Görmezden Gelinmenin Reddi: Kemal Aydoğan’la Söyleşi
Pandemi süreci boyunca salgınla başa çıkmanın yolları arandı ve aranmaya devam ediliyor. Küresel çapta bir sorun olan pandeminin etkisini hayatımızın her alanında hissettik, başa çıkmaya çalıştık. Ne yazık ki, 2 yıllık karantina süreci boyunca 17 ay kapalı kalan bir sektör olarak tiyatro, pandeminin en ağır sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Seyirci ve oyuncunun bir aradalığına ihtiyaç duyan tiyatro, dijitalin olanaklarının araştırılmasıyla birlikte çözüm yolları aradı. Tiyatronun sürdürülebilirliğine dair üretilen çözümlerin yanında ise sahnelerin, oyuncuların, yönetmenlerin, dramaturgların yani tiyatroyu profesyonel anlamda yapan, mesleği tiyatro yapmak olan kişilerin durumu, çözüm üretmesi gereken pek çok kurum ve kişi tarafından göz ardı edildi. Bunların yanı sıra Türkiye’nin son dönemde içinde bulunduğu ekonomik krizi göz önüne aldığımızda bu sektörün, hayal edilmesi güç bir ekonomik yıkıntının altında ezildiğini söyleyebiliriz.
Bu durumun en çarpıcı örneklerinden birisi Kadıköy’de 2013’ten beri üretmeye devam eden Moda Sahnesi’nde yaşandı. Türkiye’de kültür sanat alanının içinde önemli bir yeri olan Moda Sahnesi’nde elektrik faturasına yapılan fahiş zamlara tepki olarak faturaların ödenmemesi sonucu elektrik kesildi. Enerji hakkını, vatandaşlık hakkını temel alan Moda Sahnesi “Ödemiyoruz” eylemini başlattı ve oyunlarını karanlıkta oynamaya devam etti.
Moda Sahnesi’nde Neler Oldu?
– Aralık ayında 7 bin lira gelen elektrik faturası, Ocak ayında 20 bin lira geldi. Moda Sahnesi yapılan fahiş zamlara tepki olarak “Ödemiyoruz” eylemini başlattı.
– 10 Mart’ta fatura ödenmediği için Moda Sahnesi’nin elektriği kesildi. 4 saat sonra “kimliği bilinmeyen bir kişinin” faturayı ödediği gerekçesiyle elektrikler yeniden açıldı.
– 1 ay sonra Şubat ayı faturası ödenmediği için elektrik yeniden kesildi.
– Moda Sahnesi’nde karanlıkta oyunlar oynanmaya devam edildi. Yeni Bir Şarkı, SuzyStorck, Ormanlardan Hemen Önceki Gece, Akciğer, Diktat ve On İkinci Ev karanlıkta, fenerler eşliğinde seyirciyle buluştu. Seyirci tiyatronun en temel parçalarından biri olan ışığın yokluğuna rağmen oyunlara gelmeye ve Moda Sahnesi’ni desteklemeye devam etti.
– 21 Nisan’da Moda Sahnesi eylemi sonlandırdığını açıkladı. En temel nedenleri pandemi nedeniyle havalandırma çalıştıramamanın sağlık açısından olumsuz koşullar oluşturmasıydı.
– Moda Sahnesi’nin “Ödemiyoruz” eylemi ile birlikte vatandaşlık hakkı, enerji hakkı, özerk bir kamusal tiyatro gibi kavramlara ilişkin tartışmalar yürütüldü. Sahnenin kurucularından Kemal Aydoğan ile pandemi süreci, kamusal tiyatro ve “Ödemiyoruz” eylemi üzerine konuştuk.
YAŞAM ÖZLEM GÜLSEVEN: Öncelikle hoş geldiniz. Bugün aslında “Ödemiyoruz” eyleminden yola çıkarak başlayalım istedim. Son dönemde yapılan zamlarla birlikte Moda Sahnesi’ne Aralık 2021’de 7 bin lira gelen elektrik faturası Ocak 2022’de 20 bin lira olarak geldi. Siz de bu faturayı ödemeyi reddederek bir eylem başlattınız. Sizden bu süreci dinleyebilir miyiz?
KEMAL AYDOĞAN: Temelde aslında şuradan hareket ettik: Tabii ki bir tiyatro bunu ödeyemez ama bir vatandaş da ödeyemez. Hepimizin başına gelen bir bela bu. Birdenbire gelirimiz artmamışken bizden üç katı oranında elektrik faturası ödememiz bekleniyor. Doğalgaz da buna tâbi, su da tâbi, gıda da tâbi. Tüm hayat iki ya da üç katı pahalılaşmış durumda ve bizim gelirimizde değişen hiçbir şey yok. Devlet bunu ödememizi bekliyor. Burada vatandaşın yapacağı tek şey “Hayır ben müşteri değil, vatandaşım” demek. Devlet bizi müşteri gibi algılıyor, her koşulda o malı satın almamızı bekliyor. Ama biz zaten satın aldığımız her şeyde vergimizi veriyoruz dolayısıyla bu hizmetlere ucuz ve kolay olarak ulaşmamız gerekir. Vatandaşlık bilgisi bizim için birincil yola çıkış noktasıydı. Ki bu süreçte muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu kendi faturasını ödemeyeceğini söyledi. Biz de başlangıçta ondan ilham aldık.
Y.Ö.G: O süreçte Kemal Kılıçdaroğlu sahneye de geldi değil mi?
K.A: Geldi evet. Biz bu faturanın, bu zamma itirazın vatandaşlık hakkı olduğunu göstermek için başladık. Bir noktada vatandaşlık, diğer noktada ise tiyatro. Bir tiyatro bu oranda bir zammı yüklenemez, yüklenmemeli. Tiyatroların kültür sanat alanları olduğunu Kültür Bakanlığı da belediye de tanımlamalı aslında. Devlet bizden bu parayı talep ettiğinde bu ne anlama geliyor? Siz kültür sanat alanı değil, tüccarsınız, diyor. Biz de tüccar olmadığımızı söylüyoruz. Biz kültür sanat üretiyoruz. Faaliyetimizi sürdürebilmek için şirket olarak tanımlanmış olabiliriz, bu bir zorunluluk olarak bize dayatılmış olabilir ama biz kültür sanat kurumuyuz. Ticarethane değiliz. Bir kere burada varoluşa da bir itiraz var. Devletin ya da Kültür Bakanlığı’nın mevzuatında şirket dışında bir form yok, bu onların eksiği. Şirketin içinde başka bir açılım olsa, ben onu da seçebilirim ve onun doğrultusunda bir tiyatro da planlayabilirim. Ama böyle bir imkân da sunmuyor devlet.
Y.Ö.G: Kamusal tiyatro meselesi tam da bununla ilgili değil mi? Aslında bir tanım talebinden söz ediyoruz.
K.A: Tabii ki öyle. Biz neden şirketiz? Neden bunu bu kadar kolay kabul ediyoruz? Faaliyetlerimizi yürütmek için şirket olmak, diyelim ki en başta çok üzerine düşünülmemiş ve bütün tiyatrolar tarafından kabul edilmiş olabilir. Ama şimdi gerçeklik öyle değil. 500-600 tane farklı biçimlerde tiyatro yapan, farklı maddi ve fiziki özelliklere sahip özel tiyatro var. Bunların tasnif edilmesi ve farklı biçimlerde desteklenmesi gerekir. Bu zaten merkezde Kültür Bakanlığı, yerelde belediyelerin işi. Türkiye’de yetkili ve düzenleyici kuruluşlarda kültür sanat faaliyetini “tanımlama” ve “tanıma” eksiği var. Kültür Bakanı da tiyatronun ne işe yaradığını bilmiyor. İşte bu yüzden bir isme, sürdürülebilirliğe, bir mevzuata ve tabii ki devamında da bir kaynağa ihtiyacımız var. Biz kültür sanat kurumuyuz. Bunun toplum içinde yaygın ve ulaşılabilir olarak konumlandırılmış olması gerekirken neden bu kadar çok çaba sarf ediyoruz? Neden aslında ne olduğumuzu sürekli anlatmaya, birilerini ikna etmeye çalışıyoruz?
Y.Ö.G: Kamusal tiyatro diyerek, kültür sanat üreten özel tiyatrolara bir kamu kaynağı ayrılmasından bahsediyoruz. Bunun sistemleştirilmesi, gerekli denetim mekanizmalarının çalıştırılması vs. değil mi?
K.A: Kesinlikle. Buradaki denetim asıl meselelerden birisi. O kaynağı kullanan kişi olarak kamuya hesap verebilmek, kaynağı sağlayan kişi olarak da hesap sorabilmek. Bu modelde ben katma değer üretilen bir bütçeyi kullanıyorum. Ben zaten tartışmasız bir şekilde bu halka karşı sorumluyum. Ama şu an verilen paranın bir takibi yok. Para kime gitti? O parayla nasıl bir iş yaptı? Seyirci ne dedi? Nasıl bir etki uyandırdı?
Y.Ö.G: Aslında bazı kültür sanat fonlarının, Avrupa fonlarının işleyiş mekanizmasına benzer bir modelden söz ediyoruz. Sağlanan bir kaynak var ama sonucunda ne yaptığını yapılandırman ve belgelemen bekleniyor.
K.A: Tabii. Çok doğru bir örnek. Bazı fonlar tam da bunu uyguluyorlar. Nasıl? “Faaliyetini uygun buldum, sana bir para vereceğim, nerede kullanacağını ayrıntılı olarak yapılandır ve bana hesabını ver.” Benzer bir modelin tiyatroda da kurulması gerekiyor. Bizde her yıl şöyle oldu: Yaklaşık 300-400 bin lira gibi bir bütçe verdik, her sene 30-40 bin lira gibi bir para aldık. Bu yıl verdikleri 30 bin lira 2 bin euroya denk düşüyor. Bu parayı alan tiyatro 2 bin euroyla yıl boyunca tiyatro üreteceğini ve bunu bir de sürdüreceğini söylemiş oluyor. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Şöyle işleyebilirdi: İstenen bütçe 400 bin lira. Neler yapacaksın? Ne tür etkiler, ne gibi sonuçlar bekliyorsun? Kaç oyun oynayacaksın? Kimlerle yapacaksın? Sözleşmelerin hazır mı? Bu kaynağı bana sağladıktan sonra benim bunları ne kadar gerçekleştirdiğimi denetleyebilir. Eğer gerçekleştiremediysem, bütçemi kısar. Bunu yapmak çok zor bir şey değil ama bunu yapmaya hevesli olmak lazım. Devlet Kur’an kursu açmaya hevesliyken tiyatroya değil. Ben bunu politik olarak anlıyorum. Bunu sadece son yirmi yıla değil daha önceki yirmi yıllara da atıfla söylüyorum. Tansu Çiller döneminde de benzer bir durum vardı. Türkiye’nin yönetim stratejisinde kültür sanat ya da tiyatro böyle bir yer kaplamıyor. Dolayısıyla önemsenmiyor. Ama önemsetmek ve bunun ihtiyacını duyurmak, bu anlamda bir mücadele yürütmek bizim işimiz zaten. Bunu yapmıyorlar diye biz susamayız.
Y.Ö.G: Daha önce bir söyleşinizde kamusal tiyatro modeliyle ilgili çalışmaların tamamlanmak üzere olduğunu söylemişsiniz. Şu an böyle bir plan var mı?
K.A: Kamusal tiyatro diye bir grubumuz var. İki yıldır konuşuyoruz üzerine. Öncelikle “kamusal tiyatro” kavramı nedir? Politik, hukuki, ekonomik olarak nelere denk düşüyor? Çünkü her disiplin kamusallığı benzer biçimde anlamıyor. Devlet de “kamusallık” kavramını kapmış durumda. Oysa ki kamu devlet değil. Devletten kamuyu geri almak gerekiyor. Kamu toplum demek aslında. Politik bir manevra var burada.
Bu grup iki yıldır modeller ve Türkiye’deki uygulanabilirlik üzerine düşünüyor. Hatta geçen yıl Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde dört söyleşi yapıldı. O söyleşiler de bir çıktı gibiydi aslında. Bu ekim ayında da kırka yakın tiyatronun bir araya gelmesi ve kamusallıktan ne anlaşıldığı konusunun konuşulması planlanıyor. Küçük bir çalıştay gibi düşünebiliriz. Tiyatroların yoğun biçimde katılmasını umuyoruz. Onların da görüşlerini alıp bir sonraki aşamaya geçmek düşünülüyor. Bir sonraki aşamada da daha net bir model üretmek ve bu modelin yasalaşması ya da mevzuat haline gelebilmesi için gerekli süreçleri başlatmayı konuşuyoruz. Biz bu süreçlere hâkim değiliz ama biz ihtiyacımızı belirleyebiliriz. Sonra hukukçulara devrederiz ve onlar bu modeli yapılandırabilir. Tabii nihayetinde Kültür Bakanlığı’nın ya da belediyenin bunu yapmaya niyetinin olması gerekiyor. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Niyetleri var mı bunu yapmaya? Elini taşın altına sokacak ve bunu ısrarla isteyecek bir yönetime ihtiyaç var. Bu işi yapan biziz, bürokratlar değil. Dolayısıyla biz bu alanda iş yaparken eksiğini duyduğumuz mevzuatın hızlıca düzenlenmesini isteyebiliriz. Bunu istemiyorsak zaten birinin keyfine kalıyor. Dolayısıyla hem emek sorunu ortaya çıkıyor hem estetik problemler…
Tiyatro niteliği denen şeyin kurulması da tam olarak bununla ilgili. Çünkü o alanda çalışanın aynı zamanda karnının doymasıyla ilgili bir şey bu, bunu atlayamayız. Bu temelde bir bütçe meselesi. O çalıştırdığın insana geçinebileceği kadar ücreti verebilmenle ilgili… Asgari ücret verebilmek değil bu. Bugün 5 bin lirayla nasıl yaşanır? Böyle bir şey yapılamaz. Yapılırsa da o zaman dünyanın gözden çıkardığı topraklar oluruz. Hatta yöneticiler açısından bakarsak gözden çıkarılmış halk diyebiliriz. Egemenlik perspektifinden bakıp bizi göz ardı ediyorlar. Bu kabul edilemez. O zaman bizim birincil planımız vatandaşlık hakları gereği gözden çıkarılmaları afişe etmek, deşifre etmek, itiraz etmek. Bize bir düzenleme yapacağını söyleyenlerin keyfini bekleyemeyiz.
Y.Ö.G: Görmezden gelinmeye karşı aslında tarihsel bir durum yaşandı. 2022 yılında, Kadıköy’deki bir sahnede karanlıkta oyunlar oynandı ve insanlar geldiler. Seyirciler gözden çıkarmadılar. Hangi oyunlar oynamıştı o süreçte?
K.A: Yeni Bir Şarkı, Diktat, On İkinci Ev, SuzyStorck matine suare oynadı, Ormanlardan Hemen Önceki Gece ve Akciğer oynadı. Oynamak isteyen daha fazla konuk ekip vardı. Ama biz o koşullarda seyirciye “gel” diyemedik. Bence de tarihi bir andı. İçerde ışık yok, fenerlerle ışık yapılıyor ve insanlar bunu izliyor. Duygusu çok yüksek bir direnç oluştu burada. Ama aynı zamanda pandemi süreciydi. Biz birilerinin hastalanmasına sebep oluyor muyuz acaba? Buna değer mi? gibi sorular oluşunca kafamızda, bunu yapmayalım dedik. Biz seyirciye sağlıklı koşullar sunacağımızı taahhüt ederek kapıyı açıyoruz, dolayısıyla onu devam ettirmek zorundayız.
Moda Sahnesi’nin “Ödemiyoruz” eylemi boyunca yaptığı açıklamalara kendi web sitelerinde yer verdikleri “Elektrik Günlüğü”nden ulaşabilirsiniz.
Bu söyleşi TEB Oyun Dergisi’nin 44-45. sayısında yer almıştır.
Bu yazıyı yer işaretlerinize eklemek ister misiniz?