“Karşılaşıyoruz, bazen – pek ender”
“Özgürce ve özerkçe buluşamıyoruz ki zaten,
bir, eşit, tamamlanmışlık düzeyinde – hep,
bir yana kaykık oluyor ilişkilerimiz – biz de,
karşımızdakiyle özgürce karşılaşmak yerine,
onu hep kendi yanlılığımızın zaten gerektirdiği
yanımıza karşılıyoruz.
Şöyle, göğüs göğüse, tam, sakıntısız ve aldırmazca
karşılaşamıyoruz ki- -ama, bazen, pek ender…
Karşılaşıyoruz, bazen – pek ender.”[1]
Oruç Aruoba
Karşılaşmanın, gerçek bir buluşmanın kendisi, yalnızca bir başkasına/öteki olana ulaşmakla ilgiliymiş gibi tahayyül edilir nedense. Oysa “bir yana kaykık” ilişkilerimizde özgürce, göğüs göğüse karşılaşmanın, buluşmanın önündeki engeller bazen dışarıda değil içte saklıdır: Bir yerde, bir zaman katılaşan, donup kalan ya da kabullenip rafa kaldırdığımız kaidesi sağlam, noktası keskin “ben” çizgilerine hapsoluruz. Bir başkası/öteki ile “tam, sakıntısız” buluşabilmek için aynı zamanda kendimizle gerçek bir karşılaşmanın gerekliliğidir önümüzde duran. Yaralarımızı, bir ev olarak kendi benliğimizi, duygularımızı ve izlerini, köklerimizi hatırlamak, bulmak, anlamak gerekliliği… Böylesi mahrem ve tek kişilik bir buluşma, bizden başkalarına uzanan o “pek ender” karşılaşmaların zeminini kurar bir bakıma. Kabulün ve direngen bir değiştirme iradesinin, açık ve göz hizasından konuşan eşit bir ilişkilenmenin, şefkatli ve sınırlarına sahip çıkan bir yan yanalığın harcını karan biraz da başkasına olduğu kadar kendine bakabilmektir sanki. Üstelik bir başkası/öteki için çizilen sınır çoğu kez insana gelip dayanır ve ondan öteye geçemez. İnsan olmayanlarla, canlılarla, cansızlarla temasımız ve öngöremediğimiz karşılaşmalarımız pek hesaba katılmaz. İnsanmerkezci, yeryüzüne ait olana bile dışarlıklı kalan öğrenmişliğimizdendir belki de bu, yerkürede birlikte varlık gösterdiğimizi unutmuşluğumuzdandır. İnsan bazen fotoğraflardan hatırladığı rengârenk çiçeklerle dolu o eski çocukluk evinin “artık” çorak bahçesiyle karşılaştığında bir anlam üretmeye koyulur; aile albümlerindeki siyah beyaz fotoğraflarda bir başka hikâyenin altyazısını okur ve dahi ölümün ardından yasın, kaybın içinden geçerken kendisini yeniden bulur. Bu yüzden karşılaşmalar “insan olmayan her tür bedene açılıp genişleyen, açık uçlu bir ilişkilenme” [2]ye doğru da büyür bazen; bizi temas ettiğimiz, karşılaştığımız, çarpıştığımız insan olan/olmayan o bedenlerle birlikte büyütür.
13 yıl boyunca bizimle birlikte yaşayan demans hastası anneannemi kaybettikten sonra cenazesi için döndüğümüz Safranbolu’daki evin bahçesi ile tekrar karşılaştığım andı bendeki ilk kırılma noktası. Tüm çocukluğumun, gençliğimin geçtiği bu müstakil evin bahçesi; anneannem ve dedemin öteden beri meraklı oldukları bitkilerle, özenle yetiştirdikleri çiçeklerle çocukluğumun fotoğraflarından tüm canlılığıyla bana kendini hatırlatırdı. Anneannemin hastalığından sebep uzun zamandır gidemediğimiz bu bahçeyi cenaze için “ev”e tekrar döndüğümde görüşüm ise daha farklıydı. O kurumuş, çorak hali beni başka bir vedaya da itiyordu denebilir. Her iki veda da bana hayatın ölüm-yaşam döngüsünü hatırlatıyordu. Köklerini uzakta bir evin bahçesinde hisseden ben, hem anneannemle ve onun sağlıklı haliyle hem de bir zamanlar tüm renkleriyle canlı o bahçeyle vedalaşmış hissediyordum. Onun hafızasını yitirerek gidişiyle bahçenin tüm canlılığı ve renkleri de kaybolmuştu sanki. Ölüm-yaşam döngüsünün acıtan gerçekliği, bir kaybın ardından yasla fark edilen ve tekrar keşfedilen/karşılaşılan kökler, cenazenin ardından aile albümlerini karıştırırken bulduğum tüm o eski fotoğraflar, sanki kendi hafızama sahip çıkmak ve anılarımı, çocukluğumu saklamak ister gibi evin her bir odasını, bahçenin o çorak halini, merdivenleri, tek başıma yürüdüğüm sokakları çektiğim fotoğraflar… Ölüm ve zaman sanki benden bunları da alıp götürmesin diye sezgisel olarak hepsini saklamak istemiştim. Gidenin ardından zamanı durdurmak istemek, çocukluğumu, sevdiklerimi zihnimde bile olsa canlı tutma çabası, bir yandan demansa şahitlik etmiş biri olarak kendi zihnime de -unutursa diye- güvenmemek ama artık mevcut olmayanı hâlâ orada olduğu halleriyle görebilmek istemek… Kendime, dünya ile ilişkilenme biçimime, kurduğum bağlara uzun zamandır bakamadığım kadar merakla ve sorgulayarak baktığım bir zamanın kapıları aralanmıştı sanki. Kayıpta, yasta ne ile karşılaşmış, ne ile eksilirken çoğalmıştım?
“Belki de insan daha ziyade yaşadığı kayıp nedeniyle -muhtemelen sonsuza dek-değişeceğini kabul ettiğinde yas tutar. Belki de yas, sonucu tümüyle önceden kestirilemeyecek bir dönüşüm geçirmeye razı olmakla (belki de dönüşüm geçirmeye boyun eğmekle demeli) alakalı bir şey. Kaybetmek var, onu biliyoruz, ama bir de kaybın dönüştürücü etkisi var ve bu etki haritası çıkarılabilir ya da planlanabilir bir şey değil. Bu etkiyi seçmeye çalışabiliriz, ama belki de dönüşüm deneyimi seçimi bir düzeyde olanaksız kılar […] Bir şey sizi ele geçirir: Nereden gelir o şey? Ne anlamı vardır? Böyle anlarda bizi kendi efendimiz olmaktan alıkoyacak denli üzerimizde hak iddia eden şey nedir? Neye bağlıyız? Bizi gasp eden şey nedir? Freud bize birisini kaybettiğimizde o kişideki neyin yitirildiğini her zaman bilmediğimizi hatırlattı. Öyleyse insan kaybettiğinde esrarengiz bir şeyle de karşı karşıya kalır: kayıpta bir şeyler saklanmaktadır, kaybın kuytularında kaybolan bir şey vardır. Yas neyi kaybettiğini bilmeyi gerektiriyorsa (ki melankolinin ilk baştaki anlamı bir ölçüde bilememekti), demek ki esrarengiz boyutu sayesinde, tam akıl erdiremediğimiz bir şeyi yitirmenin kışkırttığı bilmeme deneyimi sayesinde sürdürülmektedir […] Ama belki de, katlandığımız şeye katlandığımızda kim olduğumuza dair bir şey ortaya çıkar, başkalarıyla bağlarımızın hatlarını çizen, bizi oluşturanın o bağlar olduğunu bize gösteren, bizi meydana getiren bağları ya da ilişkileri bize gösteren bir şey.” [3]
Ne olduğunu bilmesem de elimdeki/içimdeki bu karmaşa ile bir şey yapmam gerektiğini hissettiğim, dağınıklığın içinde yolumu bulmaya, zor zamanlarda hep olduğu gibi yazarak kendimi sağaltmaya çalıştığım, ifadenin sınırlarını yokladığım bir zamanın karşılaşmasıydı “Performans Ekolojileri: Oyun Yazarlığı ve Eko-dramaturgi Programı” [4] ile olan. “Ben buraya nereden geldim?”[5] sorusunun ne denli ekolojik bir soru olduğunu idrak ettikçe; program ile karşılaşmamın, öncesinin ve sonrasının idrakine varmam da mümkün oldu. Yazının bu denli kişisel ve mahrem bir alandan el alarak başlamasının temel sebebi de bu aslında. Şu an durduğum yere nereden, nasıl geldiğimi anlamlandırabilmek…
“Performans Ekolojileri: Oyun Yazarlığı ve Eko-dramaturgi Programı”nın yaşam deneyimlerinden ve/veya ekolojik merak, soru ve kaygılardan ilham alan yeni sanatsal çalışmaların (oyun, performans metni, deneme, performatif yazı) üretimi vurgusu; ifadenin sınırları ve gerekliliği üzerine düşündüğüm böylesi bir zamanla kesişti. “İyi Bir Yaşama Doğru” gitmeye çabalarken insanlar ve tüm canlılar için kapsayıcı, adil ve demokratik bir gelecek üzerine birlikte düşünme, üretme ve sorgulama imkânına yönelik bir vaade, bir olanağa işaret etti. Kolektif çalışmaya ve üretime gönüllü, başvuruları birbiriyle konuşan, Türkiye içerisindeki dağılım dikkate alınarak açık çağrıyla seçilen farklı disiplinlerden katılımcılarla bir araya geldiğimiz böylesi bir zemindi bu program. “Ekolojik olan”ın salt ele alınan konudan değil, yöntemden ve nasıl çalıştığımızdan uç verdiğini deneyimlediğimiz, süreçsel, açık uçlu bir buluşma… Programı tasarlayan ve yürüten sevgili Eylem Ejder ve Erdem Avşar’ın salt yöntemsel bir tercihten kaynaklanmadığını gördüğüm yatay ilişkilenme biçimi de bu hatta oturuyordu: Bir kürsüden, “öğreten” bir hâlden, hiyerarşik ve tek taraflı bir akışın kaynağı pozisyonundan konuşmayan; eşit bir ilişkinin tarafı olarak kendini de öğrenmeye açan, yaratıcı ve özgürleştirici potansiyeli özgün yollarla harekete geçiren, katılımcıların oldukları gibi var kalabilecekleri bir zemini kuran ama eleştirelliğe de alan açan bir hat… Bu sebeple programın en temel ayrım noktasının; eşit, yan yana ve yaratıcı zemini ile insan olan/olmayan “bir başkası”nı görüp anlamaya alan açan bu içselleştirilmiş yöntemi olduğuna inanıyorum.
“Bir toplaşma bir ‘olay’a, yani parçalarının toplamından daha büyük bir şeye nasıl dönüşür? Bunun bir yanıtı da bulaşmadır. Bulaşma, karşılaşmalar yoluyla gerçekleşir. Karşılaşmalar, başkalarına yer açmamızı sağlayarak bizi değiştirir[…]Herkes kendinde bir bulaşma tarihi taşır; saflık imkânsızdır[…]İnsanlar (tıpkı funguslar ve ağaçlar gibi), karşılaşmaların zorluklarına göğüs gerebilmek için beraberlerinde kendi tarihlerini taşırlar. Bu tarihler, insanlara ait olsun veya olmasın, asla robotsu programlar değil, şimdi ve buradanın belirsizliğinde gerçekleşen yoğunlaşmalardır.”[6]
Buluşma ve bulaşmanın ortaklıkları var sanki, kendi tarihlerimizi de yanımızda taşırken karşılaşmanın, temas etmenin bizi değişime açan bir yanı var. Aylar sürecek ve yeri geldiğinde oldukça kişisel hikâyelerin de değiş tokuş edileceği bu buluşmaların ilkine şair Bhanu Kapil’in 12 sorusunu sanal bir panoda anonim cevaplayarak başlamıştık: Tekilliğimizi kolektif içinde buluşturarak, kendimizden ayrı bir ortaklığı birlikte inşa edercesine, istediğimiz soruyu istediğimiz biçimde yazarak, çizerek, görseller kullanarak… Sorulardan birinin “nereden geldin/nasıl geldin?” oluşu ise bir tesadüf değildi elbette. Kendini sürekli yoklayarak, nerede durduğunu/duramadığını anlamaya çalışarak, tereddüt[7] etmenin hayatiliğini hep akılda tutarak ilerlemenin önemini hatırlatıyordu bu soru. “Ben buraya nereden geldim?” sorusu kadar birlikte nereden/nasıl geldiğimize cevap aramanın da nelerin kapısını açabileceğine işaret ediyordu. Kapil’in poetik sorularında yaralanabilirliğimizi/kırılganlığımızı fark etmek, yeryüzünde birlikte var olduğumuz canlılarla/cansızlarla ilişkimizin, duygularımızın/duygulanımlarımızın köklerinin izini sürmek olanaklıydı sanki. “Nasıl başlayacaksın?”, “Yeryüzüne dair ne hatırlıyorsun?”, “Sessizliğin ne gibi sonuçları olabilir?”, “Bana parçalanmakla, bölünmekle ilgili bildiklerini anlat”, “Korkmadan uyandığın bir sabahı anlat”, “Kendi ölümüne nasıl hazırlanırsın? Hazırlandın mı?”… Zor ama iştah açan sorulardı bunlar; kendimize dönüp bakmak zorunda bırakan, bildiğimizden emin olduklarımızı tereddüte açan, henüz hiç tanımadığımız “yabancı”larla derin ve mahrem bir noktadan başlayabilmeyi mümkün kılan… Bu anonim ama gerçek tanışma ilerleyen buluşmalarda yerini farklı bir karşılaşma pratiği olarak “pepeha”ya bırakacaktı. Bir “yabancı”yı bizler için tanınır, bilinir kılanın ismi, işi, yaşı gibi özellikleri olmadığından hareket eden “pepeha” bir Maori geleneği ve kişinin yeryüzüyle, geçmişiyle kurduğu bağlantıları adeta kazımasını gerektiren, sizin için anlamlı olan canlı/cansız “şey”lerden oluşan ilişkisel ağı ortaya seren bir pratik. İsminizi değil hangi dağın gölgesinde yetiştiğinizi, mezun olduğunuz okulu değil sizi ve sevdiklerinizi besleyen nehri, işinizi değil hangi rüyayı gördüğünüzü ve rüyada ne olduğunu düşündüren bir tanışma hâli bu; kendinizi ait hissetmediğiniz her an ne olduğunu açık yüreklilikle paylaşmanız için bir olanak, adınızı değil size ne denmesini istediğinizi sorgulatan, neyin yamacında oturup konuştuğunuzu ve “şu an” nerede olduğunuzu düşünmenizi isteyen bir imkân…Kendinizi yazıyla derinlere doğru kazdığınız, gündelik hayatın olağan ve sıradan tanışmalarını boyutlandıran, ağacın/kuşun/taşın/rüyanın dilinde sizi başkalarına tercüme eden bir gerçek buluşma; bir başkasının köklerini keşfetmeye çağıran bir gerçek dokunma hâli… Benim içinse Bilge Karasu’nun Korkusuz Kirpiye Övgü hikâyesini okuduktan sonra tüm isimlerime karşılık kirpi olabilmeyi ve bana kirpi denmesini istediğimi tanımadığım/tanınmadığım insanlara açabilmenin yeniliğiydi başta. Kirpi mesafesinde, dikenleri birbirine batmadan birbirine sokulan diğer kirpilerle yollara düşebilme dileğini: “Kirpiliğine bakmadan, şehirde yuvalandığı için yiğit; bir gece, yuvasından çıkıp dünyayı öğrenmeğe kalktığı için de delice yürekli”[8] kirpilerle karşılaşabilme hevesini…
Bir Oklu Kirpinin Son Mektubu, Sena Başöz (2023) Yerleştirme, 4 adet kâğıt ve kirpi oklarından yapılmış kolaj. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz, Zilberman Gallery’nin izniyle
Buluşmalar ilerledikçe yazarak, konuşarak, dinleyerek ilerlediğimiz yol sanki genişledi; çağrışımların arka arkaya geldiği, konuşmaların -iyi ki- saçaklandığı bir akışa oturdu. Gülerek, susarak, sesli düşünerek, seke seke yürüyorduk sanki hep birlikte. Kendi ekoloji sözlüklerimizi yazıyor, kavramların genel açıklamaları dışında bize ne anlam ifade ettiğini birbirimize açıyorduk; sihirli eğer’in, telaşsızlığın, merakın, kırılmanın ve nicesinin bizcesini açık ediyorduk. Görmeye verilen epistemolojik ayrıcalıkla biçimlenen gözmerkezli paradigma[9], yerküre ile ilişki kurma ve onu algılama biçimimizin sınırlarını çizerken; ses manzarası ya da işitsel peyzaj olarak da bilinen “soundscape”[10] ile algımızın sınırlarını ve biçimini yokluyorduk. Kendi işitsel peyzajımızı çıkarıyor, kaydettiğimiz birer dakikalık ekolojik ses kayıtlarında çalışan bir buzdolabından su altı dalış sesine, yılbaşı çamlarının istiflendiği ağaç mezarlığından yaşamda ilk 8 ayını dolduran bir bebeğin nefesine dünyamızı, kişisel evrenimizi dolduran sesleri anlamlandırmaya çalışıyorduk.
“Görme yalıtır, ses birleştirir; görme doğrultusaldır, ses tüm yönlere doğrudur (omnidirectional). Görme duyusu dışsallığı imler, ses ise bir içsellik deneyimi yaratır. Nesneye ben bakarım, ama ses bana gelir; göz uzanır, kulak karşılar. Binalar bakışımıza tepki vermezler, ama seslerimizi kulaklarımıza iade ederler. ‘Sesin merkezleyici eylemi insanın kozmos duygusunu etkiler,’ diye yazar Walter Ong. ‘Sözlü kültürler için kozmos, merkezinde insan olan bir süregiden olaydır. İnsan umbilicus mundi’dir, yani dünyanın göbek deliği.’ Çağdaş dünyadaki zihinsel merkez kaybının, en azından kısmen, işitilir dünyanın bütünlüğünün ortadan kalkmasına yüklenebilmesi düşündürücüdür[…]Görme yalnız gözlemcinin duyusudur, işitme ise bir bağ ve dayanışma duygusu yaratır[…]”[11]
“Soundscape” yani işitsel peyzaj olağan yaşayışımızı sekteye uğratmıştı; tüm yönlere doğru, içselliği dürten, birleştiren, bize doğru gelen, karşılayan, bağ kuran “ses” ile ilişkimizi dönüştürdüğü kadar dünyaya “yeni gözlerle bakma”ya değil onu yeniden duymaya gönüllü kılmıştı hepimizi. Oysa yalnız görme merkezliliğin değil yerleşik bir düşünüş, eyleyiş ve yaşayış biçimi olarak kendine merkezlenen/kendi üstüne kapanan insan merkezli “bakış”ın menzilinden de çıkamıyordu dünya. İnsan işi yapıların yıkıcı etkilerine, Antroposen’e insan olmayan varlıkları da yok saymadan bakmayı deneyen, katı disiplinlerarası sınırları aşan bir iş olan Feral Atlas’ı[12] (Yabanıl Atlas) keşfetmek ve üzerine tartışmaksa başka bir anlamlandırma biçimi ile tanıştırıyordu bizi. Saha raporları, makale, şiir, video sanatı ile farklı üretimlerle desteklenen bu dijital ilişkisel haritada sayfalar yavaş ama akışkan açılıyordu: önümüzden adeta sudaymış gibi yüzer-gezer biçimde görseller akıyor, birbirleri ile kesişiyor, bazen üst üste biniyor, sonra koparak ve yavaşça süzülerek birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Bir noktada yoğunluk, ardından bir süre boşluk… Bu yavaş yavaş süzülen çizimleri hızlandıramıyor olmaksa gerilim yaratıyordu, fark ediyorduk. Oysa sitenin kürasyonuyla ilgili gayet bilinçli bir karardı bu. Hızın ve hız baskısının içinde kaybolup gitmenize müsaade etmiyordu atlas, ilerlemenize izin verirken hiçbir şey olmamış gibi geri dönmeye olanak vermeyen yapısı/kurgusuyla, bir başka sorumluluğa ve tereddüte işaret ediyordu. İnsanın çağrışımlara/kavramlara/olgulara/metinlere ya da kişisel deneyimlere sekerek çoklu istikametlerde düşünmesine alan açan bir zemin kuruyor; bu zeminle lineer bakış ve dolaşıklık üzerine düşünmeye davet ediyordu.
Buluşmaların kendi eko-sistemi de böylelikle biçimleniyordu: Yazma-üretme pratiklerimizi ortaklaştırıp katılımcılarla birlikte yürüdüğümüz kapalı grup buluşmaları, açık sunumlar[13] vasıtasıyla birlikte düşünme zeminini açan geniş topluluk buluşmaları ve kişisel üretimlerimizi ayrıntılandırarak hangi formlarla ilerlediğimizi, yazmaya içkin kararlarımızı, tıkandığımız noktaları tespit edebilmemizi sağlayan, taslak metinlerimizi ilerlettiğimiz bire bir gerçekleşen mentörlük buluşmaları… Türkiye’den ve yurtdışından konuk araştırmacılar/sanatçılar ile tiyatrodaki yapısal güç ilişkilerine dekolonizasyon dramaturgileriyle bakmaktan ekolojik anı yazımına, queer performans ve tiyatroda güvende(-siz) hissetmekten dramatik bir dünya yaratmanın tekniklerini tartıştığımız yazarlık atölyelerine dek geniş bir zeminde sanki halka halka sorularla genişliyor, büyüyorduk. Bu büyümenin sanal[14] bir alanda gerçekleşiyor oluşu ve “konuşmacı/dinleyici/izleyici arasındaki simetrik olmayan iletişim riskleri ile sessizliğin bir tür ön kabul olarak görülebilmesi”[15] bu ikircikli alana içkindi elbette ve yer yer ayağımıza çelme takıyordu. Ancak programın yürütülmesi sürecinde itirazlara/reddiyelere açık bir alanın varlığını yalnız kitabi olarak değil eylemlilikle gösterme tercihini görebilmemiz oldukça anlamlıydı: Bu tercih “sanal”ın ikircikli niteliğinin göz ardı edilmediğini ve hesaba katıldığını gösteriyordu. Bu elbette yürütücüler kadar birbirinden farklı hikâyeleri anlatmak için bir araya gelen bizlerin de sesi, soluğu ile mümkün oldu. Gündelik hayatın hızı ve zorluğunun -oldukça anlaşılır biçimde- bir çoğumuz için devamlılığı kimi zaman mümkün kılamaması ve zaman içinde azalan bir toplamla devam etmek ise aslen her toplu eyleyişin doğasında var sanki; yine de zaman içerisinde bir çekirdeğin oluştuğunu görebilmenin ve inşa ettiğimiz bu tanıdıklık, yakınlık hissinin oldukça değerli olduğunu düşünüyorum.
Buluşmaların eko-sisteminden bahsederken atlanmaması gereken bir önemli nokta da bu bir araya gelişlerin somut sanatsal üretimleri zorunlu kılmaması ancak teşvik etmesiydi. Bu üretimler aynı zamanda sürecin kendi arşivini oluşturan belgeleyici bir nitelik de taşıyacaktı aslında. Yazma eylemi için içerik kadar tekniğin de hayati ve özgürleştirici olduğunu, teknikten/zanaatten vazgeçmeme gerekliliğini[16] hatırlatan bu buluşmalarda yazıyla kurduğumuz ilişkiyle bizleri esneten[17] bir pratiği de hayata geçiriyorduk. Taslaklar şekillenmeye başladıkça; ilk sorularına, kaygılarına, heyecanına tanık ve eşlikçi olduğumuz yeni metinlerle karşılaşmak farklı bir deneyim alanına dönüşüyordu. Nihai metin olarak karşımıza çıkması gerekmeyen, süreci belgeleyen, kimisinde bitişe değil eskizin bizatihi kendisinin önemine işaret eden farklı formda üretimler… Betona yazılmış şiirlerden oluşan bir performans da kitabın içinde bizleri hisli bir yürüyüşe davet eden bir harita da kıyı kumulları üzerine kurgusal bir diyalog da insan olan/olmayan karakterlerin -özellikle de plastik mavi bir leğenin- ana karakter olabildiği bir resimli masa oyunu da kendine yer bulabiliyordu bu yolculukta. Kaybın ardından yasın içinden/kıyısından konuşan performatif metinler de bir direniş olarak arkadaşlığı ya da baba ile oğul arasındaki gerilimli ilişkiyi merkeze alan tiyatro oyunlarından bölümler de küratörler ve sanatçılarla ekolojik dramaturgiler üzerine yapılmış röportajlar, şiirsel bir fal kaydı ve kabul görmenin kolay yolunu seçmeden cesaretle kendini ortaya koymanın öyküleri de yer alabiliyordu. Bu form ve tema çeşitliliği tam da ekolojik düşüncenin çekirdeğinden el alıyordu aslında: “Ekolojik olan”ın salt küresel ısınma, geri dönüşüm gibi konular etrafında dönmediğini, aşk/kayıp/umutsuzluk/şefkat ile ilişkilendiğini, benlik kadar toplumla, zevk kadar iğrenmeyle, ironi kadar acıyla düğümlendiğini, bilinçle ve farkındalıkla, en nihayetinde birlikte yaşamakla ilgili olduğunu tekniğin ve muhtevanın içinden hatırlatıyordu.[18] Daha iyi bir yaşam için örgütlenen açık uçlu bu buluşmalar, sanatsal üretim ve sorgulama vasıtasıyla ortak bir eyleme/irade alanı oluşturması bakımından da bir alanın nasıl siyasallaşabileceğine dair ilham verici bir örnek oluşturuyordu. Bizden başkalarına uzanan o “pek ender” karşılaşmalara has boşluğu tanımayı, mesafeyi ayarlamayı, yakınlığı ve kişiseli toplumsalla birlikte okumayı mümkün kılan, “kirpiliğimize kulak vermeyi”[19], “ben”e merkezlenmeden, dayatmadan, korkuyla dikenlerimizi çıkarmadan, “tortop” olup kapanmadan, bir başkasını/ötekini gerçekten görmeyi/anlamayı sağlayan yazının ferah soluğuyla… En çok da “ötekini yalnızca haz, yalnızca korku kaynağı olarak değil, aynı zamanda kendinden farklı biri olarak görmek, onunla dengeye ulaşmak”[20] için… Bir kirpiyle bir insanın, taşın, göğün, toprağın hikâyesinin özdeş olduğunu öğrenmek, içte duymak, yeryüzünün ortak/var oluşumuzun birbirini bütünleyen dilini konuşabilmek için…
Dipnotlar:
[1] Oruç Aruoba, Yürüme, (İstanbul: Metis Yayınları, Ağustos 2020), 35.
[2] Deniz Gündoğan İbrişim, “Makbul İnsan(lık) Tahayyülünün Ötesinde: İnsansonrası Feminist Eleştirilerde Faillik ve İhtimam”, Feminist Eleştiri: Arayışlar ve Müzakereler, Haz. Demet Gülçiçek, Emine Erdoğan, (İstanbul: Metis Yayınları, Kasım 2022), 239.
[3] Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, Çev. Başak Ertür, (İstanbul: Metis Yayınları, Ekim 2018), 37-38.
[4] Performans Ekolojileri: İyi Bir Yaşama Doğru Oyun Yazarlığı ve Eko-dramaturgi Programı, British Council Yaratıcı İş Birlikleri Hibe Programı’nın desteğiyle Mitos-Boyut tarafından düzenlendi. Projenin tasarımını, kürasyonunu ve moderasyonunu Eylem Ejder ve Erdem Avşar üstlenirken; iletişim ve görsel tasarım sürecinden Yaşam Özlem Gülseven sorumluydu. Programla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.mitosboyut.com.tr/blog/performans-ekolojileri-iyi-bir-yasama-dogru.
[5] Programın yürütücülerinden sevgili Erdem Avşar’ın dikkat çektiği bu soru, yöntemsel olarak da “ekolojik olan”a dair bakışımı boyutlandırdı.
[6] Anna Lowenhaupt Tsing, Dünyanın Sonundaki Mantar: Kapitalizmin Enkazlarında Yaşam İmkânı Üzerine, Çev. Erdem Gökyaran, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Kasım 2023), 47, 74.
[7]Tereddütün ekolojik düşünceye ne denli içkin olduğunu hatırlamak, yaşayışın girift niteliği karşısında kendimizi sık sık yoklamamızı sağlayacak bir güç olduğunu farketmemize de olanak verebilir. “Tereddüt başlı başına derin bir ekolojik eylemdir. Yapmamız gereken, yeniden düşünmek ve tereddüt etmektir. Gündelik yaşamdaki en sıradan eylem ve düşünüş biçimlerimize yönelik bir sorgulamadır bu. (“Plastik sandalye mi alacağım tahta mı? Çiftlik balığı mı, yaban balığı mı yoksa hiç balık yememek mi?”) Minicik bir kuşku ya da tereddüt değişim için bir yadırgama sağlar. Çünkü ekolojik eylemler, bize her zaman biraz yanıldığımızı hissettirir.” Eylem Ejder, “eko-lirik bir dolaşıklık denemesi: do,laş,mak”, Hevesle Beraberlik Arasında Bir Şey: Bir Kritik Kolektif Kitabı, Haz. Eylem Ejder, Handan Salta, (İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, Mart 2022), 109.
[8] Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, (İstanbul: Metis Yayınları, Nisan 2012), 57.
[9] Juhani Pallasmaa, Tenin Gözleri: Mimarlık ve Duyular, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, (İstanbul: YEM Yayın, Kasım 2016), 21.
[10] Bir akustik alan olarak ses manzarasını/işitsel peyzajı (soundscape) bir müzik kompozisyonu, radyo programı ya da bir akustik ortam olarak yorumlayabilir ve bir peyzajdan farkını ortaya koyabiliriz. Bir kamerayla, görsel bir panoramanın belirgin özelliklerini yakalamak mümkün olsa da mikrofon bu şekilde çalışmaz. Ayrıntıları verse de hava fotoğrafçılığına tekabül eden bir şey sunmaz. R. Murray Schaffer, Our Sonic Environment and The Soundscape: The Tuning of the World, (Rochester, Destiny Books, 1977), 7.
[11] Pallasmaa, Tenin Gözleri, 62, 63.
[12] Antropolog Anna Lowenhaupt Tsing, Jennifer Deger, Alder Keleman Saxena ile mimar Feifei Zhou küratörlüğündeki dijital ve interaktif bir site olan Feral Atlas’a (Yabanıl Atlas) ulaşmak için bkz. https://feralatlas.org/.
[13] Program kapsamında gerçekleştirilen 10 açık sunumda Deniz Başar “Dekolonizasyon Dramaturjileri: Tiyatroda Yapısal Güç İlişkilerine Yeniden Bakmak”, Eylem Ejder “geri dönüş(üm) kelimeleri, ekolojik düşünüş olarak tiyatro”, Onur Karaoğlu “Dramatik Bir Olay Olarak Kriz”, Erdem Avşar “Dramatik Bir Dünya Yaratmanın Teknikleri”, Clio Unger “Sanatı Tüketmek/Bilgiyi Tüketmek?”, Dilşad Aladağ “Kumullar Üzerine Kurmaca Bir Diyalog”, Sarah Thomas “Kuzgunla Dünyalar Kurmak: ‘Ekolojik’ Anı Yazımı”, Isla Cowan “Ekodramaturjinin Teorisi ve Pratiği”, Nejbir Erkol/Eylem Ejder “Bir Sonsuzu Düşlemek”, Steve Greer ise “Tiyatroda Güvende(-siz) hissetmek: queer performans üzerine ulusötesi bir konuşma” başlıklı konuşmalarını gerçekleştirdi.
[14] Program kapsamındaki buluşmalar Türkiye’nin farklı bölgelerinden ve yurtdışından katılımcıları/konuşmacıları sürece dâhil edebilmek ve kapsayıcılık adına Zoom üzerinden gerçekleştirildi.
[15 ]Katıldığım bu önemli vurgu sevgili Delal Şeker’e ait.
[16] Bu vurgu sevgili Erdem Avşar’a ait.
[17] Bu vurgu sevgili Eylem Ejder’e ait.
[18] Timothy Morton, The Ecological Thought, (Cambridge MA: Harvard University Press, 2010), 2.
[19] Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, (İstanbul: Metis Yayınları, Nisan 2012), 69.
[20] Nurdan Gürbilek, “Yazı ve Arınma”, Bilge Karasu Aramızda, Haz. Füsun Akatlı, Müge Gürsoy Sökmen, (İstanbul: Metis Yayınları, Ocak 2019), 214-215.
TEB Oyun Dergisi‘nin Buluşmalar sayısına ulaşmak için: TEB Oyun / Buluşmalar