29. İstanbul Tiyatro Festivali’nde çok farklı bir “İstanbul Mon Amour”

Türk tiyatrosunun önde gelen yaratıcı yönetmenlerinden Işıl Kasapoğlu yaklaşık 30 yıl önce, Orhan Veli Kanık’ın İstanbul’u Dinliyorum şiirinden esinlenerek tasarladığı İstanbul Mon Amour projesini ilk kez küratörü olduğu 26. İstanbul Tiyatro Festivali’nde hayata geçirmiştir. Şehri bir sahneye, yürüyüşü anlatının bir parçasına dönüştüren İstanbul Mon Amour sadece bir sanatsal yolculuk değil, katılımcıların kentin günlük yaşamını deneyimleyeceği, belki hiç gitmediği yerleri, belki geçerken fark etmediği yönlerini göreceği, farklı yaşamlara dokunabileceği günübirlik bir serüven olarak gerçekleşmiştir. Işıl Kasapoğlu’nun adını ve konseptini Festival’e armağan ettiği bu çok özel proje, her yıl farklı yapımlarla tekrarlanan bir Festival klasiğine dönüşmüştür.
29. İstanbul Festivali’nin İstiklal Caddesi boyunca Beyoğlu Spor Kulübü, Beyoğlu Sineması ve Metrohan gibi kent hafızasında yer etmiş üç mekânda geçen projesi Pera’nın Karanlık Odası, içerdiği mekânsal ve tematik birliktelikle öncekilerden farklı ve çok etkileyici bir çalışma oldu. Katılımcıları Kumbaracı50 koordinasyonunda ve Yiğit Sertdemir’in sanat yönetmenliğinde Beyoğlu’nun çok katmanlı geçmişinde yolculuğa çıkaran bütün oyunların ilham kaynağı, Türkiye’nin ilk kadın stüdyo fotoğrafçısı Maryam Şahinyan’dı.
Sivas‘ın en görkemli sivil yapılarından Şahinyan Konağı’nda (Camlı Köşk) doğan Maryam Şahinyan (1911-1996), ilk Meclis-i Mebûsan‘da (1877) Sivas Vilayeti temsilcisi Agop Şahinyan Paşa’nın torunuymuş. Sivas’ın en köklü ve güçlü ailelerinden Şahinyanlar, sahip oldukları 30’a yakın köy, beş büyük un fabrikası, sayısız gayrimenkul ve kent merkezindeki Şahinyan Konağı’nı 1915 Tehciri’nde geride bırakarak Samsun üzerinden İstanbul’a geçip Harbiye‘de mütevazı bir apartman dairesine yerleşmişler. İlkokulu Esayan Ermeni Okulu‘nda tamamlayan Maryam, maddi sorunlar yüzünden Sainte-Pulchérie’deki orta eğitimini yarıda bırakmış, 1935’te fotoğrafçı babasının yanında çalışmaya başlamış, 1937 yılında tüm ailenin ekonomik yükünü omuzlayarak tek başına işletmeye başladığı Foto Galatasaray’ı 1985’e kadar işletmiş. 1986’da stüdyoyu içindeki tüm arşiviyle devretmiş; yeni sahipleri iki yıl sonra kapatmaya karar verdiğinde arşiv imha edilmek üzere kolilenmiş.
Aras Yayıncılık’ın kurucularından, Türkiye’de kültür ve sanatın birçok alanına katkılar sağlamış Yetvart Tomasyan, Maryam Şahinyan’ın fotoğraf arşivinin kurtarılmasını sağlamış; arşivdeki 200 bine yakın negatif, araştırmacı Tayfun Serttaş’ın oluşturduğu ekip tarafından iki yıllık bir çalışmayla korumaya alınmış.
Kurtarılma süreci Maryam’ın Gözleri adlı belgesele konu olan bu arşiv Tayfun Serttaş’ın Aras Yayıncılık tarafından basılan (ve maalesef mevcudu tükenmiş olan) İngilizce & Türkçe kitabı Foto Galatasaray – Studio Practice by Maryam Şahinyan aracılığıyla günümüze ulaşmış.
Pera’nın Karanlık Odası izlenimlerime geçmeden önce, Yiğit Sertdemir’in bu çok özel çalışmayla ilgili Aynı Kadrajda Buluşmak başlıklı yazısını paylaşmak isterim:
Bazı projeler yazılmaz. Zamanını kollar.
Bir bakarsınız, yıllardır zihninizin arka odasında rengine ulaşmaya çalışan imgeler, sesler, anılar, yüzler… bir gün kendi mekânlarını bulur.
Bazen bir kadrajda, bazen bir cümlenin ucunda, bazen de bir şehrin gölgesinde.
İstanbul Tiyatro Festivali’nin çağrısıyla, Kumbaracı50 olarak üstlendiğimiz
İstanbul Mon Amour: Pera’nın Karanlık Odası da işte böyle doğdu.
Bir şehirden yola çıktık; ama yalnızca onun taşından toprağından değil – karanlıkta kalmış hikâyelerinden, görünmeyen yüzlerinden, silinmiş izlerinden…
Bu projenin kalbinde, bir kadının vizörü var: Maryam Şahinyan.
Bakmayı bilen biri.
Ama öyle herkesin baktığı yerden değil.
Kamerasını İstanbul’un gölgesine çevirmiş; ötekilerin, azınlıkların, görünmez kalanların portrelerini çekmiş.
O karanlık odada, herkes biraz daha kendisi gibi çıkmış.
Biz de onun izinden gittik.
Üç ayrı mekân…
Üç farklı durak…
Tek bir şehir.
Sahneyle mekânın, oyuncuyla seyircinin, geçmişle bugünün iç içe geçtiği üç ayrı karşılaşma.
Yürüyerek geçilen bir yolculuk bu.
Bazen bir fısıltıyla, bazen bir dokunuşla, bazen bir melodiyle açılıyor hikâyeler.
Kimi zaman bir salonda, kimi zaman bir merdivende, kimi zaman bir masanın etrafında…
Ve tüm bu anlar, bir gün bir fotoğraf karesine dönüşüyor.
O karede biz varız. Siz varsınız. Onlar var.
O karede şehir var.
Hatırlamak isteyen bir İstanbul.
Pera’nın Karanlık Odası, bir anlatı değil.
Bir davet belki…
Görünmeyen belleğe, susturulmuş hikâyelere, fotoğrafı çekilmeden silinmiş hayatlara bakma cesaretine davet.
Birlikte bakmaya.
Yargılamadan, düzeltmeye kalkmadan, sadece görmeye.
Ve o anı paylaşmaya.
Her şey bir fotoğrafa dönüşüyor sonunda.
Birlikte çekilmiş, birlikte yaşanmış bir kadraja.
Aynı kadrajda buluşmak üzere.
Pera’nın Karanlık Odası

İstanbul Mon Amour projesinin Kumbaracı50 ile İstanbul Tiyatro Festivali ortak yapımı 2025 edisyonu Pera’nın Karanlık Odası, aralarda ulaşım sadece yürüyerek yapılabildiğinden, üç farklı yazarın, üç farklı yönetmen tarafından sahnelenmiş üç oyununun üç farklı yerde izlenmesi yaklaşık dört buçuk saat süren, toplamda 150 dakikalık etkileyici ve heyecan verici bir tiyatro olayı. Genel Koordinatörü Gülhan Kadim, Sanat Yönetmeni Yiğit Sertdemir.

Yolculuk İstanbul’un az sayıda faal Rum kulüplerinden, 1914’te Pera Kulübü adıyla kurulan, 1923’te Beyoğluspor Kulübü olarak tescil edilen amatör voleybol, basketbol, futbol ve masa tenisi kulübünün İstiklal Caddesi’ne 3-4 dakika yürüme mesafesindeki tarihi binasının spor salonunda başlıyor.
Maske ve kuklaları da yapan Candan Seda Balaban’ın tasarladığı ve yönettiği Bozmayın Çekiyorum sözsüz bir oyun, Müziğini & Efektlerini Burçak Çöllü, Işık Tasarımını Yiğit Sertdemir yapmış.

Az mobilyalı bir mekân olarak düzenlenmiş oyun alanına yan kapıdan siyah elbiseli, siyah çoraplı, siyah ayakkabıları topuklu, mantosu renkli bir kadın giriyor. Yüzü ve peruğu kafadan geçirilen üç boyutlu bir mask. Kargaburnu ve hafif terlemiş bıyığıyla karikatürlerdeki Ermeni madamları anımsatıyor. Müziğe uygun stilize devinimle ışığı yakıyor, çantasını bırakıyor, mantosunu asıyor, pikabı çalıştırıyor, oturup bir şeyler okuyor, kırmızı Amasya elmasından bir ısırık alıyor.

Kadınlar arkadaki siyah saten örtünün altında birleşerek antik bir körüklü fotoğraf makinesine dönüşüyor. Birer, ikişer veya daha kalabalık gruplar örtünün altından çıkıp poz veriyor, enstantaneleri canlı makinenin bakan ve gören objektifiyle çekiliyor. Bu son derece yaratıcı performans, yeni masklarla, ışık ve gölge oyunlarıyla evrilmeyi sürdürüyor. Ta ki madamlar sırayla pikabı kapatıp, palto ve çantalarını alıp, ışığı söndürüp salondan çıkana dek…

Coşkuyla alkışlayan seyircileri selamlamaya masklarını çıkarıp geldiklerinde Berre Koçak, Defne Güçsav, Enes Sarı, İsmet Efe Arslan, Mısra Athena Özkan, Selin Erdoğan, Ömercan Kağızmandere ve Pelin Çakıroğlu’dan oluşan müthiş uyumlu ekibin aslında kadınlı erkekli bir takım olduğunu fark eden izleyicilerden daha da büyük tezahürat alıyorlar.
İkinci durağımız, sinema-mekân ilişkisinin metin ve videoyla iç içe geçtiği Gaybubet Şehri oyununu izleyeceğimiz Beyoğlu Sineması. Burçak Çöllü yazmış, müziğini yapmış, metin düzenlemesini ve dramaturjisini yapan Sanem Öge yönetmiş. Kostüm Tasarımı Başak Özdoğan’a, Işık Tasarımı Yiğit Sertdemir’e ait.
Beyoğlu ve çevresinde esnaflık yapan farklı yaşlarda üç karakteri canlandıran üç kadın, ekran önünde oluşturulmuş platformda iskemlelerine oturarak iç içe geçmiş hikâyelerini anlatıyorlar. Sahnede yaratılan dinamik evrene, anlatıyı tamamlayan, yapay zekâ ile üretilmiş bir fotoğraf evreni eşlik ediyor. Yapay zekâ İmaj Tasarımını Yiğit Serdemir, Yapay zekâ Fotoğraf Enstalasyonunu Sanem Öge, Yiğit Sertdemir ve Göksu Karamahmutoğlu üstlenmiş.

Günümüzde neredeyse hiç kullanılmayan Arapça kökenli “gaybubet”, ortada bulunmama, yok olma anlamına gelen bir kelime. Gaybubet Şehri’ nde, deli fişek manav çırağı Manoli, hafif kaçık kimyager Leman, terzi eşini kaybettiğinde dükkânı işletmek zorunda kalan mazbut ev kadını Mediha, izleyicilere yaşamın dışına çıkarılmalarının öykülerini anlatıyor.
Çöllü, kimi zaman azınlık olmanın, kimi zaman erkekler dünyasında var olmaya çalışmanın, kimi zaman sadece fark edilmek ve sevilmek ihtiyacının mücadelesini veren bu üç karakter üzerinden, Türkiye’de farklı dönemlerde kadın olma hâllerini mizahi bir dille incelerken “öteki” kavramına da çok boyutlu bir bakış getiriyor.
Türkiye tarihinin üç ayrı travmatik döneminden üç farklı kişinin öyküleri, kendileri gibi esnaf olan, her üç dönemde de fiilen çalışan Türkiye’nin ilk kadın stüdyo fotoğrafçısı Maryam Şahinyan’la kurdukları ilişkiler üzerinden birleşiyor.
Burçak Çöllü’nün yazdığı üç monoloğu ustalıkla iç içe geçirerek incelikle metni dantel gibi ören Sanem Öge, sahnelemesinde metnin ipuçlarını zekice öne çıkararak zamansal farkları ustaca ayrıştırıyor, sağlam oyuncu yönetimiyle kişilerin öykülerini başarıyla aktarıyor.

Yaşadıklarını yıllar sonra anlatan Manoli (Ceyda Akel) öykünün geçtiği 1937 yılında Manav Panayot Usta’nın yeni yetme çırağı. Trakya olaylarının üzerinden birkaç yıl geçmiştir, bu kez gayrimüslimlerin ticari üstünlüğünü kırmak amacıyla bazı mesleklerin sadece Müslüman Türk vatandaşları tarafından yasal olarak yapılmasına, “güvenlik nedeniyle” izin verilmekte. Rum, Ermeni, Yahudi manav ya da fotoğrafçılar fiilen sahibi oldukları işletmeleri, kâğıt üzerinde bir “Türk”e aitmiş gibi gösteriyorlar.
Manoli, ustası gönlünü kırmızı Amasya elma tutkunu genç fotoğrafçı Matmazel Maryam’a kaptırdığından Haziran ayı ortasında Yemiş İskelesi’nde kırmızı elma avına çıkıyor. Başarmasına başarıyor ama, dükkânın resmi sahibi Remzi’nin Panayot’un ödenmesi için verdiği vergileri rakıya yatırmış olması yeni ve ciddi sorunlar yaratıyor.
Bu bıyığı terlememiş delikanlıya son derece inandırıcı ve sevimli bir yorum getiren Ceyda Akel, İstanbul Rumlarının kaybolmaya yüz tutmuş şivesini başarıyla, çok doğru olarak, tüm müzikalitesiyle yansıtıyor.

8 Eylül 1955. Babasının arzusuyla kimyager olmuş kırklı yaşlarının başında Leman (Gülhan Kadim), her ayın ikinci perşembesi kimyasallarını satın almaya gelen on yıllık kıdemli müşterisi fotoğrafçı Meryem Hanım’ı bekliyor. Evet bu, Maryamların kendilerini Meryem, Agavni’lerin Alev olarak tanıttıkları “vatandaş Türkçe konuş!” dönemi. “Erkek işi” mesleğini yürütmedeki sıkıntılarını, üniversitede okuduğundan evlenmekten vazgeçen nişanlısını, inadına kız kardeşi gibi kimya okuyup ehliyet alan işe yaramaz abisi Lemi’yi anlatıyor. Kadın kimyager olarak iş bulamadığı için anne ve babası onunla kimyagerliğin “k”sinden bile anlamayan abisine bir dükkân açmıştır. Bu dünyada ha gayrimüslim ha Müslüman olmuşsun fark etmiyor. Dükkânın adı tabii ki “Lemi Yılmaztürk Kimya Deposu” olacaktır. Kimyasallara takan Leman intihara meyilli sayılmaz ama, ölümcül dozlar alıp nasıl kurtulacağını merak ediyor. Salı günü “Kıbrıs Türktür, Türk Kalacak!” diye bağıran, taşlarla sopalarla her tarafı kıran kudurmuş bir insan seli Şişli’den Beyoğlu’na doğru akmaya başlamış, Lemi dükkânın kapısına Türk bayrağı asıp diğerleriyle beraber “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak!” diye bağırmış da, paçayı kurtarmışlar. O gece arkadaşı Alev, kocasıyla çocuğunu alıp onlarda kalmaya gelmiş. Dışarıda kıyamet koparken Leman’ın aklı hep Meryem Hanım’daymış. Haberi olup olmadığını sorduğunda Alev “iyidir o” demiş, “dükkânını kimse bilmez onun, merak etme”…
Gülhan Kadim, 70 yıl öncesinin Türkiye’sinde eğitimli, meslek sahibi ve kadın olmanın sorunsalını incelikle ve inandırıcılıkla aktarırken, samimiyetle “Tamam Kıbrıs Türk kalsın ama Haylayf Pastanesi de kalsın; niçin pastanemin camını kırıyorsunuz ki?” diyerek dönemin aydınlarının aymazlığını da ustalıkla yansıtıyor.

Ruşen Bey’in Beyoğlu’ndaki terzihanesi; 1970’ler sonu 1980’ler başı. Zamanında eve çok iş getirmiş olan Ruşen rahmetli olmuş, kırkı çıkınca eli işe yatkın ev kadını 50-55 yaşlarında eşi Mediha (Özlem Türkad) dükkânı çekip çevirmeye karar vermiştir. Milletin sokaklarda birbirini vurduğu, anarşistlerin duvarlara “tek yol devrim” diye yazdığı bu semtten nefret eden Mediha hep dükkânın Üsküdar’a taşınmasını istemiş, Ruşen her defasında “müşterimiz burada” diye reddetmiştir. Mediha defterdeki siparişleri tamam ettiğinde burayı kiraya verip Üsküdar’da terzi dükkânı açmaya kararlıdır. Teslim edilmesi gereken çoğu Foto Galatasaray’a gidecek siparişler bir gariptir. Payetli, pullu tünikler, büstiyerler, pul işlenmiş bluzlar, püsküllü transparan gömlekler, siyah saten pantolonlar… Erkek terzisi Ruşen’in sadece ünlü sanatçı Orhan Gümüşsoy için diktiği sahne kostümlerini bilen Mediha Foto Galatasaray’ın da bir tiyatro kumpanyası olduğunu düşünüyor. Bir müşteriden oranın bir kadın fotoğrafçının işlettiği stüdyo olduğunu, kostümlerin de sanatçılar ve oyuncular için değil kendi resimlerini çektirmek isteyenler için diktirildiğini öğrenince şaşırıyor…
Özlem Türkad ne yıllarını birlikte geçirdiği çocuklarının babasını, ne etrafındaki dünyayı hiç tanıyıp anlamadan yaşamış Mediha’yı büyük başarıyla canlandırıyor.
Ekibi tebrik etmek için beklemek istesek de son gösteri DEM için Metrohan’a yetişmemiz gerekiyor.

Hukukçu, toplumsal cinsiyet eğitmeni, tiyatro eleştirmeni Tarık Yüce’nin ilk oyunu DEM yazarının ifadesiyle 1980’lerin sonlarında bir meyhanede geçen, kayıp bir fotoğrafın izini süren, her biri geçmişten kalan tek bir imgeyle, bir fotoğraf ya da sadece bir izle var olabilme mücadelesi veren üç karakter üzerinden, toplumsal ve kişisel hafızanın silinmesini anlatan, belleğin, mekânın ve imgelerin yokluğunda kimliğin nasıl ayakta kalabileceğini sorgulayan bir oyun. Işık Tasarımını da yapan Yiğit Sertdemir yönetmiş. Müzik Danışmanı Burçak Çöllü.
Metrohan’ın oyun alanı, sahnesi, masaları, iskemleleriyle bir müzikhole dönüşmüş. Bazen ortadaki büyük masada oturan, bazen de tüm mekânda dolanan oyuncuların sözlerine her makamı, her nağmeyi katan, Çağlar Fidan (vokal, def, kanun), Nikos Papageorgiou (lavta, tanbur) ve Erhan Bayram’dan (İstanbul kemençesi) oluşmuş çok başarılı bir fasıl heyeti eşlik ediyor.
12 Eylül darbesi sonrası apolitikleştirilmiş kuşaklardan üç kişi, herkesi ağırlayan ama kimsenin yüzüne bakmadığı bir tuvaletçi kız, bir gençlik fotoğrafı üzerinden yeni ölmüş annesinin hiç tanımadığı bir yüzünü anlamaya ve affetmeye çalışan bir kadın, 1980’lerin başında sahnelerde parlamış, sonrasında şarkıları yasaklanmış, sesini kaybetmiş bir eşcinsel sanatçı bu meyhane gecesinde bir araya geliyor.
Müzikholün görünmeyen emekçisi tuvaletçi kız (Ayşegül Uraz) mendillere yazılmış, hiçbir zaman onun için söylenmemiş istek şarkılarını biriktirmiştir. Şarkı söylemesi yasaklandığında adamı müzikholün penceresinden kaçıran da “o”dur. Yazar sanki tuvaletçi kıza oyunun belleğini yüklemiştir. Hem zamanda hem kişilikler arasında gezinebilen bu karakter bazen gar sabuncusu İlhami’nin Zürafa Sokakta gittiği hayat kadını Emine’ye, bazen de kadının hesaplaşmaya çalıştığı ölmüş annesine dönüşüyor.

Bir gece baskınıyla arşivi, sahne kostümleri, kayıtları, notaları ve fotoğrafları yok edilen Adam (Onur Berk Arsanoğlu) kendini sadece fiziksel değil varoluşsal olarak da silinmiş hissetmektedir. O geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamış, ne sahneye dönebilmiş ne kendine yeni bir hayat kurabilmiştir. Adam için, sesinin ve şarkılarının var olduğunun tek kanıtı Maryam’ın çektiği bir gençlik fotoğrafıdır. Baskın gecesi kulisteki ışıklı aynaya sıkıştırmış olduğu o fotoğrafı hınçla çekip çıkarmış, yarısı yırtılan fotoğrafta yüzünün göründüğü parça aynada sıkışmış kalmıştır. Tekrar kulise dönüp bulamadığı kaybolan parçayla birlikte bu arayış kaybolmuş sesinin ve belleğinin peşindeki Adam’ı Beyoğlu’nun her tarafına, Ersan Biçki ve Dikiş yurduna, Foto Galatasaray’a hatta, yine karşısına çıkan Tuvaletçi Kız rehberliğinde Zürafa Sokağa götürür…

Kadın (Sezin Akbaşoğulları), annesinin süslü iğnesiyle, kırmızı ruju ve gülümsemesiyle göründüğü o tek fotoğrafı aramaktadır. Annesinin günlüğünde gördüğü fotoğrafı arayışı sadece tuttuğu bir yas için değil, annesinin bastırılmış arzularına, kadınlığının yarım kalmışlığına ulaşmak amaçlıdır.
Bir tek o fotoğrafta mutlu olan, çocuklu, dul, parasız, ailesiz annesi hayata, saçlarına, tarağına, yüzüne, memesinin üstündeki bene, hatta diline dolanmış o asırlık şarkıya hep öfkeliymiş ve devamlı Orhan Gümüşsoy’un plağındaki o şarkıyı dinlermiş, kuşu o şarkı çalınca susarmış. “Bu ne zaman ötmeyi bırakır, işte ben o zaman ölürüm” dermiş. Ölmüş. Kadın, hiç görmediği zamanlarından, küsmediği, pişman olmadığı, ah etmediği, en güzel günlerini de onsuz yaşadığı günlerden kalan bu fotoğrafın peşindedir…

Yiğit Sertdemir, üç farklı karakterin anlatılarını iç içe geçiren ustalıklı metni bu kez seyircilerle de iç içe getiriyor, mekânı bir oyuncu gibi kullanarak DEM’e interaktif bir boyut katıyor. Müzik kullanımı, garsonları canlandıran yardımcı oyuncular Anıl Yıldırım, İlayda Ulcaylı ve Sena Canbazoğlu’nun varlığı müzikholü inandırıcı kılarak bu boyutu daha da pekiştiriyor. Oyuncu yönetimi her zamanki gibi dört dörtlük. Ayşegül Uraz hep Tuvaletçi Kız kalarak farklı kişilikleri ustalıkla ayrıştırıyor. Onur Berk Arslanoğlu Adam’ın trajikomik serüvenini güldürerek yansıtırken cinsel yönelimini dozunda bir kırıklıkla açığa çıkarıyor. İkilinin final düeti değme profesyonel şarkıcıya taş çıkartacak düzeyde. Sezin Akbaşoğulları Kadın’ı benzersiz derinlik katarak canlandırıyor. Yüzündeki hüzün unutulur gibi değil.
Beyoğlu’nda Maryam Şahinyan’ın görüntülediği bu karakterlerin izinin sürüldüğü bu yolculuk, kentin yakın tarihini de başarıyla anımsatan, tüm hikâyelerin tek bir anlatıymış gibi izlendiği müthiş etkileyici bir serüven oldu. Darısı 30. İstanbul Tiyatro Festivali’nin başına!
TEB Oyun Dergisi‘nde yer alan diğer eleştiri yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.





