlikte var olduğumuz insanlarla olduğu gibi, yazdıklarımızla da bir güvenin verili bir şey olarak var olduğunu varsaymak yerine, onun tesis edilen, yaratılan bir şey olduğunu kabul etmek. “Bu iyi bir metin mi?” sorusunu, “bu metinle bunu yapmaya çalışmıştım, yapabildim mi?” gibi bir soruyla değiştirmek YİRM kapsamında önerdiğimiz harika bir uygulama. Yazarlık merkezi ütopyası bu. Bize şu an uzak görünen ama kendi kurduğumuz ekosisteme biraz daha güvenirsek bir anda karşımızda açılıverecek, her an gerçek olabilecek bir ütopya diyarı.

A.E: Yeterince çalışmadığım /-ı zannettiğim/ için kendimi suçlu hissederken ve çalışamazken ve bununla birlikte suçluluktan hiçbir şey yapamaz hale gelmişken ne yapmamı önerirsin?

E.A: Okumak, okumak, okumak. O da olmuyorsa, notlar almak. O da olmuyorsa, birileriyle konuşmak. Çalışma fikrini yeniden gözden geçirmek. Yazmayla bağını, yazmasan bile sıcak tutmak, günlük yazmak, arkadaşını aramak, önceden yazdıklarını okumak, “daha önce de olmuştu, altından kalkmıştım” diyebilmek. Çalışma prensibini durmaya, düşünmeye, yavaşlamaya, nefes almaya, bakmaya, dinlemeye çevirmek. “Bir an önce”, “derhal”, “anında”, “hemen şimdi”, “çabucak” gibi ünlemli zaman belirteçlerini görmezden, duymazdan gelmek.

 A.E: İlhama inanır mısın?

E.A: Ben korkunç derecede sıkıcı ve tahmin edilebilir biriyim. Rüya görüp yazanlar oluyor. Bence müthiş bir şey. Çok kıskanıyorum. İlhamın yerine şunu koyalım demiyorum ama sanki yazdıkları türlü ekonomik ilişkilere, belli bir eğitim geçmişine, dünya görüşüne değil de, büyülü bir ilhamın ya da aniden inen bir vahyin sonucuymuş gibi yapan metinlere çok kızıyorum, yazarlarına da içerliyorum. O yüzden her defasında ilhamı okült bir şey olarak aklımın bir yerinde tutuyorum ama asıl zanaata çok inanıyorum. Dramatik yazarlığın zanaatından çok, sürekli dikkatli bir gözle dünyaya ve başkalarına bakma pratiğine.

A.E: Senin için etkili bir oyun metninin 3 göstergesi nedir?

E.A:

1.     Çatışmalarla örülü bir dünyaya kayıtsız kalmaması.

2.     Kendince o dünyaya müdahale etmesi. 

3.     Kendini çok da ciddiye almaması.

A.E: Devamlı oyun yazacaksın ama hayatın boyunca tek bir oyun metni okuyabileceksin, bu hangi metin olurdu? 

E.A: Brecht’in Sezuan’ın İyi İnsanı. Yeryüzüne inen beceriksiz tanrılar, şiir, acayip bir belirsizlik, savaşın hakkından gelmek, haklı çıkıp çıkmamakla meşgul olmayı reddetmek. Tanıdık gelen bir dünyaya yeni kurallar sunmak. Asla sıkılmayacağım, dramatik olanla olmayan arasında hayalet gibi gezinip duran, ihtimallerle dolu bir metin.

A.E: Kendimi bu iş için yeterli biri olmadığıma inandırdığım, beceriksiz ve değersiz hissettiğim o anda dibe vurmuşken ilk yardım müdahalesi olarak ne önerirsin?

E.A: Hemen Dramatik İlk Yardım Alet Çantası 101’i açmanı. Boşuna eşitlenmedik herhalde, hayatta kalalım diye yaptık. Çantanın içinden şöyle şeyler çıkacak:

1.     Dramatik iç çatışma, kendi kendimizi sabote etmek değil, birbiriyle çatışan iki arzumuzun arasında bir tercih yapmak demek.

2.     Eğer arzuladığımı düşündüğüm şey aslında ulaşmak istediğim şeyin önünde bir engel oluşturuyorsa, bu dramatik bir engel değil, zalimliktir. (Bakınız oyun dünyasına fırlatılmaktan hiç hoşnut olmayacak Lauren Berlant.)

3.     Nefes alamıyorsak, bize birinin “yok ya, alıyorsundur” demesine değil, oksijen tüpüne ya da tıbbi bir müdahaleye ihtiyacımız var demektir. Dramatik dünyalar böyle dostlarla doludur; yakın ve kuvvetli arkadaşlar. Sana nefes aldırmayı kendi sorumluluğu olarak da görür, sana yardım edecek kaynağı da vardır. Onlara sığınmak.

4.     Her yazmaya oturduğumuzda ayılıp bayılacak gibi oluyorsak, yazarlıkla olan ilişkimizi biraz fazla coşkulu kurmuş da olabiliriz. Dramatik alet çantasından bol bol risk ve umut da çıkar. Her yazdığımız şeyde bir risk aldığımızı düşündükçe, “stake”ler gittikçe artar, kendimizi umuda bırakma refleksimiz de zayıflayabilir.

5.     Strateji değişimi. Kulağa banka ve finans terimi gibi geliyor ama bir kriz anında hangi kararlara, hangi stratejilere yatırım yaptığımızı görebilmek, kavrayabilmek bu çantanın olmazsa olmazı. Her kriz anında aynı şeyi yapınca dünyayı şöyle hafifçe (ama gönlümüzce) dürtemez hale geliyoruz. Strateji değişimi bu çantanın her şeyi. Kendimize olan inancımızı tazeler, “görmediğim şeyler varmış” dedirtir. Eski Fransız melodramlarındaki açık hava tedavisi gibi. “Günlerini bu konağa kapalı, bedbaht halde geçirmek onu gittikçe zayıflatıyor, strateji değişimine ihtiyacı var.”

6.     Ve barış. Dramatik metinler çatışma üstüne kurulur dedikçe, bunu her seferinde Antik Yunan korosu gibi güçlü güçlü haykırdıkça, tekrar ettikçe, çatışma bir oyun yazarlığı atölyesi klişesine dönüştü. O kadar klişeleşince de, ayaklandı, bir zombi gibi dünyaya bakışımıza müdahale etmeye başladı. Çatışma, ilk yardım çantasının içinden bir yerden mutlaka fışkırıyor. Mutlaka. Ama o çantaya koymamızın sebebi bir dönüşüm ihtimalini de beraberinde getirmesiydi. İlk yardım çantamıza zorla sıkıştırılan didişmeci çatışmaları çıkarıp kendiyle, dünyayla, başkalarıyla barış yapmaya razı bir çatışmayı koymalıyız. 

A.E: Kendime ne zaman oyun yazarı diyebilirim?

E.A: Çok zaman önce Avrupa’da yaşayan meşhur mu meşhur bir yönetmenimizle[1] bir yerde denk gelmiştik. “E, sen neler yapıyorsun?” diye sordu. “Oyunlar yazıyorum, çeviriyorum” dedim. “A, sen de bendensin, ben de böyleydim. Neyse yaşlanınca geçer bu sahte mütevazılıklar, yazıyorsan yazarsın, çeviriyorsan çevirmensin, şöyle doya doya söyle, vallahi kaparlar elinden” demişti. Hâlâ işin kendisini bir fiil olarak kullanmayı çok seviyorum. Ama bunu duymak YİRM’i düşününce bana çok iyi gelmişti. 

Dipnot:

[1] YİRM’de katılımcı ve konuk bilgileri her zaman gizlilik prensipleri gözetilerek saklanır. 


Aslı Ekici

Aslı Ekici, ODTÜ KKK Psikoloji mezunu. Kadir Has Üniversitesi’nin Film ve Drama fakültesinde yazarlık odaklı yüksek lisansının tez döneminde. 2021 yılında oluşan Reka Kolektif’in kurucu üyesi, yazarı ve yönetmeni. 2022 yılında Mitos Boyut ve Nilüfer Tiyatro işbirliği ile yapılan oyun yazma programı seçkisine girip basılan Kaza Köpek Kahvaltı ve Yumurta isimli oyunu, Nilüfer Tiyatro’nun 2023-24 sezonunda sahnelenmekte.


TEB Oyun Dergisi‘nin Buluşmalar sayısına ulaşmak için: TEB Oyun / Buluşmalar

Yazar Hakkında / Aslı Ekici

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin