Yeni Dünya, Şimdi Burada, Tiyatroda!
Bu yazının amacı, Kara Kabare Tiyatro Topluluğu’nun hayalini kurduğumuz, mümkün olduğunu bildiğimiz daha güzel bir dünyayı kendi içinde ve sahnede hayata geçirmeye dair 12 yıllık yaşanmış deneyimini aktarmak. Kara Kabare’nin na-kapitalist, na-endüstriyel, kolektivist deneme alanında yaşananları, bu topraklardaki tiyatro alanını paylaştığımız tüm meslektaşlarla birlikte değerlendirmeye açmak niyetiyle, liderlerden biri olarak yaptığım denemeleri, elde ettiğimiz sonuçları paylaşacağım.
Kara Kabare, bir topluluk kurulması fikriyle yola çıkmadı. Yani burada paylaşacağım ilkeler süreç içerisinde araştırma/deneme halindeyken bulundu. Ben kişisel olarak “izlemekten hoşlanacağım” tiyatroyu kendim yapmak istedim; bir oyun yazdım ve dört arkadaş sahneledik. Zaman içerisinde ben oyun yazıp sahnelemeye devam ederken girdiğim hiza arayışı, kafamdaki sorulara düşünsel ve eylemsel olarak şu yanıtları vermeme sebep oldu:
-Sahnede söylediğim sözle oyunun seyirciyle buluşma şekli arasında hiza olmalı, sahnede eleştirdiğim sosyo-ekonomik dünyanın üretim/tüketim koşullarını yeniden üretmek yerine, hayalimi hemen şimdi burada hayata geçirebilirim. Bu anlayış bizi, bilet “satmak” yerine armağan ekonomisi ile oyun sahnelemeye getirdi. Daha sonraları armağan ekonomisi anlayışının tiyatronun toplumu dönüştürücü gücüne de hizmet ettiği benim için netleşti. Yani yaptığımız seçimleri tekrar tekrar sorgulayıp aynı sonuca başka yerden vardık. Armağan ekonomisi üzerinde çalışmaya devam etmek, bugün beni Kara Kabare’yi “na-kapitalist”, ana-akım dışı bir yapı olarak kurgulamaya getirdi.
-Sahnede söylediğim sözle, kendi içimizdeki ilişkilenme hizada olmalı, yani eleştirdiğimiz dünyanın kalıplarını kendi içimizde de yeniden üretmeyelim. Bu da basitçe özetlemek gerekirse Çember Adabı, Şiddetsiz İletişim, Onarıcı Adalet, Şiddetsiz Arabuluculuk gibi yöntemleri kendi içimizde uygulamanın kapısını açtı.
-Politik görüşümle (hayalini kurduğum dünya hemen şimdi!) yaptığım tiyatro hizada olmalı, demek ki sürdürülebilir, benim kişiliğimi aşan, bensiz ya da benden sonra da devam edebilecek bir topluluk olmalı.
Kara Kabare’nin başından beri eylemliliğe yönelik bir oluşum olduğu söylenebilir; hizadan bunu kastediyorum. İnanılan, düşünülen, hayal edilen şeyin, bugün ve burada hayata geçirilmesi araştırıldı.
kamamber oyunundan bir kare (2016)
TOPLULUK DERKEN…
Topluluk, herkesin anlamlar dünyasında başka yere oturan yüklü kelimelerden biri. Üstelik sıklıkla bazı tetiklenmelere yol açabiliyor. Topluluk lafı geçtiğinde benim en sık karşılaştığım kaygılardan biri “kendi özgünlüğünü yitirme korkusu.” Dile getirilen diğer tetiklenmeler arasında herkesi sevmek zorunda hissetmek, aynı şekilde düşünmek zorunda hissetmek gibi şeyler var.
Charles Eisenstein’dan [1] ilhamla, kendi anlayışımı özetlemek isterim: Topluluk “birbirine ihtiyaç duyanların” oluşturduğu bir yapı. Hakiki bir ihtiyaç yoksa, topluluk da kurulmuyor. Zaten modernizmin elimizden aldığı, sonra da bize geri sattığı tam olarak bu değil mi? Artık annelerin köyde kendi aralarında çocuk bakımını bölüşmelerine ihtiyaç yok çünkü kreşler açıldı. Eskiden büyük ailelerin, köyün, cemaatin karşıladığı birçok insani ihtiyaç, neoliberal ekonomide özel şirketlerden ya da devletten satın alınabilen hizmetlere dönüştü. Günümüzde kurulan birçok komünün dağılma sebepleri arasında bu sayılabilir. Organik besine ulaşmak için benim toprağı sürmeme gerek kalmadı; bir süpermarketin organik reyonuna tek başıma gidebilir, hiç tanımadığım kasiyerle hiç “ilişki kurmadan” ürünü satın alıp evimde yiyebilirim.
Eğer afişi, broşürü, gişeyi, yazımı, yönetimi, oyunculuğu, ışığı, müziği, kostümü, dekoru, tekniği tek başımıza yapmaya niyetli değilsek, tiyatro, bir insanlar topluluğuna hâlâ hakiki derecede ihtiyaç duyulan nadir alanlar arasında sayılabilir.
Bu noktada, bizim uyguladığımız şekliyle armağan ekonomisinin topluluk kurmayı bir ihtiyaç haline getirdiği söylenebilir. Çünkü aramızda yasal yollarla kurulmuş bağlar olmadığında, bir maaşa bağlı olmadığımızda iki şey hakiki bir ihtiyaç haline dönüşüyor:
-“Hizmet aldım/verdim, işimi yaptım gittim” diyemediğimiz için, birbirimizle ilişkilenmek durumunda kalıyoruz. “Bugün nasılsın, iç dünyanda neler var?” sorusu hakiki bir ihtiyaç haline geliyor.
-Emeğimizi dengelemek için başka yollar araştırmak durumunda kalıyoruz. Yazdığım oyun için telif almadım, ama darbuka dersi almak istediğimde, enstrüman satın almak yerine topluluktan biri bana darbukasını armağan etti.
Bir de Marshall Rosenberg’in kurucusu olduğu Şiddetsiz İletişim’in topluluk tanımını kıymetli buluyorum: “birlerin birliği”. Yani Şiddetsiz İletişim topluluğunda, bir’den de, birlik’ten de vazgeçilmez. Başka bir deyişle, bireysellik adına topluluk gözden çıkarılmaz, topluluk adına bireysellik gözden çıkarılmaz; kimse arkada bırakılmaz. “Ya o, ya bu” zihniyeti yerine “hem o hem bu” bilinci geliştirmek hedeflenir.
Çeşitlilik içinde amaç birliği bulmak
Sürdürülebilirliği olan topluluklara baktığımızda, bir amaç birliği görülüyor. Bu paylaşılan ortak amaca, bugün hâlâ var olan birkaç topluluk üzerinden örnek vermek isterim:
-Şiddetsiz İletişim Merkezi – CNVC – 1984’ten beri: Şiddetsiz İletişimi öğrenip yayarak, dünya barışına katkı sağlamak [2].
-Tamera – Portekiz – 1978’den beri: Kadın-erkek arasındaki kadim yarayı şifalandırarak dünya barışına katkı sağlamak [3].
-Findhorn – İngiltere – 1962’den beri: Kutsal olanı her gün kişisel ve kolektif olarak etkinleştirmek ve bunu bedene getirerek radikal şekilde değişmiş bir dünyaya yol almak [4].
-Adsız Narkotik Arkadaşlık Birliği – dünya çapında – 1953’ten beri: Acı çeken her bağımlının iyileşme bulmasını sağlamak [5].
Bu oluşumlarda dünya barışı gibi ortak ve yüksek bir vizyon görülmekte; bu vizyona gitme yolunu ise biri kişiler arası iletişimde, biri kadın-erkek arasında, biri maneviyatta bulmuş. Adsız Narkotik’in ise yüksek amacı “mesajı bağımlılara taşımak”. Her bir topluluk, bu yüksek amaçlarını hayata geçirmek için farklı yöntemler geliştirmiş.
Kara Kabare bugüne kadar tiyatronun toplumdaki işlevini sorgulayan bir alan oldu. Tiyatronun tam olarak neye hizmet ettiğine, “thelos”una dair anlayışımız sahnelediğimiz her oyunda farklılık gösterse de, genel olarak daha üstün bir şeye hizmet etmesini aradığımız söylenebilir. Bu üstün amaç, sıklıkla toplumsal barışa katkıda bulunmak olarak ifade edildi. Bunu her oyunda farklı şekilde yapmayı aradık:
–Meymenetsiz Musibet, sahnede çok dürüst ve kalpten bir şey paylaşırsak seyircinin şifalanacağı önermesini taşıyordu.
–Kamamber, seyirciyle birlikte oturulan bir çember gibiydi, birlik olma önermesini kişisel olandan evrensel olana bir yolculuk olarak araştırıyordu.
–ZBAM! seyircilerle birlikte bir komün kurma önermesini, kişisel tarih yazımı üzerinden ele almıştı; ilk defa oyunun metninin ötesine geçmiş, topluluk dışı farklı birey ve topluluklardan hikâyeler almış ve sahnelemiştik.
–Zenhar ise, antroposen çağına bir cevap olarak yorumlanabilir: Bir anlatının, bir dünyanın sonuna geldik, fakat yeni dünya, yeni anlatı henüz gelmedi. Öyleyse iki dünya arasında “geçiş töreni” yapmalıyız. Tiyatro, kapısı yeni dünyaya açılan, yeni bir “merkez” olarak kurgulanmalı. Oyun, bir geçiş töreni olarak inşa edilmeli. –Zenhar meta-metin araştırmamızın devam ettiği, bizi katılımcı tiyatro anlayışına getiren bir durak oldu. “Erginleme töreni” [6] araştırmalarımızda keşfettiğimiz ekolojik niş anlayışından hareketle çeşitli önermeler getirdik. Ekolojik anlayışı doğanın döngülerini takip etmek olarak yorumladık; oyunun sahnelenmesi dışında, dolunay ve yeni aylarda, gün dönümlerinde seyircilerle birlikte çemberler ve törenler düzenledik.
ZBAM! oyunundan bir kare (2018)
Toplumsal dönüşüme katkı, ama nasıl…
Kısaca “topluluk ilkeleri” diyebileceğim, yapıdan yapıya değişebilen, ama genel olarak katılımcılık, eşitlik, şiddetsizlik gibi ortak noktalarda birleşen ilkelerin tiyatro alanına uygulanmasını araştırırken yaptığımız seçimlerin de temelinde olan bir ilkeyi paylaşmak isterim: “Toplumsal dönüşümü kişisel dönüşümle eş zamanlı ele almak”.
Bu benim başka topluluklardan ilhamla edindiğim bir yaklaşım. Bu anlayışa göre üç çeşit dönüşüm var: bireysel, ilişkisel ve sistemik. Bu dönüşümler (“üstyapıyı altyapı belirler” diyen Marksizmi belki genişleterek) iç içe geçecek şekilde bir arada ele alınıyor; büyük dönüşümlerin bu üç halkanın etkileşimiyle yaşandığı anlayışı hakim.
Bu bağlamda, aşağıdaki sorular toplulukta yapılan çalışmalara yön verdi, yazılan oyunlara konu oldu:
-Bireysel: İçinde yaşadığım düzeni beğeniyor muyum? Beğenmiyor ve değişmesini özlüyorsam, bu beğenmediğim sistemin bir ürünü olduğumun farkında mıyım? Beğenmediğim sistemin benim üzerimdeki etkileri neler oldu? Düşüncemde, sözümde, eylemimde ayrımcı mıyım? Şiddetli miyim? Cinsiyetçi miyim? Sınıfsal olarak konumum ne? Eğer ayrıcalıklı konumdaysam, bununla ilgili ne yapmak istiyorum? Koşullanmışlıklarım hayatımı ne kadar yönetiyor?
-İlişkisel: Topluluktaki insanlarla nasıl ilişkileniyorum? İlişkilenme biçimim neye hizmet ediyor? Barışa, uyuma, sevgiye, şefkate mi? Değilse ne şekilde iletişim kurabilirim? Benim politik görüşlerime sahip olmayanlarla nasıl ilişkileniyorum? Benimle aynı sosyo-ekonomik sınıfta olmayanlarla? Okullu/alaylı ayrımı yapıyor muyum? Hoşlanmadığım kişiler varsa, bunun sebebini kendi içimde araştırıyor muyum?
-Sistemik: Nasıl bir dünya hayal ediyoruz? Bu hayalimizi bugün burada hayata geçirmek için neler yapabiliriz?
Kişisel dönüşüm ile toplumsal dönüşümü eş zamanlı ele alış hali de, Şiddetsiz İletişim’in, Çember Adabı’nın ve farklı spiritüel uygulamaların topluluğun pratiklerine girmesine yol açtı. Şiddetsiz İletişim ve Çember, Kara Kabare için her zaman sadece birer araç oldu; topluluk sıklıkla kendi potansiyelinin nereye varabileceğini bilmediğini itiraf etse de, hiçbir zaman üstün amacına Çember’i ya da Şiddetsiz İletişim’i yerleştirmedi. Tiyatroyu ve topluluğu sürdürülebilir kılmak için gereken asgari düzeyde teori ve pratikten fazlasına girilmedi.
Spi̇ri̇tüelli̇k – Manevi̇yat
Günümüzde “spiritüel” uygulamalar birçok başka alan gibi neoliberal ekonominin hizmetine girip derinliğini ve anlamını büyük ölçüde yitirdiğinden, bu konuda hassas olunmasını önemli buluyorum. Bu alanda aşağıdaki iki ilkeyi izlemeyi yararlı bulduk:
A. SEYİRCİYE SUNDUĞUMUZ HER ÇEŞİT PRATİĞİ ÖNCE KENDİ ÜZERİMİZDE DENEMEK: Bu ilke, dürüstlüğe önem verdiğimiz için bize yol gösterdi. “ZBAM!” adlı oyunumuzda “cinsiyetçi yargılardan kurtulmak için büyü yapma” sahnesi vardı, bunu önce kendi içimizde yaptık. Dördüncü oyunumuz “Zenhar” erginleme ile ilgiliydi; bunun eğitimini alıp aylarca birbirimize ödevler verdik. Her zaman önce kendi üzerimizde test ettik, etmediğimizi sahneye getirmedik.
B. YALNIZCA ARMAĞANA/HİZMETE DÖNÜŞEN YAKLAŞIMLARI ALMAK: Benim anlayışımca, hocalarımdan da anladığım kadarıyla, spiritüel öğretiler, nihayetinde bir armağana, topluluğa/topluma bir hizmete dönüşmediğinde başarısız ya da eksik sayılıyor. Buddha’nın ağaç altında aydınlanması, ama sonra köye dönüp gündelik işlerine devam etmesi gibi. Kara Kabare de oyunlarda ve kendi iç çalışmalarında yararlandığı spiritüel sayılabilecek yöntemleri her zaman daha üstün bir amaca hizmet etmek için kullandı (topluluk hissini kuvvetlendirmek, oyuncuları esnetmek, oyun metninin anlayışını derinleştirmek gibi). Tek cümlelik anlam vaatlerini, basitleştirilmiş gizemleri, şıp diye iki sayı hesabıyla insana kaderini söyleyen öğretileri tehlikeli buluyorum.
Ülkemizde özellikle manevi alan siyasi cepheleşmeye kurban gittiğinden, bu alanda derin bilgi edinmeyi çok kıymetli bulduğumu belirtmeliyim. Ülkenin koşullarını çok iyi göz önünde bulundurmaya, kendimi çok iyi eğitmeye ihtiyacım olduğu kanaatine vardım. Toplumda ihtilaflı konuların iki tarafını da öğrenmezsek, cepheleşmeye bir kürek kömür de biz atmış oluruz gibi geliyor bana. Eğer kalplerde barış ateşi yanıyorsa, hem Kürt hareketini hem Türkçü argümanları, hem dinî hem seküler argümanları çok iyi anlamayı bugün için sanatçı sorumluluğuma dahil ediyorum. Takdir edersiniz ki, mesela din öğrenmek istersek ve kaynak olarak Engels’i seçersek, sadece dinin eleştirisini öğrenmiş oluruz. Demek ki çapraz okuma yapmak zorundayız.
Bunu aynı zamanda oyuncu, yazar, tiyatrocu, sanatçı kişilik için de önemli buluyorum. Aktör, sembolik dilde “kimliğini kaybetmeden başka kimliğe bürünebilen kişi” olarak tanımlanıyor. Kavgam’ı okuyunca Nazi olmuyoruz.
Uzun zamandır sadece ürettiklerime değil, hayata da Eisenstein’ın da dediği gibi “radikal empati” ile yaklaşmaya çalışıyorum: “Evet, senin yerinde olsaydım, ben de tam olarak öyle yapardım”. Bu yaklaşım her koşula uymuyor. Bir şeyi anlıyor olmam, onu meşru da kılmıyor. Bana zarar veren bir davranışı hayatımda, topluluğa zarar veren bir davranışı toplulukta barındıracağım anlamına da gelmiyor. Ama bu yaklaşım, bence sanata uyuyor.
Ortak amacımıza götüren araçlar
1) Şiddetsiz İletişim
Bugüne kadar Kara Kabare için Şiddetsiz İletişim’den gelen iki anlayışın içselleştirilmesini şiddetsizlik adına yeterli buldum:
“HER DAVRANIŞ BİR İNSANİ İHTİYAÇ KARŞILAMA GİRİŞİMİDİR.”
Bu anlayışın getirdiği zihniyet değişikliği, benim için sadece insanlarla bir arada durabilme ve topluluk sürdürebilme becerisinin çok ötesinde, oyuncu ve yazar olarak dünyamı derinleştirdiği için çok kıymetli. Rolüme yaklaşımımı, yazdığım metne yaklaşımımı dönüştürdü, politik görüşlerimin daha barışa hizmet eder hale gelebilmesini sağladı.
“TAHAKKÜM KÜLTÜRÜ DEĞİL İŞ BİRLİĞİ KÜLTÜRÜ YARATMAK”
Şiddetsiz İletişim’e göre tahakküm, yani dominasyon, bir insanın bir başkasına, istediği şeyi zorlayarak, cezalandırma ya da dışlama korkusuyla veya ödül vaadiyle yaptırması. İş birliği için de, gücümüzü birlikte kullanmak diyebiliriz. Hayalini kurduğumuz güzel dünyayı kendi içimizde hayata geçirmek için, tahakküm yerine iş birliği kültürü içinde çalışmayı araştırmak istiyoruz. Kara Kabare’nin şirketleşmekten uzak durmasının sebepleri arasında bu da var: Aramızdan bir kişi ya da gruba, eşitsiz bir güç vermek istemiyoruz. Bugün hâlâ birisinin topluluktan atılmasına dair bir prosedürümüz yok, hiçbirimizin elinde böyle bir güç bulunmuyor. Kararlarımızı nasıl alacağımıza birlikte karar veriyoruz, mümkünse bu kararı her projedeki ekiple tazeliyoruz. Bazı projeler herkesin her karar aşamasına katılmasını gerekli kılıyor. Bazılarında ise, belirli bir inisiyatif kullanma yetkisini yönetmene devretmek mümkün. “Yönetmenin dediği olur” gibi bir konvansiyon hep süre gidecek diye varsaymak yerine, bu tip bir iş bölümünü baştan birlikte anlaşma yaparak oluşturunca, rızaya dayalı bir yapı kurmak mümkün.
Bununla birlikte, deneyimim, hiyerarşi ile güç hiyerarşisinin aynı şey olmadığına işaret ediyor. Eşitlik aynılık demek değil. Diyelim ki toplulukta birisi 15 yıldır var, birisi de yeni gelmiş. Burada, kelimenin sırf geometrik anlamını düşünürsek, bir çeşit hiyerarşi var diyebiliriz. Yine de, deneyimli olan, deneyimini topluluğun hizmetine sunuyorsa, buradaki hiyerarşide bir sorun görmüyorum. Sırf hiyerarşisiz olalım diye deneyimli olana “deneyimlerini anlatma, biz kendimiz yeniden keşfedelim” dersek, Amerika’yı 155 kere keşfetmek zorunda kalabiliriz; bu sürdürülebilirliğe hizmet eder mi?
Zenhar oyununun bir parçası olarak tasarlanan, seyircilerle birlikte gün dönümünde bir çatıda yapılan törene hazırlık (2022)
Peki tahakküm sadece yukarıdan mı kurulur?
Yine Şiddetsiz İletişim’in kurucusu Marshall Rosenberg’ten alıntı yapalım:
“HİÇBİR SİSTEME SANA BOYUN EĞDİRECEK YA DA İSYAN ETTİRECEK GÜCÜ VERME.”
Yukarıdaki alıntıda isyan etmenin “gücünü devretmek” olduğuna dair bir yaklaşım var.
demek ki, eğer…
-bir kişinin, mesela liderin söylediği söz ısrarla herhangi bir topluluk üyesinin sözü olarak değil, emir olarak duyulursa,
-ortak karar aşamalarına kimse fikren katkı sunmazsa,
-ortak karar gereken konuların anlaşılması için gereken çalışmalar, okumalar yapılmaz ve dolayısıyla konu tartışılamaz hale gelirse,
liderin niyeti tahakküm kurmak olmasa da, kendisine aslında yapısal olarak elinde olmayan bir güç atfedilmiş olmaz mı?
daha önce yaşanmış bir örnek:
“Konsensüsle gala yapalım mı yapmayalım mı diye karar almaya çalışıyoruz.
Bütün topluluk üyeleri fark etmez diyor.
Ben yapılmasın diyorum.
Benim dediğim oluyor.”
Benim anlayışımca bu konsensüs olmuyor. Bu örnekte konsensüs olması için, topluluk üyelerinin “piyasa” kuralları ile oynamayan bir tiyatro topluluğunun gala konusuna nasıl yaklaşması gerektiği üzerinde düşünmüş olmaları ve fikir belirtmelerine ihtiyaç var. Dile gelen farklı fikirler konuşula konuşula, topluluktaki herkesin içine sinecek, gönül ferahlığıyla katılımcı olabileceği bir çözüme ulaşmak gerekiyor.
Demek ki konsensüs, bilgilendirilmiş rıza gerektiriyor, yoksa yapı çöküyor, yani seçilmemiş bir tahakküm oluşuyor.
2) Çember Adabı
Kara Kabare’nin de dostlarından olan Emre Ertegün’den alıntı yapmak istiyorum: “Council (çember), törensel bir alandır. Atalarla, doğayla, birbirimizle, elementlerle, yönlerle, görünen ve görünmeyen her türlü varlıkla olan derin bağlantımızı fark etmeye, dinlemeye yer açarız.” [8] Bu adabın tiyatroya uyarlanması araştırması boyunca, Kara Kabare’de çemberi kendi aramızda bağlantı kurmak, bağlantıyı taze tutmak, onarmak, derinleştirmek, sahne üzeri “ensemble” hissiyatını kuvvetlendirmek için kullandık. Bazen, özellikle de çalışılan oyunun araştırması gerektiriyorsa çok törensi, uzun ve derin alanlara girdik, ama çoğunlukla, provanın başında “bugün şu an nasılım?”, sonunda da “ayrılırken nasılım?” gibi mini halleşmeler şeklinde uyguladık.
Şunu da eklemek isterim: Karşılıklı konuşmak yerine, herkesin kendini kısa, öz şekilde, bölünmeden ifade edebildiği, yargısızca duyulduğundan emin olduğu bu “halleşme” pratiği, bir tiyatro topluluğunun ihtiyaç duyduğu her şeye hitap eden bir metot değil. Bazı sanatsal ya da entelektüel/teorik tartışmalar için de Çember uygun bir yapı değil, çünkü konunun doğası gereği, bir diyalektik, karşılıklı konuşma, yani diyalog gerekiyor. Tıpkı hiyerarşi konusunda paylaştığım gibi, sırf çember yapacağız diye gözlerimin parladığı, tüm hücrelerimle hayatta olduğumu hissettiğim, birlikte hayatın anlamını keşfetmeye çok yaklaştığımızı zannettiğim sohbetlerden vazgeçmeyi asla düşünmem.
Tüm bunları, hem Şiddetsiz İletişim’in hem de Çember’in, kendi içinde bir amaç değil, sadece birer araç olarak, ihtiyaca göre kullanılmasının işimize yaradığını bulduğumuzu paylaşmak için açıkladım. Çantamızda başka araçlar da olmalı.
GELENEK KIRMAK – NEREYE KADAR, NE KADAR?
Kara Kabare “piyasa” kurallarıyla oynamayan, kendi oyununun kurallarını kendisi koymaya çalışan bir topluluk oldu. Bu yaklaşımla gelenekselleşmiş, kalıplaşmış her çeşit tiyatro ve aktivizm/artivizm pratiğini sorguladık.
Üzerinde düşündüğümüz, kırmayı ya da aşındırmayı araştırdığımız bazı kalıplar:
-Bilet satmak yerine armağan ekonomisi (“politik tiyatro sadece sahnede politik söz söylemekle olmaz” diyoruz yani).
-Prestijli gala yerine atalık tohum dağıtıp bir sonraki oyun için para armağanı topladığımız “bağlantı galası”.
-Hukuki ve yasal bir yapı kurup şirketleşmek yerine tam bağımsız bir yapı olarak kalmak
-Kontrat yerine gönülden yapılan, rızaya dayalı sözlü anlaşmalar.
-“Ne olursa olsun perde açılır” prensibi yerine oyuncuların sağlık gibi insani ihtiyaçlarını da gözetebileceğimiz daha esnek bir yaklaşım.
-“Sezon” denilen takvimi değil kendi sürecimizi izlemek, yazarın, oyuncunun sürecini gözeten tarihlerde oynamak/prova yapmak.
-“Gişe kaygısı” gütmeden, oyunun ne kadar izleneceğini düşünmeden, sadece kendi sanatımızın amacıyla hizalanarak iş çıkarmak.
-Devlet yardımı yerine kitle fonlaması ya da armağanlaşabileceğimiz sponsorluklar (yine tam bağımsızlık için).
-Uzmanlaşma yerine herkesin her işe el atabilir halde olması (en azından bir niyet olarak).
-Gelen parayı oyundaki role/göreve bakmaksızın eşit paylaşmak.
-Özellikle en başlarda, ödül jürilerini çağırmamak, protokol yeri ayırmamak (alınan ödüllerle bu yaklaşım terk edildi; ödül bir armağan olarak kabul edildi ve bu müesseselerle aramızdaki bağlantının devam ettirilmesi önem kazandı).
-Oyuncu seçmesi yapmak yerine, açık alan teknolojisinin bir parçası olan “her gelen doğru kişidir” ilkesi ışığında, topluluğa her geleni kabul etmek, oynamak isteyen herkese armağanına göre bir rol yazmak.
-Oyuncu ile oyuncu olmayan arasındaki hiyerarşiyi kırmak adına oyuncu olmayanlarla da çalışmak.
-Sahneye çıkanlar/toplulukta olanlar arası cinsel ve romantik ilişkileri serbest bırakmak.
İçine girdiğimiz bu teorik ve pratik araştırmadan her zaman mükemmel sonuçlar elde etmedik. Bunların çoğunun hem artıları hem eksileri bulunmakta.
Gelenek kırma pratiği içinde, bazı geleneklerle barışıldığını belirtmekle başlayalım.
Zenhar kadrosu armağan gişesinde! (2023)
Örneğin armağan gişesi ilk başlarda kahve, kitap, şan dersi gibi nesnelerden ve emek değişiminden, cüzi bir miktar da nakit para armağanı seçeneğinden oluşuyordu. O günlerde aslında paranın ne kadar kolaylaştırıcı bir araç olduğuna dair bir farkındalık kazandık ve gönül rahatlığıyla para yelpazesi sistemine geçtik. Buna benzer şekilde, bazı geleneklerin, tiyatro adabının bazı yönlerinin geçerli sebeplerle gelenekselleşmiş olduğu sonucuna vardık. İşte benim görebildiğim bazıları:
-Sahnelediğimiz oyunlarda da genel bir “özgür aşk” “Eros” havası estiğinden, tiyatro geleneğinde bulunan “aşk ilişkileri sahneye taşınmaz” adabını uygulamadık ve bunun bedelini ödedik. Prova esnasında açıklıkla yaşanan yakınlaşmaların hem bütünlük hissini zedelediği, hem de odağı kaydırdığına dair geri bildirimler dile geldi. Araştırma ruhu ve şeffaflıkla yaşanmış olsa da, cinsel yakınlaşmalar güven bağının zedelenmesine ve odak kaybı yaşanmasına sebep oldu. Aşk ilişkileri ve beraberinde gelen kırılganlığı topluluk içinde ele alma becerisi, insanların bütün ömürlerini adadıkları başlı başına bir eğitim konusu. Uzun bir koşullandırmalardan arınma, bolca çember, bolca açık iletişim, yani bolca mesai gerektiriyor. Kara Kabare bir Tantra topluluğu değil. Cinsel ifade kıymetli, insani ve evrensel bir ihtiyaç ama tek bir topluluk bir insanın her ihtiyacını karşılayabileceği bir kaynak olamıyor. Ayrıca cinsel ifade, sadece cinsellik stratejisiyle karşılanan bir ihtiyaç değil. Ortak yaratım aşamasında serbest kalan libidinal enerjiyi işimizi parlatmaya doğru kanalize etmek mümkün.
-“Yönetmenin gösterdiği kaynağı okumak”, “kişisel dertleri sahneye taşımamak” gibi tiyatro etiğine ait bazı beklentilerin gerçekçi beklentiler olduğunu keşfettik. Bununla birlikte herkesin aynı etiğe sahip olduğunu varsaymak işe yaramadı. O yüzden kulağa çok aşikar gelse de, herkes biliyor sansak da, yine de kıymet verdiğimiz, yol gösterici ilkelerimize dair en baştan sözlü anlaşma yapmak işimizi çok daha kolaylaştırdı.
ŞİDDETSİZ, HİYERARŞİSİZ LİDERLİK
Şiddetsiz İletişim’den aldığım ilhamla liderlik etmeyi “kendi ihtiyaçlarına dair farkındalıkla hareket ederek bu ihtiyaçları karşılamak için eylemlerde, ricalarda bulunmak” olarak tanımlamak istiyorum. Bu pencereden bakıldığında, oyuncular, yazarlar, dramaturglar, müzisyenler, mimarlardan oluşan topluluk yapımızda herkes aslında potansiyel bir lider. Herhangi bir aşamada, her birey, herhangi bir ihtiyaca yönelik bir ricada bulunarak liderlik alabilir.
Bizim kadar tiyatro odaklı bir yapıda liderliğin güç hiyerarşisi üretmemesi için oluşturulabilecek en mantıklı yapı rotasyon gibi gözükmekte; yani farklı kişilerin oyun yazıp sahnelemesi ideal olacak. Bunun gerçekleşebilmesi için çalışmaya devam ediyoruz.
Son olarak, bir topluluğa ya da bir gruba herhangi bir alanda liderlik ederken, Onarıcı Adalet eğitiminde rastladığım ve bugüne kadar bana yol göstermiş olan şu iki soruyu sizlere de armağan etmek istiyorum:
Bu işi yaparken üzerinden hareket ettiğim esas niyetim hangisi?
İç dünyamda bu niyetimle uyumlu olmayan başka niyetler fark ediyor muyum?
İkinci soruyu dürüstlükle yanıtlamanın, kendi karanlık köşelerimi sobelemenin muazzam önemini her geçen gün deneyimliyorum. Örneğin, benim esas niyetim gerçekten “sürdürülebilir, sevgi ve neşe ile ortak üretim yapılan bir alan açmak.” Daha derinlerde, çok da kendime itiraf etmek istemediğim bir yerlerde, bunu yaparsam, birlikte çalışacağım insanların da beni seveceğine dair bir beklenti taşıdığımı fark ettim. Bu aslında kötü bir beklenti değil, insani bir hal. Yine de bunun farkında olmazsam, hayal kırıklığına uğramam ya da tam da neden olduğunu anlamadığım bir şekilde odağımı kaybetmem mümkün. Bu da yazının başında açıklamaya çalıştığım “kişisel dönüşümle toplumsal dönüşümün” neden el ele gittiğine dair bir örnek olmuştur diye umuyorum.
Dipnotlar
[1] https://charleseisenstein.org/
[5] https://na.org/
[6] Erginleme hocam: https://www.johnwolfstone.us/
[7] Çember için Emre Ertegün’ün yazısına bakılabilir: https://yeniyedogru.com/blog/2020/05/cember-101/
Şirvan Akan
1981, İstanbul doğumlu Şirvan Akan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Anasanat Dalı Oyunculuk Bölümü mezunudur. 2006 yılından itibaren Beşiktaş Belediyesi Prodüksiyon Tiyatrosu, İstanbul Devlet Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu, GalataPerform gibi kurumlarda oyuncu, yönetmen ve koreograf olarak çalışmış, ÇATI’da dans eğitimlerine devam etmiştir.
İleri seviye Yoga hocalık eğitimlerini ve Şiddetsiz İletişim yıllık eğitimini tamamlamıştır.
2011’de yazdığı “Meymenetsiz Musibet” adlı oyunun sahnelenmesiyle birlikte Kara Kabare Tiyatro Topluluğu’nu kurmuş ve oyunlarını bu toplulukta sahnelemeye devam etmiştir.
TEB Oyun Dergisi‘nin Buluşmalar sayısına ulaşmak için: TEB Oyun / Buluşmalar