Dünya Tiyatrosundan Notlar: Fame Festival

IATC Genç Eleştirmenler Semineri

Sanatın birleştirici gücünü ortaya çıkararak feminizm ve toplumsal cinsiyet rollerine odaklanan Fame Festival bu yıl ilk defa Belçika’da gerçekleştirildi. Fame Festival’de yalnızca tiyatro oyunları değil, dans performansları, konserler, sergiler, fuayeler, seminerler ve çocuk oyunları da yer aldı. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve feminizm temalı Fame Festival, ele aldığı konuları açık ve özgür bir şekilde sunan oyunlarla doluydu. IATC-Uluslararası Tiyatro Eleştirmenler Birliği’nin çağrısı üzerine festivalle birlikte “Genç Eleştirmenler için Workshop” gerçekleştirildi.  Fame Festival’de yer alan bütün performanslar genç eleştirmenlerin odak konusu oldu. IATC’nin düzenlediği seminere birçok farklı ülkeden tiyatro ve dans eleştirmenleri, oyun yazarları, dramaturglar ve tiyatro tarihçileri katıldı. Katılımcılarını Uluslararası Tiyatro Eleştirmenler Birliği başkan yardımcısı ve workshop koordinatörü olan Jean Pierre-Han’ın belirlediği seminer, gazeteci ve eleştirmen Caroline Chatelet tarafından yürütüldü.

Fame Festival afişi.

19-24 Eylül tarihleri arasında Brüksel’de gerçekleştirilen bu festivalde ve Genç Eleştirmenler Semineri’nde yer almak benim için oldukça farklı bir deneyim oldu. Fame Festival’deki oyunların yanı sıra, başka eleştirmenlerin perspektiflerini öğrenmek, farklı ülkelerin tiyatro estetiğini anlamak, onların tiyatroyu algılama biçimlerine tanıklık etmek ilginçti. Kimi oyunlar ülkemizin tiyatro estetiğine yakınken, kimi oyunlar fazlasıyla uzaktı.

Bu noktada ülkelerdeki düşünce özgürlüğünün sanatla olan ilişkisi açıkça ortaya çıkıyordu. Biz ülkemizde ve tiyatromuzda hâlâ sonu gelmeyen kadın cinayetlerini, ataerkil düzeni ve patriyarkayı konuşurken, homofobik tutumların anlamsızlığına şahit olurken ve henüz bir kavram olarak bile feminizmi anlatamamışken, çoğu ülke bu konuları aşıp farklı bir seviyeye gelmiş durumda. Fame Festival’de izlediğim toplumsal cinsiyet ve feminizm temalı oyunlar içerikleri ve sahneleme teknikleri açısından oldukça özgür bir sanat anlayışını yansıtıyorlardı. Bu toplumsal cinsiyet eşitliğinin, düşünce ve ifade özgürlüğünün yansıma biçimiydi bence. Özgürlük ve eşitlik anlayışı sanatın gücüyle buluştuğunda çok daha özgün işlerin ortaya çıktığını görmek etkileyiciydi. 

Uluslararası Tiyatro Eleştirmenler Birliği’nin düzenlediği seminerin ilk gününde festivalin yapımcısı ve sanat yönetmeni olan Camilla Khoury’le buluştuk. Camilla bizlere Fame Festival’in çıkış noktasını ve oluşum sürecini anlattı.  Fame Festival her ne kadar toplumsal cinsiyet ve feminizm temalı içeriklerden oluşsa da kendisini sadece “feminist” bir festival olarak tanımlamayı tercih etmiyor. Festival, toplumun her kesiminden, her yaştan, her cinsiyetten, her milletten, her inanıştan insanların bu festivalde kendine ait bir alan bulabilmesini amaçlıyor. Buradaki sanatçılar yalnızca sanat üreten kişiler ve siyasi bir amaç gütmüyorlar. Bütün amaçları herkesi kucaklayabilecek bir alanın “nerede” olduğunu bulabilmek. Çünkü zaten artık günümüz dünyasında var olan tüm bireyler, kadınları, kadın haklarını ve tüm cinsiyet rollerini kabul etmiş durumda olmalılar. Brüksel’in meydanında konumlandırılan ve herkese açık olan festival çadırı da bu düşüncelerini destekler nitelikte. Festival afişinde yer alan “where” kelimesi ise bu düşüncelerinin metaforik bir anlatımı. “Where” aynı zamanda festival çadırının yani herkesi koşulsuz şartsız içine almak isteyen çadırın adı. Festival programına özellikle uluslararası eleştirmenlerin olduğu bir seminerin dahil edilmesi, festival ekibinin farklı perspektiflerle geliştirilmesi gereken alanları belirleme isteğine dayanıyor. Fame Festival ekibi, sahnelenen oyunlardan ikram ettikleri yiyeceklere kadar bu hassas tutumu devam ettirdi. Meydanda kurulan festival çadırında ikram edilen yemekler vegandı, sebzeler kadın girişimciler tarafından tamamen organik bir şekilde üretilmişti, alanda geri dönüştürülebilir ürünler kullanılmıştı. Bütün bunlar her alanda sanatın birleştirici gücünü ortaya koyuyordu. Festivalde oyunların sahnelendiği mekanlar da ayrı bir atmosfere sahipti.  Bazı oyunlar tarihi tiyatro binalarında oynanırken, bazı oyunlar daha küçük alternatif sahnelerde oynandı. Her birinin oyuna hizmet eden bir amacı vardı. 

Festivalin ilk oyunu beş episod ve iki farklı gösterimden oluşan The Manx Cat Project’le başladı. Ecarlate la Cie adlı bir oluşum tarafından geliştirilen bu oyun beş farklı yönetmen ve üç oyun yazarı tarafından kolektif olarak oluşturuldu. Bu projenin ilk üç bölümü festivalin ilk gününde, son iki bölümüyse festivalin son gününde sahnelendi. The Manx Cat Project’in amacı, Belçika’daki feminizm dalgasına destek olan kadınları hatırlayarak onların oyunlarından bir arşiv oluşturmak, eserlerine ışık tutmak ve cesaretleri, mizahları, dehalarıyla o toplumu köklü bir değişime iten bu kadınlara hak ettikleri özeni göstererek performans sanatları alanındaki eşitsizliği ortadan kaldırmak. Bu amaç doğrultusunda epizodlarda gerçek kişiler ve tarihi olaylara da yer veriliyordu. İngilizce altyazısız ve tamamen Fransızca oynanan oyunda, epizodlar arasında hiç ara verilmedi ve toplam üç saate yakın sürdü.

The Manx Cat Project, Epizot 2, Ecarlate, La Cie
Deep Time, Virki Pahkinen Dance Company.

İlk epizod seyirciyi sahnede karşılayan üç oyuncuyla başladı. Bu, bir oyun yerine daha çok bir televizyon şovunu andıran bir görünüme sahipti. Belgesel tiyatro formundaki oyunda Belçika’da feminizm ve toplumsal cinsiyet rollerine bakış açısı nasıl, neler dikte ediliyor veya neler olduğundan farklı tanımlanıyor gibi konular çeşitli canlandırmalarla anlatıldı. İkinci epizod daha dramatik bir olay örgüsüne sahipti ve daha çok patriyarkanın kadın emeği sömürüsü üzerine bir olayı işliyordu. Üçüncü epizodsa feminist figürlerle ilgili tarihi olaylara vurgu yapıyordu. Bütün epizodlar açık biçimli ve yer yer interaktif bir biçimde sahnelendi. Her epizod farklı oyuncular ve farklı yönetmenler tarafından icra edildi. 

IATC’nin düzenlediği seminerin ilk gününde The Manx Cat Project ana konumuz oldu. Ana dili Fransızca olan eleştirmenler ve çevirmenler tarafından epizodların içeriği anlatıldı. Genel anlamda oyunun uzunluğu ve yer yer didaktizm barındırıyor olması üzerinde duruldu. Hemen ardından kendi ülkelerimizdeki feminist bakış açısı ve bunun sahne üzerindeki gösterim biçimleri üzerine konuştuk. 

Festivalin ikinci günü yoğun bir programla devam etti. Grand Hospice adlı tarihi bir mekânda Caroline Chatelet’in öncülüğünde başlayan seminer gün boyu devam etti. Akşamındaysa eski bir fabrikadan dönüştürülen Tour a Plomb Tiyatrosu’nda Deep Time adlı performansı izledik. Oldukça büyülü bir mekânda sahnelenen bu performans mistik bir atmosfere sahipti. Güçlü bir sopranoyla başlayan sahneye yavaş yavaş performansçılar girdi. Bu performansçılar yoga duruşlarından, klasik baleden, modern danstan ve daha pek çok farklı disiplinden bir kolaj yaratmışlardı. Kullandıkları beden dili geçmişten günümüze bir hikâye oluşturdu. Virki Pahkinen Dance Company adlı topluluk tarafından sahnelenen performansta performansçıların beden dilinde herhangi bir şekilde cinsiyet belirtisi yoktu. Bu figürler yalnızca “canlılık” içeren figürlerdi. Tüm beklentilere meydan okuyan performansta solistin şarkısı dışında herhangi bir kelimeye ya da herhangi bir düşünceye yer verilmedi. Mekânın atmosferi, ışıklar, kostümler ve performe edilen figürler tamamen seyircinin imajinasyonuna bağlıydı. İnsan ya da insan olmayan her şey, doğa figürleri yalnızca beden dili aracılığıyla iletildi. Bu aktarımda tüm unsurlar izleyicinin zihninde oluşan kompozisyona bağlı olarak oluştu. Büyülü bir ortamda çeşitli geometrik ışıkların kullanımıyla varoluşun felsefesi aktarıldı. İnsan ya da insan dışı her şeyin var oluş felsefesi bazen manevi bir aleme taşındı, bazen de gerçeğe geri getirildi. Belli bir ritim ve müzikalitenin yanı sıra tekno müziği de içeren performans sırasında bazı figürler bir otorite sembolüne dönüştü. Bazı figürlerse sadece olma halinin dinamiğini açıkladı. Deep Time, bedeni, kimliği, sınırları veya cinsiyeti olmayan yeni bir dünya yaratarak bizi soyut düşüncelerden somut gerçekliğe taşımayı başardı. Seminerde eleştirmenler olarak dans tiyatrosu üzerine konuştuk ve kendi ülkelerimizde dans tiyatrosunun nasıl yapıldığı üzerine tartıştık. Hemen ardından Deep Time’la ilgili İngilizce ve Fransızca eleştiri yazılarımızı hazırlamaya başladık. 

Beety devenue Boop, Interstices La Bulle Bleue

Festival hızlı bir şekilde akıp giderken bir diğer oyunumuz yine Tour a Plomb Tiyatrosu’nda izlediğimiz Beety devenue Boop ou les Anordinaires adlı oyun oldu. Fransız bir ekip olan La Bulle Bleue tarafından hazırlanan oyun Barbara Metais Chastainer tarafından yazıldı. Oyunu izlemeden önce yazarı aramıza katılarak üretim sürecinin nasıl işlediğini anlattı. Kuklaların kullanıldığı bir anlatı tiyatrosu olan Betty Boop, sıra dışı bir hikâyeye sahipti. Oyunda kuklayla temsil edilen köpek Betty, izinsiz bir göçmen işçi olan sahibiyle güvencesiz bir hayatı deneyimliyor ve bu yaşam mücadelesi onun perspektifinden anlatılıyor. Göç ve göçmen işçiler üzerine anlattığı düşündürücü hikâyeyle seyirciyi içine alan bu oyun, kuklaların gerçekçiliğiyle sahnede göz doldurdu. Seminerde kukla tiyatrosu, anlatı tiyatrosu ve diğer ülkelerde kukla tiyatrosu anlayışı üzerine konuştuk. Betty Boop oyununun anlatım tarzını Türk Tiyatrosu’ndaki anlatı tiyatrolarına çok benzer özellikler taşıyordu. Söz konusu kukla tiyatrosu olduğunda elbette geleneksel tiyatromuz olan Hacivat Karagöz de gündeme geldi. Hacivat Karagöz’ün hem kukla hem de bir gölge oyunu olması, farklı kültürlerdeki diğer eleştirmenlerin fazlasıyla dikkatini çekti. 

Sexplay, Camille Husson, Darouri Express Collectif
Gwerz, Gwendal Raymond-Gilles Jacinto

Betty Boop oyununun ardından aynı akşam Théâtre Les Riches-Claires’de sahnelenen Sexplay adlı oyunu izledik. Darouri Express Collectif adlı bir ekip tarafından ortaya çıkarılan oyun Camille Husson tarafından canlandırılan bir monolog. Oyun arzunun ve cinselliğin sınırlarını, zevklerini sorgulayan ve her yönüyle kendini keşfeden bir kadının otobiyografik öyküsünden oluşuyor. Bazen sapkınlık, bazen takıntı, bazense sadece o düşünceleri anlamaya çalışmanın yollarını aratırken seyircinin hayal gücünü de o anlara tanık etmeye zorluyor. Oyun metninin oldukça açık ve cesur olmasının yanı sıra, oyuncu da sahnede bir o kadar özgür. Özellikle ışık tasarımı ile bütünleşen hikâye bizi kahramanın erotik yolculuğuna en çıplak haliyle şahit ediyor. Sexplay oyunu bir kadının gözünden tabulaşan konuların üzerinde durması nedeniyle seminerde en çok üzerinde durduğumuz oyunlardan biri oldu. 

Festivalin dördüncü gününe geldiğimizde Gwerz adlı bir oyun karşıladı bizi. Gwerz, trajik bir yaşamı olan Marliyn Monroe’nun hayatı üzerinden medyanın eril güçleriyle bir sorgulama içindeydi. Gwendal Raymond’ın performansı gerçekten hayranlık uyandırıcıydı. Çünkü Raymond sahnede her şeyi dans ve imgelemlerle ifade etti. Marliyn Monroe’nun doğum günü partisinde söylediği şarkıyla hafızalara kazınan performans gecesi hikâyenin trajik unsuruyla bağdaştırıldı. Performansçı giriş şarkısı dışında kendi sesini kullanmadı, tamamen projeksiyondan gelen seslendirmeleri canlandırdı. Sinematografik bir anlatıya sahip olan oyun, dansın, tiyatronun ve müziğin muhteşem uyumunu bir araya getirmişti. Festival boyunca izlediğim oyunlar arasında en çok dikkatimi çeken performans olduğunu söyleyebilirim. 

Killjoy Quiz, NTGent

Tarihi bir tiyatro binasına sahip olan KVS Théâtre’da izlediğimiz Killjoy Quiz oyunuyla festivalin beşinci gününe geldik. NTGent adlı bir ekip tarafından yapılan ve oldukça ünlü bir yapım olan Killjoy Quiz, bir televizyon şovunu canlandırıyordu. Manipülatif bir sunucu ve rekabet halindeki iki yarışmacının arasındaki çekişmeyi izlediğimiz oyunda yarışmacılara sorulan sorular siyaset, toplumsal cinsiyet, politikacılar, feminizm gibi kavramlar üzerineydi. Yarışmacıların cevaplarıysa onların önyargılarını açığa çıkarıyordu. Sahnede oluşturulan muhteşem ambiyansta yarışmanın müziklerini seslendiren ve birçok sesi canlı bir şekilde üreten üç kadın daha vardı. Oyun gerçekten görsel bir şölenle birlikte yarışma ve diyalog terimlerinin, önyargıların, düşüncelerin ve kavramların açığa çıkmasını sağlıyordu. Sahnede dikkat çeken bir diğer unsursa sorular cevaplandıkça şişen ve adeta sahnedekileri bir el gibi içine alan şişme dekorlar oldu. Ezberlenmiş önyargılar öylesine derindi ki, zamanla herkesi kapana sıkıştırmayı başarıyordu. Festivalin en keyifli oyunlarından biriydi bence. 

Zohra’s Festjee, ZeBarBar, De Studio

Festivalin ve seminerin son gününde büyülü bir çocuk tiyatrosu olan La Montagne Magique’de ZeBarBar De Studio ekibinin sahnelediği Zohra’s Feestje adlı çocuk oyununu izledik. Oyunda sekiz yaşındaki Yamina ve annesi tarafından, anneanne Zohra’ya hazırlanan doğum günü partisinin fiyaskoyla sonuçlanması üzerine anneanne Zohra kendi çocukluk anılarına gitmeye başlıyor. Zohra doğum günü partilerinden hoşlanmıyor ancak bu parti ve doğum günü meselesi üzerinden kendisinin doğduğu Cezayir topraklarını, zeytin ağaçlarını ve Bakri adındaki eşeğiyle yaptığı yolculukları anlatıyor. Canlı ve özlem dolu bir hikâye sunan oyun, dilini anlamama rağmen beni o dünyanın içine çekmeyi başardı. Bir çocuk oyunu olsa da göçmenliğe dair bazı dikkat çekici unsurları içeriyordu. Oyunda görüntülü aramaların ve teknolojik ögelerin kullanılması da oyuna farklı bir hava katmıştı. Türkiye’de çoğunlukla maskotlarla ya da çocuk karakterlerle anlatılan çocuk tiyatrosunun aslında bir yetişkin hikâyesi üzerinden de anlatılabileceğini deneyimlemiş bulundum. Böylesi çok daha anlaşılır, abartısız ve samimiydi. 

The Manx Cat Project Part I’la başlayan festivalin son gününde yine aynı oyun farklı epizodların sahnelendiği The Manx Cat Project Part II’yla kapanışı yaptı. Fame Festival son olarak geç saatlerde gerçekleştirilen Drag Queen Show’a coşkulu bir şekilde sona erdi. 

Her anı dolu dolu geçen Fame Festival’i özetleyebilmek gerçekten mümkün değil. Festivale seçilen her bir oyun ve her bir performans oldukça özgün işlerdi. Bu oluşumun ilerleyen yıllarda kendisine daha da geniş vizyonlar katarak büyüyeceğine eminim. Festivalde görev alan bütün ekip oldukça özverili, ilgili ve fazlasıyla misafirperverdi. Dilerim ki Fame Festival’in toplumsal cinsiyet ve feminizm kavramını ele alış biçimi biz de dahil olmak üzere tüm ülkelere örnek olur. Ayrıca Brüksel’in tarihi dokusu içerisinde bu festivali deneyimleme şansı veren, eleştiri pratiğimizi geliştiren ve dünya tiyatrosundan yapılan karşılaştırmalarla ufkumuzu açan IATC-Uluslararası Tiyatro Eleştirmenler Birliği’ne, başkan yardımcısı Jean Pierre-Han’a, koordinatör Caroline Chatalet’e, bu seminere katılmam konusunda desteklerini esirgemeyen kıymetli hocam Hasibe Kalkan’a ve TEB’e teşekkür ederim. 


Bu yazı TEB Oyun Dergisi’nin 46. sayısında yer almaktadır. Derginin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Yazar Hakkında / Rümeysa Ercan

Yazar-Dramaturg, Tiyatro Eleştirmeni, Oyuncu

Lütfen birkaç kelime yazıp Enter'a basın

TEB Oyun sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin