Başka Türlü Nasıl Güzelleşir Bu Akşamüstleri? – TEB Oyun Buluşmaları
“Başka Türlü Nasıl Güzelleşir Bu Akşamüstleri” –TEB Oyun Buluşmaları
“Buluşmalar” konulu bir sayı hazırlarken TEB Oyun’un ilk kez düzenlediği açık hava buluşmasına bir yer açmamak olmazdı. Bu bölüm sayı içinde bir forum gibi düşünülebilir. 2 Eylül 2023 akşamüstü İBB Atatürk Kitaplığı evsahipliğiyle kitaplığın bahçesinde düzenlediğimiz etkinliğin “açık mikrofon” bölümünde katılımcılar tarafından okunan metinlere, şiirlere burada yer vermek istedik. Keyifli okumalar dileriz.
Başka Türlü
Yaşam Özlem Gülseven
Bu sayı hem etrafına her şeyi ördüğümüz “nasıl” sorusuyla hem de çalışma biçiminin kendisiyle bizim için özel bir sayı. Onu özel yapan belki “başka türlü” olması. Yaptıklarımızın dışında, yaptıklarımızdan başka, belki de yaparken artık yetmeyenleri, başka bir yolu ve o yola dair çabayı çağrıştırdığı için özel.
Depremde Mersin’deydim ve depremden hemen sonra depremi yaşayanlar, tüm felaketin tam kalbinde bulunanlar, sallanan ama yıkılmayan şehirlerde olanlar ve tüm bunları televizyondaki enkaz görüntülerinden öğrenenler arasında koca bir boşluk açıldığını hissettim. Acının, suçluluğun, dayanışma ihtiyacının, kaybın, sevincin bambaşka halleri. İstanbul’a döndüğümde tüm bunlarla nasıl devam edeceğimizi bilmiyordum. Özellikle aramızda açılan bu mesafeyle. Eylem’in özel sayı önerisi tam bu süreçte geldi. “Nasıl” kavramı etrafında düşünmek, bu soruyu “gerçekten” sormak, yaşananlara tek bir taraftan, bildiğimiz ve daha kolay soruların olduğu taraftan bakmak yerine çok acil başka bir meseleyi öne çıkarıyordu. Acil ve çok temel bir mesele. “Nasıl devam edeceğiz? Nasıl yan yana geleceğiz? Nasıl kucaklaşacağız?” Mesafeleri nasıl kapatacağız?
“Nasıl” sorusu sayıyı çalışmaya başladığımız ilk andan itibaren benim için “bakım” kelimesine dolaştı. “Bakım”. Birine bakmak. Kelimenin eş sesliliğinde bir güzellik olduğunu hissettim. Birine bakmanın, birine bakışını yöneltmekle ilgili olması başka bir cümlenin tüm bu süreçte bana eşlik etmesini sağladı. “Birine baktığında onun bakımının da sorumluluğunu üstlenirsin.” Hatay’a baktık. Artık o şehrin bakımı da bizimle ilgili. Biz birbirimizle ilgiliyiz.
Açık çağrıya cevaben gelen yazılara dönüş yaparken yazarlarla kolektif bir süreç yürütmeyi önerdik. Bu konuda çok şanslıyız, tüm yazarlar bu sürece gönüllü olarak katıldı ve yazıların tamamına birlikte “bakarken” kişisel olarak nasıl devam edeceğimizin cevabının benim için giderek belirginleştiğini hissettim. Birbirimizin, hayal ettiğimiz şeylerin, verdiğimiz emeğin, sesimizin sorumluluğunu alarak. Yaşamın da sanatın da tiyatronun da bu yan yanalığın varlığıyla daha ilginç, daha özel olacağını bilerek. Bu yüzden bu sayıya katkı sunan herkese tekrar çok teşekkür ederim.
Hep veya hiç demeden dengesiz bir açıklığın çınar ağacındayız.
Rıza Efe Reis
M ile bir topun peşinden koşuyoruz. Sonra kırmızı yanıyor, annesi cama çıkıyor. Hayat durduğunda çıkar ya karşına. Her şey, her duraksamada biraz daha birikmiş bir şey. Tenefüste top oynayıp terlemeyen, sonra derse girdiğinde terlemeye başlayan çocukları düşün. M gibi. M bizim eve bisikletle geliyor, ağaçların arasından sakin ve serin. Seneler sonra bir sandalye çekip yanıma oturuyor. Sonra terlemeye başlıyor. Sonra yangın, orman ve sıcak.
Yaş aldıkça bir şeylerin “çok kötü” olmasından korkmayı bırakıyorsun. Gariptir bunun sebebi yaş aldıkça ne istediğini daha iyi çıkarabilmek. İhtimaller daraldıkça korkular da daralıyor. Korku. Hangi bahisler artıyordu?
Mesela şu an M’ile bir gün geçirmekten asla ve katiyen korkmam derken… anksiyete yükseliyor, ama bu ruhun bir alışkanlığı, bedenle ne kadar iyi anlaştıklarının bir işareti, birikmişlerini sayıyor. M ile senelerdir görüşmedik. Mesela M’ile bir plan yaptığında ve bütün beklentilerime rağmen korkunç bir güne sebep olacaksa bile ve beraber bir yerde belirsiz kalmışsak veya sahnenin hissi buysa, ve kapıya bir itfaiye arabası yanaşacaksa, araçtan inen itfaiyeci duman arayan gözlerle yukarı pencereme bakarsa, hayır M çoktan çıktı, oynadığımız ateş de değildi zaten, yangın da söndü çoktan.
M çok güzel, ama M çok korkunç, ama M’den korkmuyorum. Neden? Sebebi büyüdüğümden ve artık kendi ayakları üstünde duran bir yetişkin olduğumdan değil, ayaklarım hala geri geri gidiyor, sebebi güçlendiğimden değil, sebebi kötü geçerse bırakırım, ne olursa olsun akşam eve dönerim, bende tamam diyecek cesaret artık var gibi şeyler de değil. Sebebi büyümek değil, büyüyüp adam olmak değil, karar verebilen bir birey olmak değil, tamam belki biraz bu, ama aslında bu da değil.
M ile bir gün. M bizim balkonun altında bir yer bulmuş, cama taş atıp oraya saklanıyor. Balkona çıkıyorum, meğerse bu seneler önceymiş. Şimdi hep veya hiç demeden dengesiz bir açıklığın çınar ağacındayız. Bir taş var. Bu taşın altına koyacaksam elimi: heybelide, limanın biraz ilerisinde, bekçilerden gizlice, yalnız, yanmış, kararmış bir taşa yürüyoruz. Hala sıcakmış ama yakamazmış elini altına sürünce isten kararıp parmak ucunu gelip burnuma sürüyor “panda, panda, panda.”
O zaman M’in bana geldiği gibi ben de M’e gidebilirim. Daha doğrusu ters yönde dimdik üstüne sürüyorum. Artık ne değişti? Birlikte büyümenin yaşlanmaktan farkını araştırıyormuşuz. Bana mesaj atıyor “yaşlandım, kaçtım, durdum ve yaş aldım.” Ben cevap veriyorum “Yaşımız kaçtı?“ Önce M açılıyor “koştum, durdum, yine de kaldım ve tam tarttım.”
Ve tam yırttım derken tekrar koşuya katıldım. Bu yüzden seninle plan yapmaya okeyim, seni artık tanımasam da uzaktan çıkarıyorum ve günümüz planlandığı gibi açılmasa da ve bende bu planı bırakacak cesaret yoksa da ve bu yükün altına girip çıkamasam da istediğim şeyin ancak bu taşlardan birinin altında olduğunu çıkaracak… “panda, panda, panda.” Kırmızı yanmıştı, M’in annesi camda, çocuklar geçebilirsiniz diyor. Hem artık kocaman çocuklarız hem de çınar çoktan yeşil.
Zalim iyimserlik hakkında bir cold song
Okuyan: Ceren Kaçar
Şiir: Rıza Efe Reis
Belki de farklı zamanlardı,
Her şeyin bu kadar zor olmadığı
Aslında daha az fırsatın olduğu zamanlardı
Belki de pastanın bu kadar bölünmediği
Her zaman deneyebiliriz
Çabalayabiliriz
Kendimizden af dileyebiliriz
Düşebiliriz
Hiçbir sakıncası yok
Çünkü yuvarlanabiliriz
Bize her şey doğru göründü
Düzeltebiliriz
Bize her şey yanlış göründü
Düzeltebiliriz
Bize her şeyin bir yolu var dendi
Bize geniş ve çok amaçlı yollar vaat edildi
İyimseriz
İlerleyebiliriz
Azimliyiz
Belirsiziz
Hayallerimizi gerçekleştirebiliriz.
Bir çıkmazda bekleyebiliriz
Dişlerin istemsizce kenetlenmesi
Bir ümide tutunup uygun adım atabiliriz
Uyuşma ve karıncalanmalar
Ölemeyecek kadar canlı ve yaşayamayacak kadar ölüyüz.
Ama mutlu tuzaklar kurup içlerine düşebiliriz.
Başkaları bizi sömüreceğine biz kendi kendimizi sömürebiliriz.
Açık havaya ihtiyaç duyma
Bir şeyleri kıl payı kaçırabiliriz.
Göz bebeklerinin büyümesi,
Bir kıl payına kaç yaşam sığabilir?
Boğazın düğümlenmesi
Hayatı, rahat bir hayatta kalmaya, feda edebiliriz.
Her türlü acıyı yok sayarsak şeyleşir miyiz?
Düş kırıklığıyla, üzüntüyle
Sevgiyi ve özlemi, hiçlik ve dışarıda kalma korkusuna harcarken
Yaşama şansına yalnızca 1 kez sahip olduğumuzu
Nasıl hatırlayacağız?
Peşinden koşarak
Kas gerilmesi
Ya da ardından izleyerek
Ürperme
Tuzağın seni bekliyor
Kan basıncının ve kalp atışının hızlanması
Kazan ısınıyor
Ani terleme
Çölde seraplar olur
Kendini ortaya koyarak
İhtiyacının farkına vararak
Arzunu körükleyerek
Denetimi yitirmeyerek
Anı kabullenerek
Zamanı yırtarak
Kumlarını dökerek
Hayallerini aşındırarak
Hüsranı hevesle yenerek
Uyku bozukluğu
Düşünceni zapt edip ve zımparalayarak
Ölüm korkusu
Ve Şimdi benimle tekrarla
“Engelim yok, ama zaman dar farkındayım”
“Haznem boş, ama yükü ağır farkındayım”
“Gelecek ölü doğmuş, bunların farkındayım”
Son çıkış için hedefi gör
Yaya yerleş
Geril
Doğru çıkış olduğuna nasıl emin olabiliriz?
İyice geril
Yanlış çıkıştasın
Geril
Geril
(Sadece hayalimdeki kendimle tanışmak istiyorum. Çağatay Bey bir orta açsa!)
Geril
Nefesini tut
Risk alıyoruz
Sabiiit
ISKALA!
Çağrı Bak öğrencinin yanında da böyle şeyler diyorsun çocuk bizi sahtekâr sanacak.
ZİRVE
Ahmed Cihad Sivri
3.49
Ders 10’da
Şimdi yatsam 5 saat uyurum
Okul 10 dakika mesafede her türlü yetişirim
Çatıdan su damlar yağmur yağarsa
Yatağı biraz yukarı çekeyim de ayağıma damlasın bari
Alarm kurmakla kurmamak arasında gidip gelinen o an
Harbiden çalar saatin icadından önce nasıl uyanıyordu insanlar?
Herkesi uyandıran ses aynı olabilir mi?
Iphone sağolsun olabilir galiba
Kaç kere başkasının alarmına uyandım acaba
Alarm sesi önemli
“Radar” Fazla gergin.
“Çanlar” Fazla dini çağrışım.
“Dalgacıklar” Bi rahatsız oldum nedense.
“Kozmik” Ben buna fazla takılır uyanamam.
“Zirve”
İddialı.
Sevdim.
Olur.
4.37
Oha! 1 saattir sesleri mi dinliyorum ben?
Sabah nasıl kalkıcam abi?!
Harbiden insanlar nasıl uyanıyorlar?
Nasıl uyuyorlar bi kere?
Uyku nasıl çalışıyor mesela?
İşte uykunun aşamalarıdır REM’dir filan
5.45
Ya ama yuh artık
Bence saat bozuk
Dijital bi de bunlar yanılmıyolar ya, bozukluk bende
Ben nasıl uyanıcam?
Karınca mı o?
Yatakta yemek yemek iyi fikir değil tabi
Onların da rızkı canım yesinler azıcık
Hem karıncalar 5. Kata nasıl çıkıyor?
Ben yoruluyorum merdivenlerde
Bu bel ağrısı nasıl geçecek?
Yaş 25, yoksa artık yolun yarısı mı? He he he
Cahit Sıtkı abim kırılmayacaksan 10 sene geri alıyorum ben bunu
Bi kere ben o espriyi orda yapmıcaktım hoca çok alındı
Durduk yere F vermez inşallah
Grup çalışması ne ya?!
Tamam oyun yapıyoruz beraber puan alalım da ben her provaya geldim
Niye düşük not alıyorum?!
8.12
Kahve içsem kesin kendime gelirim ama kahveyi hiç sevmiyorum
Seviyorum yerine hoşlanıyorum mu deseydim seviyorum çok baskıcı mı oldu
Soğuk duş kalp ritmini yavaşlatıp kan dolaşımını kolaylaştırıyormuş
Ama kışın ortasında soğuk duş ne ya!!!
Ders 10’da
Şimdi yatsam 1 saat uyurum
Okul 10 dakika mesafede her türlü yetişirim
Provayı nasıl yapıcam bu halde?
“Zirve”
İddialı.
Sevdim.
Olur.
Esmeye Başlayınca Üşüdüm / 02.09.2023 Günlük
Yüsra Yüce
14.00 gibi meydandaydım. Hiç sevmediğim, cebime biraz para girsin diye yaptığım iş için, cebime biraz para girsin diye gittiğim çok kötü bir iş görüşmesinden iki saat önce çıkmış, ekiple buluşacağım saati beklemek için bir kahve dükkânında oturup uzun uzun ağlamıştım. Kendimden uzaklaştığım, yaptığım işten uzaklaştığım, sürekli olarak sömürüldüğüm, bunun karşılığında hiçbir şey kazanmadığım bir dönem. Kostüm için, ışık için, dekor için para bulamadığım günler. Provalarda yediğimiz yemeklerin hesabını yapmak. Çok sevdiğin o işin, bir salon dolu oynasan da bırak kiranı ödemeyi, o akşam yiyip içtiğini bile karşılamaması. Umutsuzluk. Beklentiler. Gerçekler. Hissetmeyi bir kenara bırakarak sadece hayatta kalmaya odaklandığım aylar. Vücuduma değen rüzgârı en son ne zaman hissettiğimi hatırlamıyorum.
Bir süredir kendimi hayatta başarısız olmuş gibi hissediyorum. Yeni öğrendiğim bir his bu. Okuduğum kitaplar, öğrendiğim diller, meraklarım, heveslerim, arzularım, kalemim… Yedi yüz kelimesine üç kuruş verdikleri kalemim. Para eden bir meziyetim yok. İstanbul’da tuvaletsiz odaların kirası on bin lira. Dekor çok pahalı. Yemek çok pahalı. Sahne kiraları çok pahalı. Herkes umutsuz. Su bile çok pahalı. Herkes gergin. Herkes mutsuz. Ben de mutsuzum. Ben de umutsuzum. Yazdıklarımı bitiremiyorum. Kelimelerimin yerleri karışıyor. Beynimin iki yanı birbirine giriyor sanki. Artık kalemim de yok.
14.00 gibi meydandaydım. Benim için etkinlik, saati gelmeden başladı. Önce ekipten arkadaşlarımla paylaştım durumu. Benzer şeyleri onlar da yaşıyorlardı. Etkinlik için çok heyecanlıydık. Basılmış eski dergiler serildi, yaptırdığımız kartpostallar Atatürk Kitaplığı’nı renklendirdi. Şimdi biraz daha iyiyim. İnsanlar geliyor. Tanıdık yüzler. Tanımadık gözler. Herkes biraz heyecanlı. Etkinlik nasıl olacak acaba? Neye dönüşecek? Kimse henüz bilmiyor.
Eylem güzel bir özet ve başlangıç konuşması yapıyor. Ardından mikrofonu Yaşam devralıyor. İkinci cümlesi gibi gözlerim doluyor. İnsan kendini en çok acı çekerken özel sanıyor bence. Sadece kendisi yaşıyor bunları, ona özel sanıyor. Özel ve yapayalnız. Yaşam’ın konuşmasında durumun böyle olmadığını anlamaya başlıyorum. Ekonomik kriz, deprem, seçim ve tüm bunların arasında devlet ve toplum nezdinde ‘değer’ kaybeden tiyatro. Kırmızı sandalyeler var bahçede. Tam elli tane. Arkada da masalar var. Orada neredeyse yetmiş kişiyiz. Neredeyse yetmiş kişinin birden Yaşam’ın ikinci cümlesinde gözleri doluyor. Aramızda görünmez bir ip var gibi hissediyorum. Birbirimize bağlıyor.
Esra Dicle mikrofonu devralarak deprem özel sayısına genel bir bakış sunuyor. Esra Dicle’nin konuşması, tiyatronun ‘’Nasıl?’’ını eşelerken hem gerçekleri yüzümüze vuruyor hem de umut vadediyor. Ardından Sevinç Çalhanoğlu’nun şiirlerinde kayboluyorum. Etkinliğin kalbindeyse, benim bugün oturup bu yazıyı bitirmemi, uzun süre sonra herhangi bir şeyi bitirmemi sağlayan açık mikrofon var. Eylem bugünün nasıl’ını düşünürken bize ilham veren şeyleri sorarak tüm katılımcıları mikrofonu almaya davet ediyor. Sessizlik. Kimseden çıt çıkmıyor. Aslı (Kaplan) kalkıyor sonunda ayağa. Sayı için yazdığı “Hafifliği Ölüm Kanatlarının” metnini okuyor. Yazma sürecinden bahsediyor. İsmene’nin sözcüklerinde kayboluyoruz. Aslı konuşurken ağaçlar bile ses çıkarmıyor. Ardından Sinem Çakal sayı için yazdığı performans metninden bir parça okuyor. Sırayla bir sürü katılımcı çıkarak kendi yazdıklarını ya da bu süreçte onlara güç veren alıntıları okuyor. Maalesef isimleri değil, okudukları cümlelerin ağırlığını hatırlıyorum. Ağırlığını ve bana verdiği umudu. Ağırlığını ve beni etkinlik sonrası bir gece yarısı kalemimi alıp yazmaya sevk edişlerini.
Dilşad Aladağ’ın TAKLAK performansıyla bitiriyoruz etkinliği. TAKLAK, gittiği hiçbir yere tam anlamıyla ait olamayanların hikâyesi. Aynı zamanda gittiği hiçbir yere tam olarak ait olmayan bir performans. Evini hiç ev bellememiş olan benim kalbime dokunuyor. Son birkaç yıl, hepimiz için kayıplarla dolu. Arkadaşlarımız yurt dışına gidiyor. Arkadaşlarımız para kazanamadığı için başka sektörlere yöneliyor. Arkadaşlarımız şehir değiştiriyor. Arkadaşlarımız enkaz altında kalıyor. Arkadaşlarımız ölüyor. Evi arıyoruz. Her gün eve dönüyoruz. Evimiz başımıza yıkılıyor. Yeniden arıyoruz. Tüm bunların arasında insanların ve anıların yasını tutmaya vaktimiz kalmıyor. Her şey çok hızlı değişiyor. Oturup düşünmeye ve hissetmeye vaktimiz yok. Nereden başlayacağımızı bilmiyoruz, ne zaman biteceğini öngöremiyoruz.
Aralardan birinde, etkinlik üzerine REKA Kolektif ekibiyle konuşuyorum. Etkinliğin iyi geçtiğini, geldikleri için çok mutlu olduklarını söylüyorlar. Hep birlikte bu konuların etrafında gezinmenin, birlikte düşünmenin iyi olduğunu söylüyorum. Ekipten Ceren Kaçar’sa, “Konuşmasak, yan yana dursak, el ele tutuşsak bile bana yeter”, diyor. Etkinlik boyunca konuşmasak da yan yana oturduğumuz insanlardan güç alıyoruz. Birbirimizin gölgesinde teselli buluyoruz. Acı çekerken, hissederken ve düşünürken yalnız olmadığımızı anlıyoruz. Dört saat boyunca birbirimize umut oluyoruz. Artık esiyor. Vücuduma değen rüzgârı hissediyorum. Üşümeye başlıyorum.
Başka Türlü Bir Akşamüstünde: “Nasıl?”
Baturalp Ali Yavuz
Hepimizin bildiği gibi, TEB Oyun dergisinin son sayısı “Nasıl?” adıyla çıkan özel bir sayı. Eylem Ejder ve Yaşam Özlem Gülseven’in editörlüğünde çıkan bu özel sayı, adında da yer alan, çok temel bir soruyu soruyor: Nasıl?
6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli deprem, kuşkusuz hepimizi çok derinden etkiledi. Belki de en çok o dönem sorduk bu soruyu, nasıl? O dönem “nasılsın” sorusunun, sanıyorum ki, bizler için pek bir önemi kalmamıştı. Çünkü biliyorduk ki hepimiz kötüydük. Nasıl yardım edebiliriz diye soruyorduk. Zaman ilerledikçe, yıkımın büyüklüğü daha net gözükmeye başladı ve “nasıl” sorusu bu sefer başka bir cümlenin içinde, muhatap arayan cümlelerin içinde yer almaya başladı. “Nasıl göz göre göre böyle binalar yapılabilir, nasıl bir insan yardım tırlarının önünü kesebilir, “deprem çok büyük” peki ama yıkım nasıl bu kadar büyük olabilir?” ve daha buna benzer bir sürü soru bir muhatap arayarak soruluyordu.
Günler geçtikçe “nasıl” yeni soruların içerisinde yer almaya başlıyordu: nasıl normalleşeceğiz, dahası oradaki insanlar hâlâ normalleşememişken biz nasıl normalleşeceğiz, nasıl iş konuşacağız, yaptığımız işin içerisinde depremden nasıl bahsedeceğiz ya da bahsetmeyeceğiz, nasıl konuşacağız ya da birbirimize “nasılsın?” nasıl diyeceğiz?
İşte tam bu soruları herkes birbirine veya kendine sorarken, bir yandan normalleşilmeyebaşlandı. Ve bu noktada korkunç başka bir gerçekle yüzleştik birçoğumuz. Biliyorduk ki -ne yazık ki- zaman geçtikçe 6 Şubat’ın yarattığı yıkım unutulacaktı. Yasın ve acının sürekliliğiyle yaşamın gerekliliklerinden kopalım demiyorum tabii ki ama yaşanılan yıkımı hatırlamak, kaçınılmaz olarak ondan bir ders çıkarmaya zorlayacaktı bizi. Ki birçoğumuzunda bildiği gibi Türkiye’nin toplumsal belleğinin unutmaya alışkın bir tarafı var.
İşte tam bu noktada TEB Oyun’un “Nasıl?” özel sayısının kıymetli olduğunu düşünüyorum. Depremden yaklaşık 6 ay sonra, Eylem Ejder ve Yaşam Gülseven’in editörlüğünde, “Nasıl?” sorusunu bir kez daha sorduk. Bu sayı depremi, deprem sonrası süreci bir kez daha bize hatırlattı ve toplumsal belleğimize bir uyarıda bulunarak, bize yaşananları farklı bir perspektiften sorgulattı ve “Nasıl?” sorusunun estettik, pratik, toplumsal, tiyatro ve performanstaki karşılığı üzerine düşündürttü. Bahar ve Yaz sayısının birleştirildiği bu kıymetli özel sayıya buradan ulaşabilirsiniz.
Sayının TEB Oyun dergisinin sitesinde yayınlanmasından sonra, derginin bir buluşma çağrısı oldu. Onlar da gerek Türkiye’nin belliği konusunda endişeye kapılmış, gerekse ilerleyen çalışmaları ve hatta hayatımızı şekillendirecek derecede önemli bir soru sorduklarının farkında olacaklar ki “Başka Türlü Nasıl Güzelleşir Bu Akşamüstleri?” isimli ve 2 Eylül 2023 tarihli bir buluşmayı Atatürk Kitaplığı’nda düzenleyerek “Nasıl?” üzerine bu sefer daha sıcak iletişim kurabileceğimiz bir ortam yaratmak istemişler. Ki öyle de oldu gerçekten.
Bazen bazı şeyleri uzun uzadıya düşünür, tartar ve bir çıkar bulamayabiliriz. Hatta biraz daha ileriye giderek, tam bu noktada kendimizi karamsar bir yalnızlığa sürükleyebiliriz. “Nasıl?” sorusu, düşünme konusunda zihni harekete geçiren, sorgulatan, çözüm üreten, yaratıcı düşünmeyi tetikleyen bir soru olmasıyla birlikte, kişiyi harekete geçmeye itemeyebilir. Bu noktada ben “Başka Türlü Nasıl Güzelleşir Bu Akşamüstleri?” adlı buluşmanın harekete geçirici bir tarafının olduğunu düşünüyorum. Sanki dergi ve bu buluşma çağrısında bulunanlar bize şu soruyu soruyordu: Bu kadar “nasıl”ı konuştuktan, bir fırtına yarattıktansonra; buluşup birbirimizi solumadan, bir aradalığımızın farkına varmadan başka türlü nasıl güzelleşir ki bu akşamüstleri? Gerçekten de Atatürk Kitaplığı’nın bahçesinde, ağaçların altında buluşunca ayrı bir güzel oldu 2 Eylül’ün akşamüstü. Ortak kaygılara sahip insanların yalnız olmadığını hissetmesi gerçekten çok değerli ve çok güçlendirici oldu orada bulunan herkes için.
“Başka Türlü Nasıl Güzelleşir Bu Akşamüstleri?” buluşmasının temel izleğini Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden, öğretim görevlisi Esra Dicle’nin temaya uygun özgün konuşması, Gezintide Bir Ev, Et / ve / Fal kitaplarının yaratıcısı, yazar ve şair Sevinç Çalhanoğlu’nun okuma performansı ve “TAKLAK” isimli performansıyla Dilşad Aladağ oluşturdu. Buluşmanın bir programı olsa da paylaşımlarla, sohbetlerle büyüyen, organik ilerleyen, özlemini hissettiğimiz, yalnız olmadığımızı duyumsadığımız sıcacık bir buluşmaydı. TEB Oyun dergisinin basılı sayılarından dilediğince seçebilme şansıysa harika bir fırsattı. Herkes için ortak bir samimiyet yakalanmış olacak ki buluşmanın bir bölümünde mikrofon herkesin istediği konuda özgürce konuşabilmesi için açıldı. Bu konuşma herhangi bir şey olabilirdi. Tartışılmak istenilen bir konu, aklımıza takılan bir soru, belki de sadece deneyimlerimizi paylaşmak için alınabilirdi mikrofon.
İzninizle ufak bir sıçrayış: Şiir, bence, yazarı için çok kıymetli ve mahremdir. Çünkü sayfalarca anlatabileceğiniz duygularınızı, düşüncelerinizi kimi zaman bir ya da iki satırla dile getirebiliyorsunuzdur bir şiirde. Bu sebeple de şiirler bence çok yoğun ve güçlüdür. Bir derdin, duygunun veya sorunun ifadesini güçlendiren bir gücü vardır şiirin. 2 Eylül’ün tatlı bir akşamüstünde gördüm ki hepimiz kendimizi ifade etmeye, anlaşılmaya susamışız. Büyük bir duygu ve fikir seliyle paylaşmak için bekliyormuşuz içimizdekileri. Çünkü 2 Eylül’ün sıcacık akşamüstünde, mikrofonu eline alan hemen hemen herkes kendi kelimelerinden ördüğü bir şiirini paylaştı bizimle. Bu örgünün ilk ilmeğini TEB Oyun dergisi, “Nasıl?” için açık çağrısıyla, daha sonraysa bu buluşmayla başlatmıştı. İkinci ilmeğini programdaki katılımcılar attı -Sevinç Çalhanoğlu’ysa Adalet Ağaoğlu’ndan alıntıladığı şiirle bu ilmeği biraz daha güçlendirdi- örgünün devamınıysa bizler paylaşımlarımızla, sohbetlerimizle getirdik. Günün sonundaysa, belki daha önce birbirini dışarıda hiç görmemiş insanlar ya da yılları aşkın dostluklar, birbirimize ilmeklenmiş olduk.
Paylaşılanlar, konuşulanlar, hatırlananlar ya da yaşanılanlar bizi tepe taklak etmiş olabilir. Tam bu noktada, Dilşad Aladağ’ın performansının adını oluşturan “taklak” kelimesini -onunda performansta yaptığı gibi- incelemekte fayda var. Taklak kelimesi, takla atmanın farklı bir kullanılışıdır. Peki, nedir takla atmak? Dik bir konumdan, önce dizlerin kırılmasıyla bedenin kıvrılıp, başın yere doğru eğilerek denge merkezini değiştirmesi ve yerde yuvarlandıktan sonra başlangıçtan biraz ilerideki bir noktada tekrardan dik bir konuma gelmektir. Elbette daha farklı tanımlanabilir takla atmak ama izninizle kendi tanımımdan devam edeceğim. Takla atmak, (tepe taklak olmak) başta negatif bir anlam doğuruyor olsa bile, takla atmanın kökenindeki eylemi, biraz daha kabaca, şöyle tanımlayabiliriz sanırım: A noktasından, B noktasına gidiş sürecindeki yuvarlanma.
Bizler eğer takla attıktan sonra ayağa kalkabiliyorsak, artık bütün yaşanılanlarla birlikte farklı bir noktadayız demektir. Bence bu ayağa kalkma ve arama sürecinde, bu ve benzeri buluşmaların, bir aradalığın oldukça kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Yazımı bitirirken, hayatın her noktasında taklaklarla karşılaşacağımızın ama nihayetinde bu döngüsel sürecin bize bir şeyler kattığının bilinciyle ayağa kalkmanın daha kontrollü takla atabilmekte yardımcı olacağını düşündüğümü söylemeliyim. TEB Oyun ekibine, “Nasıl?” sayısının ortaya çıkmasında emeği geçen ve bu buluşmayla bizleri birbirimize “ören” Eylem Ejder ve Yaşam Özlem Gülseven’e ve son olarak da benim de içinde bulunduğum ve buluşmanın sıcacık olmasına katkı sağlayan bütün katılımcılara kendi adıma teşekkür ederim. Ve sanırım birçoğumuzun, bir sonraki buluşmayı merakla beklediğini belirtmek zorundayım.
Doğu
Sinem Çakal
Elime tutuşturulan bir fesleğen gibi şimdi Doğu
Teknik Batı’nın hırçın kızı
Havva’nın elmasını yiyen üç erkekten biri dün gece kaybetti.
Hep kapı eşliğinde bekleyen sancım
Hatırlar mısın dağlarının eteklerinde
Yürümeyi keşfetmiştin.
Senin hiç merak etmediğin
İsmi olan ağaçlar
Birileri isim vermiş
Ne acı, ne de güzel
İneceğim durağı görünce mideme giren
Heyecanımın kenarlarını eğip bükerek
Kapı eşiğinde bekleyen bir çocuk gözüyle
Seyrediyorum seni.
Batı’nın kazandırdıkları benim kaybettiklerim olacakmış.
İki keçi, bir zincir
Avucumda Mevlana’nın etekleri
Oturuyorum ıssız bir çağda
Sancım,
Seni ilk kez görüyorum.
Sessiz Kadınlara
sürgün kuşum
yabancı topraklarda üzülüyorsun
Sana sahip olduğunu fark etmeyen
Dallara hınç biriktirme artık
Oysa ben
Dünyanın kundakta saklandığını
Görüyorum seninle
Tebessümün içimde bir çocuk büyütüyor.
Randevu
Bir akşamüstü ilk buluşmamız için hazırlandım.
Onu hiç gitmediğim bir köy evine saklamışım.
Anneannemin çeyizleri arasında.
Korkmuş, canavarlaşmış
Canilerin sakin kaldığı son ana benziyor bakışları.
Gece olunca mağaraya koştum, can havli
Fahişeler ve anneler iç içe
Ağlayarak can verişi
Bulunmamak için çırpınışı
Dostla geçen bir akşamüstünün
Bitişine yaklaşırken
Peşime takıldı.
Eve gittiğimde boğazımda elleri
Her bir yenmiş tırnağı
Ayna gibi bana
Ateşi boğazımda
Boğulmamak için nefes almamalı
Bir gün
Sessizliği arkasına alarak
Karşımda belirdi.
Yenmiş tırnakları, sıcaklığı ve caniliğiyle
Bu sefer kenarından değil,
İçinden geçiyorum
Bir buluşmaya hazırlanıyorum.
“Acım”
Seni görmek için
Yola çıkıyorum.
TEB Oyun Dergisi’nin Buluşmalar sayısına ulaşmak için: TEB Oyun / Buluşmalar