Medea’nın Kadın Temsillerine Attığı Çengel
Büyülü bir alışverişin gerçekleştiği, gönüllü katılımın olduğu ve bu yönüyle bir seyirci performansından da söz edebileceğimiz, toplanan, toplaşılan bir mekân olarak izleyiciyle oyuncuyu buluşturan tiyatroda; sahne üstünde anlatılan, temsil edilen, gösterilen, eylenen, işaret edilen, imlenen kurmaca metinlerin kendisi de klasik metinlerle toplaşabilir, kaynaşabilir. Bunu doğrudan klasik metinlerle organik bağ kurarak yapar ya da her yeni diye iddia edilen ama bu her yeni denen şeyin içinde aslında kendinden önce yazılmış, tür, kanon, içerik gibi benzer anlamlarda geçmiş metinlerin barındığı/barınabileceği, kendini sil baştan değil eskinin yarattığı imkânlar üzerine inşa ettiği gerçeğinin unutulmadığı şekliyle de yapabilir. Her ikisini de cebimde taşıyarak bu yazının konusunu, bunu doğrudan yapan, geçmişiyle birlikte yol alan, fakat geçmişin yükünün altında ezilmeden şimdiyi çok güçlü şekilde dile getiren bir yeniden yazım metni oluşturuyor. Bu oyun, Antik Yunan tragedyası Medea ile harmanlanan, teyellenen ve çeşitlenen, Amerikalı yazar Allison Gregory’un Ben Medea Değilim adlı oyunu. İBB Şehir Tiyatroları tarafından 2023-2024 sezonunda sahnelenen Ben Medea Değilim adlı oyunda, çocuk onkoloji hemşiresi olan bir kadının tesadüfen geldiği tiyatroda sahnedeki Medea adlı oyunla karşılaşmasını ve kendi yaşantısı arasında benzerlik kurarak oyunu manipüle etmesini izleriz. Kadın, içinde bulunduğu ruh halinden dolayı bu akşam hiç izlememesi gereken bir oyuna gelmiştir.
Ben Medea Değilim oyunu ataerkil düzen içerisinde kadınlık ve annelik konumlarını sorgulayan, tartışmaya açan, ev, aile, çocuk, eş sorunlarıyla, çalışma hayatının zorluklarıyla bedenen ve ruhen boğuşan, toplumda kadın olmakla, eş olmakla, anne olmakla ilgili yaşanan sorunları merkeze alan ve temelde çatışmayı buradan kuran bir oyun. Oyunu deneyimli yönetmen Hülya Karakaş yönetiyor. Berrin Koper koro rolünü, Kamer Karabektaş Jason rolünü, hem Ben Medea Değilim oyunundaki Kadın rolünü hem de sahnedeki Medea rolünün anlatıcılığını ise Şirin Asutay üstleniyor. Oyunun adı da Medea miti karşıtlığıyla benzerliğine gönderme yapıyor ve bir kadın ya da bir anne oyunu olduğunu daha baştan söylüyor. Antik Yunan’dan günümüze aldatılan kadının kocasından aldığı intikamın en güçlü temsilcisi olarak kendine ayrıcalıklı bir yer edinen Medea, bu oyundaki gibi kadın meselelerini anlatmak için sık başvurulan bir metafor konumunda. Dramatik anlamda çatışması güçlü olan klasik metinlerin şimdinin metinleri üzerine bütün ağırlığıyla çöktüğünü, bütün hiyerarşisiyle metinde konumlandığını, hayalet gibi yeni metni takip ettiğini, söylenecek ya da eylenecek kelimelere sızıp kendini unutturmadığını, yeninin gideceği, varacağı noktayı işaretlediğini, bu ve benzer şekilde kendini şimdide yeniden var ettiğini biliyoruz. Bununla beraber özellikle kadın oyunlarında ele alınan Medea mitinin sanki daha baştan kadın eylemlerinin belirleyicisi veya yazgısı olduğuna, dolayısıyla kadının yaşamı, doğayı, doğurganlığı, sevgiyi temsilinin yanında arzu, tutku, ihtiras, yıkıcılık, cadılık, büyücülük gibi temsillerinin de kadının doğasına eklenmesi gerektiğine ve bu yüzden de bu birliktelikten doğan çatışmanın zorunlu olarak her kadın oyununa farklı düzlemlerde dolandığına tanık oluruz. Medea mitini bugün buradan yeniden yorumlamaya çalışan metinlerde sıklıkla karşımıza çıkan bir durumdur bu. Yeni bir anlatıya klasik ya da kendinden önce yazılmış herhangi bir metnin sızması ya da kendinden kırıntılar bırakması günümüz yazınının keşfettiği ya da kullandığı bir metodoloji ya da bir teknik değil. Örneğin Beliz Güçbilmez Anne Ben Düştüm mü? Kurmacalara Neden Muhtacız? adlı kitabında anlattığı “palimpsest” tekniğinde, antik dönem el yazmalarında ilk örneklerine rastlanan, kâğıt yerine kullanılan parşömenlerin “palimpsest” tekniğiyle yeniden kullanılabilir hale getirildiğinden ama bu teknikle eskinin büsbütün silinemediğinden, kazıdıkça altta olanın ortaya çıktığından ve yeni yazılana musallat olduğundan söz eder. [1] Bu anlamda klasik metinlerle güvenli ve uzun süreli yolculuklar yapılabilse de, bu metinler zihinlerinde henüz harekete geçmemiş, uyuyan, pasif potansiyeller taşıdığı için onlarla çıkılacak yolculuğun her zaman nasıl geçeceği ve nereye varacağı belli olmayabilir. Dolayısıyla bu belirsizliğin yarattığı geniş imkânlar onları yeniden yorumlamanın tercih sebebidir diyebiliriz.
Ne izleyeceğini bilmeyen ama Medea mitini bilen bir izleyici olarak oturuyorum koltuğuma. Şehir tiyatrolarının büyük ve seyirciyle dolmuş bir salonunda, kapıların kapandığına, artık salona seyirci alınmayacağına dikkat etmeden sahnedeki oyunun başlamasına odaklanmışken kadın oyuncunun oyuna geç kalmış bir seyirci pozisyonunda salona girmesiyle bir anda kendimi gerçekle kurgunun iç içe geçtiği belirsiz bir zaman mekânda buluyorum. Herkes oyunun başlamasını beklerken kadın oyuncunun seyirci gibi salona girerek, onun da bir oyuncu olduğunu ancak sonradan anlayabildiğim bir salon görevlisiyle birlikte oturacağı koltuğu araması, seyirciyle temas kurması ve konuşması seyircinin alışkın olduğu seyir deneyimine aykırı ve tedirgin edici. Dördüncü duvarı yıkan bu giriş seyirciyi liminal alanda bırakıyor, seyirci “o kişi ben değilim” der gibi sağa sola bakıyor. Seyircinin kadınla göz göze gelmek, bilmediği bir deneyime ortak olmak istemediği belli. Gerçekle kurgunun belirsizleştiği yerin ortasında kaldığı için konuşmakla susmak, gülmekle kendini tutmak arasında kalıyor. Hazırlıksız yakalanan seyircinin bildiği ve bundan dolayı da kendini rahat hissettiği seyreden kişi konumu sarsılıyor. Bu eşik seyirci için çok tekinsiz, “ya oyunun içine çekilirse, ya yanlış bir söz ederse”. Kadının, salon görevlisi rolündeki oyuncunun sahne kenarına koyduğu bir tabureye ilişmesi ve seyir yeriyle oyun yeri ayrımının yapılmasıyla tetikte olan seyirci rahat bir nefes alıyor ve kendi güvenli konumuna geri dönüyor. Sahnede antik sütunların yükseldiğini ve kenarda Medea’nın tutkusu kadar, öldürdüğü oğullarının kanını da simgeleyen, bu anlamda hem doğumun hem ölümün gerçekleştiği kırmızılarla donatılmış bir yatağın bulunduğunu ancak oyuncunun odağını sahneye kaydırmasıyla fark ediyorum. Yönetmen Medea’nın yaşadığı çatışmayı zihnimizdeki renk kodlarını kullanarak görselleştirmeyi başarıyor. Kadın oyuncu günlük kıyafetiyle bu antik dekor içinde kendine “nasıl yer bulacak?” diye düşünürken, koro rolünü oynayan oyuncu onu oyuna davet ediyor. Daha önce bildiği ve amatör olarak oynadığını söylediği Medea karakterine itirazı olduğu için oyun ister istemez onu kendine çekiyor. Belli ki bu andan itibaren oyun ne tam olarak sahne yerine ne de seyir yerine ait bir oyuncu eşliğinde izlenecek. Oyuncu bu iki yer arasında gidip gelecek; sahneden aldığını seyirciye, seyirciden aldığını sahneye verecek, oyunun zihniyle kendisinin ve seyircinin zihnini ortaklaştıracak. Oyuna seyirci açısından interaktif bir deneyimle başlamak seyirciyi oyuna iliştiren, zihnini açan, ilgiyi diri tutan akıl dolu bir hamle.
Ben Medea Değilim oyununda Berrin Koper.
Kadının heyecanlı telefon konuşmalarından, seyirciye dönerek kendini anlatmasından iş çıkışı doğrudan eve gitmek istemediğini, kafasını dağıtmak için tiyatroya sığındığını, esasında evde uyumak için kendisini bekleyen bir kızı olduğunu ama onunla ilgilenecek, ona cevap verecek takatinin olmadığını, çok yorgun, çok yalnız, umutsuz olduğunu ve eşinin onu genç sevgilisi için terk ettiğini öğreniyoruz. Yazar bizi kadına yaklaştırıyor, onun sesini duymamızı istiyor. Bu kadın her gün karşılaştığımız, farkına varmadan yanından geçip gittiğimiz, gözlerinin altı yorgunluktan ve uykusuzluktan morarmış, bir adının olmasının ona ayrıcalık vermeyeceği herhangi bir kadın. Devam ediyor yazar, kendisini evde bekleyen çocuğunun yanına gitmek yerine çok yorgun olduğu halde tiyatroya gitmeyi tercih eden kadının anneliğine yönelik şüphe ekiyor seyircinin zihnine. Toplumsal gerçeklikte öğrenilmiş annelik konumu, her koşulda çocuğunun yanında olan, sorumluluklarını ihmal etmeyen, kendini sınırsız ve sonsuz bir şekilde çocuğuna adayan kutsallaştırılmış bir öznelik konumudur çünkü. Ataerkil sistem gibi toplum üzerinde kurulan iktidar biçimlerinin ürettiği doğruluk söylemleriyle kendini yargılayan, ruhsal çöküntü yaşayan bir kadın var sahnede. Yoğun iş temposundan ve çocukların bakımından kendine vakit ayıramamasıı, orta yaşlarında zamana yenik düşmesi gibi, kocası tarafından terk edilmesini doğuran gerekçeleri sıralar kendince. Kadın olarak hak veriyoruz ama bir anne olarak, hem de bu kadar yorgunluğa ve dışarıda çakan şimşeğe ve yağmura rağmen, neden tiyatroya gitmeyi tercih ettiğini sormaktan alıkoyamıyorum kendimi. “Önce çocuğum” diyen annelik deneyimlerimiz alt üst oluyor. Yazar altımızdaki sandalyeyi çekiyor. Yeniden oturmak için daha farklı gerekçelere ihtiyacımız var sanki.
Hikâyesini merak ediyoruz, acaba başına ne gelmişti? Medea gibi aldatıldığı için intikam hissiyle çocuklarını öldüren biri olabilir miydi? Onunla benzerliği neydi? Kadın kafasındaki seslerden kaçarken kendini bulduğu tiyatroda Medea oyununu görünce kaçtığı şeyin tam ortasına düştüğünü görür. Sahnede birazdan çocuklarını öldürecek Medea vardır. Hiç olmaması gereken bir yerdedir ama bu saatten sonra istese de oyundan çıkamaz, en iyisi bu fırsatı değerlendirmektir. Sahneye çıkıp oyunu böler, kendi hikâyesiyle benzetildiği, suçlandığı Medea hikâyesi arasındaki çelişen yerleri gösterir; böylece hem içselleştirdiği suçluluk duygusundan kurtulmak hem de seyirci/toplum önünde kendini aklamak ister. Esasında onunkisi bizden bekleneni yerine getiremediğimizde, yorulduğumuzda, bunaldığımızda, çıkış bulamadığımızda, yalnız bırakıldığımızda attığımız yardım çığlığıdır. Kadının, ağırlığı altında ezildiği gündelik yaşamında onu yargılamayacak, suçlamayacak, onu dinleyecek, anlayacak, ona kız kardeşlik edecek birilerinin desteğine ve sürekli kendisini suçlayan içindeki sesi susturmaya ihtiyacı var. İtirazı kendisiyle empati yapılmadan Medea olmakla suçlanmasına. Kadın bir kendi rolü, bir oyundaki rolü arasında gidip gelirken hikâyeler birbirine karışıyor. Medea’nın katil kimliğine gerekçe üretmek istemiyor, onun duygularıyla kendi duyguları karışmasın, yanlış anlaşılmasın diye bu hikâyenin sadece anlatıcısı olduğunu söylemek zorunda kalıyor. Aldatılan bir kadının hissettikleri konusunda ortaklaşsalar da intikam konusunda ayrışıyorlar. Antik Yunan’dan günümüze yolculuğu sırasında intikam duygusu sanki savunmada yumuşayan top gibi oluyor. Modern zamanlarda çatışma eylemin belirleyicisi değil belki ama başka bir şeye dönüşerek, başka bir dinamo kazanarak, farklı bir yerden görünür olarak kadının çöküşüne yol açıyor. Kadın aldatılmak ve intikam almak arasında bağ kurmuyor. Sahnede eylem görmek isteyen seyircinin kafasıysa iç içe geçen kurgu ve katmanlı yapıdan dolayı hala karışık. Peki eyleme dönüşen bir intikam duygusu yoksa klasik metin oyuna çengeli nerede atıyor?
Ben Medea Değilim oyununda Şirin Asutay.
Kadın iki çocuğu olduğundan, küçük kızını evlat edindiklerinden ve bu kızının muhtemelen travmatik bir çocukluk geçirdiği için psikolojisinin bozuk olduğundan, kendine ve çevresine zarar verdiğinden, ağlama krizlerinden, gece boyu uyumadığından bahseder. Dünyasına giriş izni vermediği, kendini açmadığı için derdini anlayamadığımız, çözüm üretemediğimiz, idiopatik, insanın sabrını sınayacak derecede hırçın olan bir çocukla baş edebilmek oldukça zor olsa gerek. Bu kızın somutlaşmış halini Alman-Arjantin asıllı yönetmen Nora Fingscheidt’in, 9 yaşındaki kızın yaramazlıklarıyla annesini ve bakım evindekileri bıktırmasını ve çaresiz bırakmasını anlattığı, System Crasher (2019) adlı filminde de görürüz. Öfkesini kontrol etmekte zorlanan küçük kız, hem kendine hem çevresindekilere zarar verir ve asla uslanmaz. Filmin niyeti kimseyi yargılamak değildir, sadece norm dışı kalmış, öfkeli, vahşileşmiş bu kızın dünyasına girmenin, onunla baş etmenin zorluğunu göstermektir. Kadının evlat edindiği kız çocuğu da bir bakıma böyledir, onunla başa çıkmak zordur, dolayısıyla annenin yaşadıklarına dışarıdan bakıp onu yargılama tuzağına düşmüyoruz. O kızını şikâyet etmiyor zaten veya yaramaz olduğu için ondan vazgeçmiyor. Sadece kendi yaşadığı durumun anlaşılmasını, kendisiyle empati yapılmasını istiyor. Yazar yetersiz, ilgisiz annelikle ilgili ektiği şüphelerin yönünü bu kez topluma çeviriyor, çengeli seyirciye atıyor. Arada kalan seyirci bu durum karşısında zihninde bildiği ama görmezden geldiği yeni fotoğraflar aramaya başlıyor.
Kadın kızları arasında sevgi ayrımı yapmadığını, sevmek için ille doğurmak gerekmediğini söyleyerek annelik konumunu tanımlamaya çalışır. Fakat evlatlık kızının hayatından bıktıracak derecede sorunlu olması, kendisinin işten eve çok yorgun gelmesi ve babanın onu bu problemlerle baş başa bırakarak evden gitmesi, yetersizlik hissine ve annelik pratiklerini sorgulamasına yol açıyor. “Bakamayacaksan doğurmayacaksın, ilgilenemeyeceksen almayacaksın, yetişemiyorsan çalışmayacaksın!” gibi tüm sorumluluğu kadına yükleyen, çalışan anneye yetersizlik hissettiren sözler damlıyor seyircinin zihnine. Özellikle hemşirelik gibi bakım hizmeti veren ve üstelik bu hizmeti evde ve sosyal yaşamda da sürdürmesi beklenen, daha çok dar gelirli ailelerin çocuklarının icra ettiği bir mesleğin üyesiyseniz, mesainiz hiç bitmez, yorulmaya ve dinlenmeye hakkınız yoktur. Bakım hizmeti söz konusu olunca fedakârlık yapmak sizden istenen meşru bir talep olur. Fedakâr olmak zamanla emeği değersizleştiren, onu yutan bir gayya kuyusuna dönüşür. Bu anlamda sizden talep edilen, profesyonel bir meslek icracısı olmaktan daha çok bir kadınlık biçimidir. Sürekli birilerine çare olmaya çalışırsınız, başarılı olamadığınız ve yetişemediğimiz takdirde ise toplum size kendinizi eksik hissettirir ve bir anda kötü kalpli, gaddar biri olursunuz. Kadın, yetersiz olduğunu o kadar içselleştirmiş ki anneliğin ona ağır geldiğini itiraf etmek zorunda kalıyor ve kötü anne olduğunu kabul ediyor. Özgür olmak, istediği gibi davranabilmek, oturarak yemek yemek, uyumak, rol model olmamak, düşünmeden konuşmak, utanmamak gibi sıradan insana ait olan ihtiyaçları özlediğini sıralayarak onu cendereye alan annelik konumunu ifşa ediyor. Böylelikle kadın, anneliğin bir kadından neler aldığını, onu hangi yüklerin altına soktuğunu sorgulamamızı sağlıyor. Kadın, yapmak istedikleri, mahrum bırakıldıkları üzerinden seyirciyi yakalamak istiyor.
Medea’nın çocuklarını öldüreceği sahneye sıra geldiğinde kadın sonunda ağzındaki baklayı çıkarıyor, küçük kızının bir kaza sonucu öldüğünü ve kazadaki ihmalinden dolayı herkes tarafından çocuğunu öldürmekle suçlandığını anlatıyor. Hatta çok yorgun olduğu bir anda istemsizce ettiği bir söz yüzünden kocasının, tabutuna son çiviyi çakması gibi, diğer çocuğunu da elinden aldığını ekliyor. Çocuğunun ölümünden sorumlu tutulmanın, bir katil gibi toplumdan dışlanmanın acısıyla yalnız bırakılmanın onu en çok inciten şey olduğunu öğreniyoruz. Ve sonunda dayanamıyor, doğrudan seyirciye giderek ondan kendisiyle empati yapmasını istiyor. “Çıkarın telefonlarınızı ve silin çocuğunuzun resmini” diyor. Seyirci buz kesiyor. Kadın gözlerini seyircide gezdirerek “yapamıyorsunuz değil mi?” diye soruyor. Yazar ektiği tohumları seyircide hasat etmek istiyor olmalı.
Oyunun sonunda Medea yaptığından pişman olmamıştı, altın atına binip oradan uzaklaşmıştı. Ama o ise oradaydı, çocuğunu sadece iki dakika yalnız bıraktığı için çok pişmandı ve sonsuza kadar bu acısıyla iç içe yaşayacaktı. Kristeva’nın deyimiyle annelik kategorisi kadınlık kategorisini yutmuştu. Bu anlamda yazarın kadın mesleği olarak görülen hemşireliği seçmesinin, üstelik psikolojik olarak daha yıpratıcı bir alan olan çocuk onkoloji hemşireliğini seçmesinin, kadının acısını taze tutmakla ve çatışmasını tetiklemekle de ilgisi var. Çocuk onkoloji bölümünde tedavi şansı olmayan ya da az olan umutsuz gözler takip eder sizi, çocuk bedenlerin çektiği ıstıraba tanık olursunuz; sabah işe geldiğinizde dolu bıraktığınız yatağı boş bulabilirsiniz. Hiçbir çocuğa yakışmayan ölüm her an kendini hatırlatır; yaşama sevincinizi kaybedebilirsiniz. Çocuğunu kaybeden bir anne, hasta bir çocuğu kaybederken ne hisseder? Her ölümde kendi çocuğunu hatırlamaz mı? Kadının işten sonra toparlanıp sağlam kafayla eve gidememesine, iki haftada bir gördüğü kızının sorularına cevap verememesine sanırım yazar bu şekilde bir zihin egzersiziyle yeterli gerekçe üretiyor. Kadının yaşadığı annelik sorunları dolayısıyla, toplumun onun yanında yer alması gerekirken o, kadının karşısına geçerek, bulunduğu konumu ona dayatarak çatışmanın ana kaynağı oluyor. Güçlü bir işaret fişeği olduğu gerçek, fakat çatışma yaşamak için kadınlık konumunu annelik konumuna tercih eden Medea gibi tutkunun kurbanı olmak gerekmiyor, modern kadının annelik konumu da zaten başlı başına çatışma unsuru.
İki oyunun yan yana gelme biçimini, aralarında bir hiyerarşi olup olmadığını, kesiştikleri, ayrıldıkları, birbirlerine çengel attıkları yerleri, klasik metnin bugün anlatılmak istenen şeye katalizör etki yapıp yapmadığını, yeni tartışma alanları açıp açmadığını, klasik dramatik çatışmaların bugün ne tür çatışmalara dönüştüğünü ve klasiği geri dönüştürmeyi daha çok seyir performansım üzerinden anlamaya, kavramaya ve anlatmaya çalıştım. Seyir yerine taşan, seyirciye sataşan, onunla diyaloğa giren Ben Medea Değilim oyununun bu tercihiyle seyir performansına katkı sunduğu aşikâr. Canlı, yaşayan bir mekân olan tiyatronun amacını izleyenle etkileşim noktaları kurmak, ortaklaşmak (hafıza bildiğini tanır), zihinleri karşılaştırmak, kıvılcım yakmak, alışverişte bulunmak, zamanda, mekânda ve uzamda birlikte akmak gibi düşündüğümüzde; sahne üstünde icra edilenin, oyuncunun, yönetmenin, metnin kısaca teatral anlamı üreten bileşenlerin performansının yanında, buna tanıklık eden seyircinin de kendine ait seyir performansından söz etmek gerektiğini düşünüyorum. Belki sahnede olan biteni seyircinin zihninde karşılık bulandan, içimize sızandan anlamaya çalışmak bu sanatın en işimize yarayan kısmı olabilir. Nitekim doksan dakika süren bu oyun bittiğinde zihnimde konuşan ses “yaklaş ve dinle” diyordu. Klasikle yeniyi buluşturan ve birbirine dolayan bu oyun, ataerkinin ürettiği konumlara ve düşünce kalıplarına sıkışan kadınların yaşadığı çatışmanın, belki içimizdeki Medea’nın ve belki de kendimizin geri dönüşüm alanlarını genişletiyor. Tiyatro sanatı bizi bir araya getirerek, toplaştırarak, kaynaştırarak, ortaklaştırarak buna aracılık ediyor.
Dipnotlar
[1] Beliz Güçbilmez. Anne Ben Düştüm mü? Kurmacalara Neden Muhtacız? İstanbul: Kolektif Kitap, 2023, s. 83.
Ayşe Sancak Deniz
1996 yılında başladığı ve çeşitli hastanelerde icra ettiği hemşirelik mesleğinden 2024 yılı Nisan ayı itibariyle emekli oldu. 2005 yılında İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nden mezun oldu. 2008 yılında Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama Bölümü’nden yüksek lisans derecesini, 2022 yılında İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nden “Günümüz Türk Tiyatrosunda “Kurgulanmış Gerçeklik” ve “Bellek” (1980-2000) adlı teziyle doktora derecesini aldı. Bazı dergilerde eleştiri ve inceleme yazıları yazmaktadır.
TEB Oyun Dergisi’nin Buluşmalar sayısına ulaşmak için: TEB Oyun / Buluşmalar