Seyrin Karanlığı

Dilin kökünden damağın bileşimine, bütün gücüyle bastırdığında; yavaşça ağzın içinde bir tur döngüsünü tamamladığında hiçbir şey anlaşılamaması — ne tuhaftır ki — konuşulan dil esasını bundan alır.

Ağzım, dilim ve tükürüklerimle yaptığım şey inkâr edilemez bir insani paydaşlık içerirken; aynı zamanda hiçbir şey anlatmayan bir tabelaya benzer. Performans sanatının, ilk bakışta anlaşılmayan bir tabelaya benzemekle ilgili takıntısı nereden geliyor?

Bunu anlamak için onu alışık olduğu konfor alanından çıkarmamız gerekiyor: Sahne ışığının altından. Belki bu meseleyi konuşmak için biraz karanlığa ihtiyacımız vardır.

Hiçbir şey görünmüyor. Böylesi daha güzel.

Bir saniyeliğine tökezleyip sağ ayağımdaki ayakkabının içine kaçmış küçük ve sivri bir kum tanesini fark ediyorum. Sağ bacağımı kendime duvardan destek alarak çekerken önümden kayıp giden bir plankton görüyorum.

Yanıp sönen ışıklarıyla ayağımı bastığım yeri görmeme yardımcı olacağı için planktonu takip ediyorum.

Işığı kendinden menkul planktonlar, derisinin üzerinde kendi sahnesini taşır. Sahnenin ışığının yarattığı etkiyi anlamak için ikâme edilebilecek belki en iyi şey. Sahnenin ışıltılı gürültüsü planktonların doğal olarak ürettiği bir göz yanılgısı.

Bir aktör sizin yerinizde olmayı ne kadar isterdi bilemezsiniz.

Ya da ister miydi? Emin olamıyorum. Süreğen bir parlaklık, sahnede bir anda üzerine boca edilen ışıkların yerini tutmayabilirdi. Işık alışkanlık yapabilir, belirli bir süre için üzerine tutulmuş bir ışık kadar dostane olmazdı. Mütemadiyen parlamanın bir bedeli olurdu. Bunu anlamak için sahneye çıkıp, aktöre lafının orta yerinde bu soruyu sormak da çok kaba olurdu. Aktör spot ışıklarının altında ona sıradan biri gibi davranılmasını kaldıramaz, rolden çıkabilir ve daha kötüsü bir daha hiç roleNgiremeyebilirdi. Belki de o zaman izlemeye değer bir şey çıkardı ortaya?

Aktörlüğün seyre değer olduğu anlar haricinde elbette.

Ve nihayet karanlığın içinden ışıkların içine atlayıp bu soruyu ona yöneltiyorum. Böyle bir kesintiye maruz kalmış aktör, bütün gücüyle sahnenin üzerindeki gerçekliğin içinde kalmaya çalışırken bir anda bedeninin işaret edilmiş olması neticesinde sahneyi terk ediyor. Nereye gidiyorsun?

Dijital kolaj, görseldeki beden Still İstanbul isimli kısa dans belgeselden alınmıştır. Yönetmen: Beyza Aksoy
Işığın Altında Bakılması Zorunlu Olan – Aktör

“Oyuncunun güzelliği, eğitme, açıklığa kavuşturma ya da yüceltme dürtüleriyle bulanmaz — mesaj yoktur, mesaj belirsizlik tarafından ortadan kaldırılmıştır. ‘Erişilebilirliğe’ takıntılı bir çağda, sanatçının ve oyuncunun işleyebileceği daha yüce bir suç olabilir mi?” Arguments for a Theatre, Howard Baker

Aktör hınçla kulise girdi. Kuliste özensizce yerleştirilmiş ışıklardan rahatsız olduğunu fark etti. İçinden geçen düşünceleri duymasına engel oluyorlar.

Işığın dikkat dağıtan bir yanı var. Ağzından çıkan seslerin her birine dikkat kesilmelisin yoksa parıldaman için havada asılı duran ışık ayaklarına dolanabilir. Işıkların arasında gezinirken aktör ufak bir hatadan bile kaçınmak istiyor. Hata yapmamakla bitmiyor tabii mesele, söylediklerine inanmak istiyor, laflarının arkasında durabilmek.

Sahneden inişi kafasında tekrar tekrar oynamaya başladığında her seferinde başka bir bakış açısı dolayımıyla aynı sahneyi istemsizce izlemeye başlar aktör. Bir şeyi zorunlu olarak izlemek demek, onu izlemiş olmayı seçtiğimiz bir durumda da gerçekleşebilir mi? Mesela o gün oraya gelen bir seyirci, bugün bir tiyatro oyunu izlemeye karar vermiş, veya; bir arkadaşının tavsiyesi üzerine o gün o performansı seyretmeye geldiğinde ne kadarını izlemeye değer bulup, ne kadarını seyretmek yerine kapkaranlık bir odada tek başına oturmayı tercih ederdi?  

Aktör bu soruya samimi bir cevap verebilmek için kulisin tüm ışıklarını kapatır. Ne de olsa artık bir odada olacakların bütün akıbeti onun iki dudağın arasından çıkacak pürüzsüz bir cümleye bağlı değildir. Artık onu izleyen birileri yoktur.

Kendini izleyen birileri olmadığı için ne bütün ışıklar onun üzerine doğrultulmuştur artık, ne de ağzının içinde geveleyip yutkunduğu tükürükler birkaç spot ışığının aydınlatması gereken bir söylev. Karanlıkta konuşurken insanın istemsizce sesini kıstığını fark eder aktör; bir aktörün aksine, bağıra çağıra anlatacağı şeyleri merak eden bir ışık yoktur artık çevrede. Seyrin sessizliği, izlediği şeye yüklediği derin kırılganlık, hayatta gördüğü ve duyduğu şeylerin hiçbirinin açıklanmadığı kadar itinalı izahına rağmen bunca yabancılaşma ve yalnızlaşma niyeydi? Aktörü, ağız boşluğundan çıkan tükürüklerle , bilinçli nefes alışverişi, her bir parmağının arası özenle yarım santim boyunca açılmış duruşu mu, seyri sessizce beklemeye iten?

Seyir karanlıkta mı başlar?

Aktör bunları sessizce düşünedursun, seyirciler huysuzlanmaya başladı bile. Herkes saatlerine bakmaya başladı. NE ZAMAN BAŞLAYACAK BU OYUN… PERFORMANS… YA DA HER NEYSE?

Bir anons: ‘birAZDAN az bir süre içinde BAŞLIYORUZ!’

Rugan topukları ıslak yüzeye vurdukça şapur şupur ses gelen genç bir plankton sahnede yürümeye başladı. O kadar yavaş yürüyor ki daha bu oyun başlamadan tansiyonum düşmek üzere. Artık ışıklar bizi aydınlatmıyor, tamamen karanlığın içerisinde bakılacak tek şey genç planktonun organik bir kimyasal etkileşimle ürettiği dimetil sülfat. Yani kendinden menkul ışık. Gayri ihtiyari şekilde seyrediyorum ışığı. Belki de doğal olarak izleme gereksinimi barındıran şey kurtarır seyri karanlıktan.

Birinci plankton ışık saçmakla kalmıyor sadece, bir de solungaçlarının altında (muhtemelen) görünmeyen bir boşluğu ağız boşluğu kabul edip, olmayan dişlerinin arasından ayakları yere basan cümleler kurmaya başlıyor:

P: Bu karanlık, ıslak ve dalga sesleriyle dolu gölün ortasında dimetil sülfat üreterek bulutların devamlılığını sağlıyorsun. Ama seni asıl sen yapan özelliğin, diğer her yer karardığında açığa çıkıyor… Rahatsızlık duyduğunda cevap olarak ışık saçıyorsun! İşte bir aktörün tepesinde yakılan ışık da aynı böyle. Evrenin tepesinde daimi bir salınımla bir görünüp bir kaybolan ışık kaynağının temsilinin bir süreliğine ödünç alınmasıyla eşdeğer… sessizlik

p2: Aktör mü?

Genç plankton 2, kendisine aktör denmesinden belli ki hoşlanmıyor. Halbuki birinci planktonun işaret etmeye çalıştığı başka bir şey var.

Işığı kendinden menkul planktonların çevreye yaydığı ışık, her bir karesi aydınlatılmış bu tartışmanın gölgesinde kalacak gibi duruyor. Sahnede görünür olmayan hiçbir şey yoktur. Sahne, kendini onu izleyenlerin üzerinden aldığı ışıkla aydınlatır.

P: Kaynağı anlaşılamayan bir ışık kümesi, hiçliğin ortasında kendilerine uygun bomboş bir arsayı edindiğinde çalışırken bu arsanın onların yaşamlarının geri kalanı için mi, yoksa öldükleri zaman için mi orada olduğu bayağı tartışmalı bir konudur. Çünkü hiçlik, yaşamın en dibine yerleştirilmiş atom çekirdeği, özütü iken yaşamla tamamen zıt anlama gelen yegâne şeydir. Hâl böyleyken, bu hiçliğin tam orta yerine yaşamı anlatmak üzere bırakılmış aynı boylarda fötr şapkalı iki kişiyi, ne anlattıklarından çok nasıl anlatacakları üzerine düşündürmelidir. Yaşam herkesin deneyimde ortaklaştığı bir şeyken, yaşamı hiçe yakınlaştıran; kartondan oyulmuş bir ağacın temsili bir biçimde yaşamı anlatabilmesidir.

VLADIMIR:

Ağlıyoruz

ESTRAGON:

Ne yapmalı?

VLADIMIR:

Ağlamaya devam etmeli.

Godot’yu Beklerken, Beckett

Bravo plankton. İnsana insanı insanca anlatamadığımız şu günlerde belki de ihtiyacımız olan bir planktondu.

Şimdi bu, yolu belli belirsiz uzanan karanlık okyanusun odalarında bir görünüp bir kaybolan planktonlara, onları ürkütmeden bir göz atalım. Ne de olsa bir seyirci seyirciliğini bilmeli, sahnenin gerçek sahibini ürkütecek davranışlardan kaçınmalıdır.

Nicholas Dallwitz, Solar Video, AI Artwork

 Karanlığın İçinde Görünmez Olan- Seyirci

Gözlerimle hatırladığımı yutağımdan ağız boşluğuma dolduruyorum. Nefes almak karanlıkta biraz daha önemsizleşiyor. Sahnedeki Sirakuza Prensi’ne doğru yöneliyor bedenim, sanki alacaklı gibi, bir şey isteyecek ondan. Bu bariz yönelmenin içinde gizli kalan bir şey var. Siraküza Prensi’ne açıkça yönelen bu bedensel istek, karanlığın içinde ona yetişemeden, ufalana ufalana milyonlarca zerreciğe ayrılıyor. Başına olmadık şeyler gelen, ham bir komik malzemesi olan Sirakuza Prensi acaba gerçek hayatta yaşamış mıydı? Yoksa kendisi de bir şakadan mı ibaretti diye düşünüyorum… Düşünüyorum… Düşünüyorum… Sirakuza Prensi o kadar gürültülü, o kadar ışıl ışıl parlıyor ki sahnenin tepesinde, onun hakkında oluşabilecek samimi bir düşünceyi savururcasına kendi hikâyesini anlatıyor ağız boşluğunda dolup taşan tükürüklere aldırış etmeden.

En az iki basamak mesafesinde, aşağıdan onları izlerken büyüleniyorum.

Siracusa Prensi:

Belki de bizler birbirimizin yanlış versiyonlarıyız.

Senin kim olduğunu bilmiyorum ama sinirim sana denk düşüyor.

Gölgeli Dromio:

O zaman bağışlayın efendim, belki de ben sizin eski halinizim…

Yanlışlıklar Komedyası, Shakespeare

HİÇBİR ŞEY ANLATMADIĞINDA BİR KAVGA, sahnenin üstü saf bir gürültüden ibaret olduğunda, iki el oyması karton tepeden birbirini işaret eden bu planktonların bir dili olduğunu bilsem içim rahatlar mıydı? Onların dillerini görsem, tükürüklerinin içinde bir tam tur döndükçe dilleri, çıkan ıslak sesi duysam, neyi paylaşamadıklarını anlayabilir miydim gerçekten?

Sirakuza Prensi, bütün hayatı bir yanlışlıktan ve bir komediden ibaret olan bu prens– belki de gerçekten bir prens bile değil.– bütün sinirini benden çıkarıyorsa, o zaman bu kadar karanlıkta kalmamın bir anlamı var mı?

Yanımdakini dirseğimle dürtükleyip, çenemi kapayarak, tükürüklerim zarifçe dudaklarımın üzerinde küçük adacıklar hâlinde birikirken mırıldanıyorum, “büyülendim…” Sağ gözünü dudaklarımda yüzen sulu adacıklara, sol gözünü sahnede suların üzerine topuklu ayakkabılarıyla vuran planktonlara çeviren yuvarlak gövdeli kısa bacaklı kadın, “niye ki?” diyor; “bence vasat”.. Vasatın da bunca ışığın altına tutulunca şekli şemali, parlaklığı çıkıyor ortaya. Sahne, tüm gürültüsüyle sesleri susturuyor, her yeri karanlıkta bırakırcasına ışıkları kendi üzerine doğrultuyor. Bu yüzden, çoğunlukla vasat, “kitsch”, saçma olmaya da mahkûm oluyor. Bu cesareti sahiplenebilmenin kendisi de ışıltılı zaten. Artık hiçbir şey söylemek zorunda olmamak, bakışlarımla veya duruşumla hiçbir şey anlatmaya mecbur olmamak, karanlıkta kocaman hareketlerini izlemek bir yabancının, büyüleyici. Büyülenmeyip de ne yapayım? Kapkaranlık bir odada, izini süremediğim, varlığından haberdar bile olamadığım düşüncelerimin vekili karşımda, bu ışığın içinde ortaya atılacak her şey parlamaya mahkûmdur, ama mesele onların ne kadar parlamaya değer olduğudur. Işığın kudretinin arkasına mı saklanıyor prens? Göreceğiz. Sonuçta yeterince ışık verildiğinde hiçbir şey dikkatlerden kaçamaz.


Özlem Dede

Sahne sanatları alanında yönetmenlik, yazarlık ve performans sanatçılığı yapmaktadır. Lisans eğitimini Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü’nde tamamladıktan sonra aynı üniversiteden bir grup sanatçıyla beraber Z’artaud isimli bağımsız performatif araştırma topluluğunu kurmuştur. Hücre Kasabası isimli fiziksel tiyatro oyununun yazar, yönetmen ve performansçılığını, (2023- devam ediyor) Yeni Bi Seçenek Yok Dimi isimli deneysel performansın yönetmenliğini yaptı (2022- devam ediyor). Deneysel sahne ve anlatı inşasını benimseyen projeler geliştirmeye devam ediyor. Fiziksel Tiyatro, Dans Tiyatrosu alanlarında üretimlerine Geleneksel Doğu Tiyatrosu ekolleri’nin yeniden yorumlayarak ürettiği sahne ve yazın projelerinde Beckett, Artaud, Meyerhold gibi isimlerden ilham almaktadır.


TEB Oyun Dergisi‘nin 51. sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

Yazar Hakkında / Nezaket Özlem Dede

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin