Gösteri sanatlarında kadın olmak, cinsiyetçi tutumlar, cinsel taciz ve saldırı gibi davranışlara karşı ne yazık ki her daim tetikte olmayı beraberinde getiriyor. #MeToo hareketinin dünya genelinde yarattığı dalga, Türkiye’de #SusmaBitsin ve Gösteri Sanatlarında Kadın gibi oluşumlarla, kızkardeşliğin gücüyle büyük bir dayanışma ve bilinçlenme ağına dönüştü. Tiyatro, sinema, dizi ve seslendirme alanlarında birçok başarılı işe imza atmış bir sanatçı olmasının yanı sıra, bu dayanışmanın merkezinde durmaktan, sesini yükseltmekten hiçbir zaman çekinmeyen Tilbe Saran’la sektörü, kadınları ve “Gösteri Sanatlarında Kadın” grubunun umut aşılayan çalışmalarını konuştuk…

Ayça Köklü: Hem oyuncu hem eğitmen olarak uzun yıllardır tiyatro mesleğini icra eden bir tiyatrocu olarak sektörün kadınlara karşı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tilbe Saran: Aslında hep konuştuğumuz şeyler bunlar. Ne yazık ki sektör dediğimiz şey, içinde yaşadığımız toplumda normalleştirilen eril bakışı bütünüyle sünger gibi emen bir yapı. Diğer sektörlerin de böyle olduğunu düşünüyorum. Bize has yanı ise tam da bu mesleği icra edenlerce daha da içselleştirilmiş olması ve “hafif kadın”, “kolay kadın” ya da “sözüne güvenilmeyenler sınıfı” gibi duymaya maalesef alıştığımız ifadelerin normalleştirilmesi… Galiba benim için en çarpıcı olan, mağdurların mağdur olduğunun farkına varmaması. Kendimi de dahil ederek bunu söylüyorum. Bu, eğitimden başlayan bir sorun aslında. “Böyle gelmiş böyle gider”, “bu işin doğasında var”, “usta-çırak ilişkisinin bizatihi kendisinde böyle bir şey var” gibi normalleştirilmiş kalıp bakışlar hep vardı. Gerektiği anda bunlar dile getirilmediği, dolayısıyla su yüzüne çıkmadığı için “herhalde bu işler böyledir”, “nefesi kontrol ederken hocan senin göğsüne dokunabilir, bundan da o kadar anlam çıkarma”, “tantana edecek bir şey yok” ya da “kendine pay biçme” gibi daha da tehlikeli sulara varabilecek, kadınlar arası rekabeti bu türden manipülasyonlarla alevlendirecek bir sürü şey olurdu.

Benim aslında sektörle ilk tanışma diyeceğim alan seslendirme olmuştu. Çok net söyleyebilirim ki son derece pespaye, son derece eril, sürekli “götürülen kadınlar” ve “ibneler” gibi her türlü sözlü aşağılamanın olduğu, bunun da temasla katmerlendirildiği, hiçbir sağlıklı çalışma koşuluna uyulmayan, merdiven altı, dolayısıyla her türlü karanlığa izin veren çalışma ortamlarıydı bunların çoğu. Mesela o zamanlardan şunu hatırlıyorum. Gerçekten hiç evlenmeyi düşünmediğim bir arkadaşımla nişanlanıp, o nişan yüzüğünü kendime koruma kalkanı yapmıştım. Bunun ne kadar ilkel bir tutum olduğunu tabii daha sonra farkına vardım; ama o zamanlar böyle bir kalkan edinme ihtiyacı hissetmiştim. Çünkü o sırada henüz öğrenciydim. Konservatuvara girdikten hemen sonra
bir kursa gitmiş, o kursun devamında da profesyonel seslendirme yapmaya başlamıştım ve o dönemde İstanbul’da bulunan her türlü stüdyoya girip çıkmıştım. Allah’tan bir mesafe koyma eğilimim vardı. Zannediyorum hep o mesafeyle korunmaya çalıştım. Hiç kimseyle fazlaca bir yakınlık kurmadım, ahbaplık etmedim. İş ortamından neredeyse hiç arkadaşım yoktur benim mesela. Çok sonraları, konservatuvarın bitiminde, çalıştığım kimi tiyatrolardan iş arkadaşlarım oldu; ama çok genç yaşta başlamış olduğum ve fazlasıyla yoğun bir biçimde orada çalışmış olduğum halde seslendirme sektöründen edinmiş olduğum o kuşaktan bir tane bile arkadaş sayamam. Ne kadın ne erkek… Orası gidip kimseyle muhabbet etmeden hızlıca işimi yapıp ayrıldığım bir alandı. Bütün bu korunma çabama rağmen seslendirme sırasında tacize uğradım. Daha ileri yaşlarda ise, o süreçte kendimi korumanın ama başkalarını koruyamamanın ağırlığını çok yoğun hissettim. Ancak erken yaşlarda “bir dakika arkadaş, burada hoş olmayan şeyler var”, “kimden söz ediyorsunuz, kimin hakkında bu şekilde konuşuyorsunuz”, “bir dakika, ben böyle bir tavra razı değilim” diyemiyorsunuz. Çok gençsiniz, kendinizi nasıl ifade edeceğinizi bilemiyorsunuz. Dolayısıyla tanıklık beni her zaman daha çok yıprattı. Görüp bir şeye engel olamamış olmak…

Tiyatrolara gelince, belki de seslendirme sektöründen gelen alışkanlıkla hep mesafeli kalabilmeye çok gayret ettim. Tiyatroda başa çıkamadığım, sonradan durup düşündüğümde “bu nasıl bir şeydi” dediğim bir deneyim olmadı. Tiyatroda, çalışma ortamlarını daha uzun süre paylaştığımız, daha tanış olduğum insanlar olduğu için belki de… Orada mesafe koymaya ihtiyaç duymadım, belki de biraz daha büyümüştüm, onun da etkisiyle bir tacizden söz edemem. Ama orada da zaman zaman özellikle kulis ortamlarında yapılan şakalarda, birilerinin arkasından döndürülen laflarda, bütün o eril hakimiyeti iliklerinize kadar, her yönüyle hissedersiniz. Çaycısından dekor taşıyanına, sahne amirinden başrol oyuncusuna kadar erkeklere ait bir dünyada “lütfen” orada olduğunuzu hissedersiniz. Yani hiçbir zaman tekin, güvende, rahat, eşit, özgür ve birey gibi hissettiğiniz yerler değildi. Aklım bu sorgulamaların izini sürdükçe, bu işlerin niye böyle olduğunu etraflıca düşündükçe, okuyup bilgilenerek olanlara anlam vermeye başladıkça, “bir dakika” demek daha kolay oldu.

A.K: Sahne ve gösteri sanatları alanında cinsel tacize yönelik itirazlar ne zaman başladı, nasıl günlerdi hatırlayabiliyor musunuz? Siz bu hareketin başından beri içinde miydiniz?

T.S: Bu soruya Gösteri Sanatlarında Kadın grubunun kuruluşundan başlamak gerekir. Malum bizim alanımız giderek daralmakta olan ve maddi-manevi sıkıntı çektiğimiz bir alan. Pandemiden önce daha ziyade yapımcı veya yönetmen olan kadınlar, kendi aralarında bir grup kurmuşlardı. Sonra oyuncuları da dahil edip genişlemeye karar verdikleri bir sırada beni aradılar ve bu oluşumdan haberdar ettiler. Tam o sırada da pandemi patladı. Pandemi patlayınca tek iletişim kaynağımız Zoom, WhatsApp gibi uygulamalar oldu. O sıralarda bu oluşumda mesleki sorunları tartışıyorduk. Yani hem bir yandan pandemi karşısında çok hazırlıksız yakalanmış bir sektördük hem de her şeyden önce sağlıklı bir sektörden de söz edemiyorduk. Kısaca acil ihtiyaçlarımız vardı ve gerçekten acil ihtiyaçlardı bunlar. Birinin kirası, öbürünün su parasına kadar her soruna çözüm üretmeye çalışıyorduk.

Tilbe Saran

Sonunda bir tür yardım ağı, bir kumbara hesabı oluştu. Tam, kumbarayı ne yapacağız, nasıl organize edeceğiz bu parayı, Türkiye’den zaten ne kadar para toplayabiliriz, yurt dışından destekleri de dahil etmeli derken genişlemeye başladı halkamız. Tam o genişlediğimiz sırada bize Tiyatro Medresesi’yle ilgili olan ifşa mektubu geldi. Mektup önümüze düşünce ne yapacağımızı hakikaten bilemedik. Ben kalakaldım okuduklarım karşısında. Bu ifşa, aslında bütün bu soruların tartışılmasına, yüksek sesle konuşulabilmesine ve ardından da benzer ifşaları yapmak üzere insanların cesaretlendirilmesine vesile oldu. Oradan hareketle araştırmalara, o araştırmalar yapılırken de eğitimde nasıl bir dil kullanmalıyız, nasıl bir eğitim programı oluşturulmalı gibi sorulara doğru katmer katmer açılan, kat kat çoğalan bir hareketlilik üretti. Çünkü ifşalar daha önce yapılmışsa bile bu yaygınlıkta değildi. Bu aslında pandeminin bir getirisi diye düşünüyorum; çünkü tuhaf bir biçimde İstanbul’dakiler İstanbul’dakileri tanıyor, Ankara Ankara’yı, İzmir İzmir’i, Diyarbakır Diyarbakır’ı biliyordu. Geçirgenliği olmayan bir sektördük biz. Hem öğrenciler hem eğitmenler hem de meslektaşlar açısından bu böyleydi. Tabii Zoom gibi bir ortamın olması çok farklı yerlerde benzer kaygılar ve sorunlarla karşılaşan bir sürü kadını bir araya getirmiş oldu ve “hah tamam! zaten ben de”, “biz de” diye büyük bir heyecan içerisinde çalışma grupları oluşturuldu ve o çalışma grupları her biri kendi alanında sorun addettiği şeylere bir takım çözüm olabilecek çalışmaların ilk adımlarını atmaya başladı.

A.K: Gösteri Sanatlarında Kadın grubu ne tür çalışmalar yaptı? Bu süreci biraz ayrıntılandırabilir misiniz?

T.S: Burada çözüm aranan konulardan bir tanesi, sektör feminist terminolojiye ne kadar hakim ne kadar değil meselesiydi. Sektör, aşağılayan, taciz eden, ötekileştiren dili o kadar normalleştirmişti ki! Yaşananların bir hak ve sınır ihlali olduğunu, mağdurun fark etmediği durumların çok olduğunu, bizatihi tanıklık etmiş biri olarak ben de hepimiz de çok içten biliyorduk. Dolayısıyla önceliğimiz bu tanımlar oldu. Nedir bu tanımlar, feminist terminoloji nedir sorularının izini sürdük. Bu süreçte hem kendimizi içsel olarak besledik hem de birbirimizden öğrendik. Kendi sözlüğümüzü oluşturmaya çalıştık.
Bir diğer önemli konu eğitim alanında neler yapılmalı meselesiydi. Herkes üzerine düşeni o süreç içerisinde gerçekten büyük bir coşkuyla ve büyük bir aç kalmışlıkla yaptı; çünkü o kadar susadığımız, o kadar herkesin dertli olduğu bir şeydi ki bu. Böylece eğitim konusunda öneriler gelişti. Şimdi o öneriler ışığında bir kitapçık hazırlanıyor. Böyle bir rehber, oyuncularla çalışan eğitmenler için çok önemliydi. Geçmişte kendi kırgınlıklarınızın ve bazı hassasiyetlerinizin nasıl manipülatif bir biçimde yönlendirilmiş olduğunu deneyimlediğiniz için, farkına varmadan aynı deneyimi aktarıyor olabilirsiniz. Bu ihtimalin önünü kesmek derdindeydik. Konuları okudukça ve derinleştikçe “sakın ben de benzer bir şey yapıyor olmayayım”, “bir öğrencinin sınırını ihlal ettim mi acaba?” sorularını soran bir bilinç gelişti; çünkü tabii ki meslek icabı da bazı sınırlar çok geçirgen olabiliyor. Yani sahne nerede bitiyor, kişisel alan nerede başlıyor, rol nerede bitiyor, oyuncu nerede başlıyor… Bunlar çok sık hatırlatılması gereken sorular ve sağlıklı kalabilmek için de bunu sık sık hatırlatmak gerektiğini fark ediyoruz. Aslında memleketimizde bir tiyatro pedagojisi gelişmemiş olduğu için hiç kimsenin böyle bir eğitimi yok. El yordamıyla bulunmuş ve size yapılmış yanlışları tekrarlamama motivasyonundan beslenen bir öğrenme- öğretme süreci var. Biraz şuna benzetilebilir; annem babam bana bunları yaptı, ben bunun çok bedelini ödedim, aman kendi çocuğuma bunu yapmayayım deyip ters uçlara savrulan bir eğitim ortamı var oyunculuk bölümlerinde. İşte buralara biraz kural getirmek hem eğitim görenin hem eğitmenin o ortak alanda, sınırları ihlal etmeden, birlikte nasıl var olabileceklerine cevap verebilir. En önemlisi ise bunların tersine bir şey yapıldığı zaman müracaat edilebilecek bir yere, bir kuruma, derdinizi anlatacağınız objektif, doğrudan hocanız ya da üstünüz olmayan bağımsız bir mekanizmaya ne kadar ihtiyaç duyulduğunu fark ettik. Bu ihtiyaç şiddetle hissedildiğinden ve artık nasıl formüle edileceği belli olduğundan, herkes kendi okullarında uygulayabilir. İşte Gösteri Sanatlarında Kadın grubunda bu tarz çalışma birimlerinin oluşmasına gayret gösterildi. Burada yapılan çalışmalar çok önemli diye düşünüyorum. Bence tümüyle bir aydınlanma, farkındalık alanı açan ve çok kadınlara has çözüm odaklı bir çalışma grubu.

A.K: Cinsel tacize yönelik yoğun itirazlar bu oluşumla paralel olarak mı gelişti yoksa daha öncesinde de bu tarz itirazlar var mıydı, hatırlıyor musunuz? Kadınlar itiraz ediyorlar mıydı?

T.S: Benim hatırladığım kadarıyla #MeToo hareketine kadar çok tekil birtakım şeylerden söz edilebilir. Olsa olsa kişiler rahatsızlıklarını dile getirecek bir hami, bir büyük bulduklarında olmuştur. Yani duruma bir tür ombudsmanlık edecek birinin olması; bu hocası olabilir ya da kendinden yaşça büyük bir abisi-ablası olabilir. Öyle ortamlarda cinsel tacizi ifşa etmiştir. Ama herhangi bir mahkeme süreci hatırlamıyorum, varsa da bilmiyorum. Tabi ki #MeToo hareketi, arkasından #SusmaBitsin’in olumlu anlamda kışkırtıcı, sağaltıcı, birleştirici bir etki yarattığını, dayanışma ve örgütlenme ihtiyacına yönelik farkındalığın artmasına büyük katkı sunduğunu düşünüyorum.

A.K: #SusmaBitsin, Gösteri Sanatlarında Kadın gibi oluşumlar ne gibi kazanımlar, deneyimler sunuyor? Neyi dönüştürüyor?

Tilbe Saran
Tilbe Saran

T.S: Öncelikle benim için en çarpıcı değişim, eğitim alanında gözlemlediğim farkındalık. Hem kadın hem erkek öğrenciler önce kendi ağızlarından çıkan sözlerdeki ayrımcılığı duymaya başladılar. Bu çok büyük bir değişim diye düşünüyorum. Bunun ayıp, tuhaf, ayrımcı, eşitliksiz, eril, düşmanca olduğu fark edildi. Böyle bir dilin beslenmemesi gerektiği konusunda genç nesilde müthiş bir farkındalık gelişti. Kendi aralarında bu konuda çok daha iyi organize olup hem birbirlerini eğitmeyle hem birbirlerinin farkındalıklarını arttırmakla ilgili hem de böyle bir durumla başa çıkmak için içsel ve dışsal mücadele araçlarını oluşturdular. Kendi aralarında #SusmaBitsin ve Gösteri Sanatlarında Kadın dışında komisyonlar kurdular. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bana sorarsanız son zamanlarda yaşı büyük olanlar zaten hep gençlerden bir şeyler öğreniyor. Yani öğrenme biçimi tersine döndü. O gençlerin bu parlak, aydın, eşitlikçi tutum ve davranışları bir yandan eğitim sistemini kendine çeki düzen vermesi konusunda olumlu anlamda etkiledi, öte yandan sektörü de uyandırdı. #MeToo hareketi, Gösteri Sanatlarında Kadın ve #SusmaBitsin gibi oluşumların gündeme geliyor olması, ayıplanacak tarafın mağdur olmaması gerektiğini nihayet herkesin zihninde bütünleştirdi. Dolayısıyla baskıyı, tahakkümü ya da cinsel tacizi dile getirmek çok daha kolay oldu. Bir şey dile geldiği zaman onun üzerinde konuşmak, tartışmak, düşünmek, derinleşmek mümkün oluyor. Bu konular hem yazılı mecralarda hem de sohbet ya da sözlü tartışmalarda gündem maddesi oldu. İnsanlar, farkına varmadan içselleştirdikleri veya yapmayı sürdürdükleri ayrımcılıktan imtina etmeye başladılar. Dahası bu mirası reddetme konusunda inisiyatif geliştirmiş oldular. Daha yaşlı jenerasyon da bu tutumdan doğrudan etkilendi. Tiyatrolarda konuyla ilgili birimler, kurumlar olması konusunda baskılar arttı. Örneğin İstanbul Şehir Tiyatrosu böyle bir birim oluşturmak zorunda olduğunu fark etti ve bu konuda eğitim almak üzerine kafa yormaya başladı. Setlere geldiğimizde de çok ciddi bir değişimle karşılaşıyoruz. Orada #SusmaBitsin’in yaygınlığı da etkili bir rol oynuyor; çünkü Susma Bitsin platformunda olup setlerde kamera önünde ya da arkasında çalışan insanlar var. Netflix’in #MeToo hareketinden sonra zorunlu olarak verdiği eğitim çalışmaları artık standart hale geldi. Bu olağanüstü bir şey, uzun vadede etkileri daha iyi görülecektir. Bizlerin bu tarz şeylere sahip çıkıp, peşini bırakmamamız da bu gelişimi sürdürecektir. Bu gelişmeler üzerinde düşünmek, kendi sözlüğümüzü oluşturmak önemli gerçekten… Eğitim dilimizi yeniden tasarlamaya kadar hepimizin yapacağı çok şey var tabii ki. Birdenbire güllük gülistanlık olmadı, olmayacak. Yapılacaklar bazen yolda öğreniliyor, tökezliyoruz, kırılıyoruz, güceniyoruz; ama bir hareket başladı ve bunun olumlu uzantılarını setlerde, stüdyolarda daha fazla görebileceğiz. Mesela Oyuncular Sendikası’nın seslendirme stüdyolarıyla yapmış olduğu protokollerde artık bunlar da var. Protokole girmiş olması çok önemli. Tuvalet kağıdı olsun, su aksın, peçete bulunsun, belirli aralıklarla çay kahve içilebilsin gibi çok basit istekler var bu protokollerde; ama aynı protokolün içerisinde artık ayrımcılık içeren bir dil kullanılmamasının konuşuluyor olmasının zaten değişimin ta kendisi olduğunu düşünüyorum.

A.K: Dissensus Araştırma “Gösteri sanatlarında cinsel taciz, cinsel içerikli mobbing ve cinsel saldırı araştırması” gerçekleştirdi.* Bu araştırmanın sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin için en çarpıcı noktalar neler?

T.S: Bu tarz araştırmaların yapılması gerektiği, Gösteri Sanatlarında Kadın grubunda konuşup uzlaştığımız bir konuydu. Bu ihtiyaç daha öncesinde de sendikada çalışmaya başladığımda fark ettiğim şeylerden biriydi. Eğer elinizde bir veri varsa karşı taraf sizi dinlemeye başlıyor, diğer türlü sözleriniz afaki bir yerde kalıyor. Sizi dinleseler bile “öyledir tabii, siz de yalan söyleyecek değilsiniz ya” gibi iyi niyetli ifadelerden öteye gidemiyor. Aslında her konuda bu böyle. Biz sayılarla arası çok iyi olan bir toplum değiliz. Üstelik sektörel olan her şey başlangıç noktasında, çok genç bir sektörle karşı karşıyayız. Oyuncular Sendikası da bu şekilde. Çok kısa bir sürede anladık ki, bizim sorunlarımızı karşı tarafa duyurabilmemiz için sayılar, veriler götürmemiz gerekiyor. Sendikada da çalıştığım sırada uğraşıp bir araştırma yaptırtmıştım. O araştırmanın içinde de tacize yönelik bir soru vardı ve çok yüksek bir oran çıkmıştı. Gördüğümüz verinin korkunçluğuyla sarsılmıştık; ancak o araştırmada odak noktamız bu olmadığı için doğrudan taciz üzerine gidememiştik. İş sağlığı güvenliği gibi konularla uğraştık o süreçte; çünkü tarafları bağlayacak sözleşmelerin nasıl olacağını belirlemeye çalışıyorduk. Araştırmada taciz sorularında oran yüzde 75’in üstündeydi ve bu durumu sayısal olarak görmek gerçekten şok ediciydi. Bir şeyleri tanımlamak, gündeme getirmek ve arkasından çözüm oluşturabilmek için bu veriler çok önemliydi. Dissensus da böyle bir ihtiyacın sonucunda devreye girdi. Paralel olarak Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Özlem Belkıs da bir araştırma yapmak istiyordu. Bunları organize ederken yurtdışında yapılmış araştırmalar önümüze geldi. Norveç, Almanya, İsveç gibi pek çok sorunu hallettiğini varsaydığımız ya da umduğumuz ülkelerde de benzer oranları görmek bir anlamda çok umut kırıcıydı. Ama yine de o araştırmalar bir başlangıç noktası, bir rota oluşturdu. O noktada bu konuda yetkin olduğunu bildiğimiz Nükhet Sirman’a başvurduk.

Veri gerçekten çok önemli bir şey. Yıllar önce İngiltere’de çalışan Türkiyeli bir akademisyen, insan haklarıyla ilgili uluslararası bir araştırmanın Türkiye ayağını gerçekleştirecekti. Ben de şiddet ve işkence mağdurlarını içeren bu araştırma sürecini bir arkadaşım kanalıyla takip ediyordum. Araştırmayla ilgili her şeyi hazırlıyorlar, çalışacak insanlar bulunuyor, eğitimlerden geçiyorlar. Araştırmaya katılacak şiddet mağdurları, yani denekler bulunuyor. Tabii araştırmada kontrol grubu oluşturmak da gerekiyor ve orada da bir grup oluşturulmaya çalışılıyor. Daha birebir görüşme aşamasındayken, bir ortaya çıkıyor ki kontrol grubu oluşturulamıyor. Çünkü herkes hayatının bir döneminde şiddete uğramış ve bunu asla şiddet olarak görmemiş. “Tabi, canım vurdu bana; ama o şiddet değil” diyor mesela ya da “çaktı bir tane, normal” diyor. “Karakolluk oldunuz mu?” diye soruluyor “evet, hiçbir şey olmadı” diyor. Kimse şiddet gördüğünü kabul etmiyor. Kontrol grubu oluşturulamadığı için o araştırma yapılamamıştı Türkiye’de. Bunu hiç unutamadım. O zaman işte bir şey fark ettim; neye maruz kaldığınızın adını koyamıyorsanız, ondan kurtulmaya imkan yok. Gösteri Sanatlarında Kadın her şeyden önce bize bu farkındalığı sağladı diye düşünüyorum. Artık adını koyabiliyoruz. “Hayır, bu davranışta rahatsız edici bir taraf var ve bu, sınırları ihlal etmektir!” diyebiliyoruz, “Bunu yapmaya hakkın yok” diyoruz. Böyle böyle ilerleyeceğimizi umuyorum işte.

Tilbe Saran

A.K: Sizce Türkiye’de sahne sanatları alanında cinsel taciz ve cinsel saldırıyla mücadelede ne tür stratejiler geliştirilebilir?

T.S: Bu, Dissensus’un da sorularından biriydi. Bağımsız kurumların olması şart. Okullarda sadece bu konuyla uğraşan bağımsız birimler olmalı. Bu konuda eğitimi, hassasiyeti, özerk bir yapısı olan başvuru merkezlerinin olması lazım. Nasıl ki poliste, baroda, adalet sisteminde çocuğa ayrı, yetişkine ayrı, mağdura ayrı, faile ayrı muamele gerekiyorsa eğitim kurumlarında da kesinlikle bu yapılanmalar şart. Aynı şekilde kurumsal tiyatrolarda ve bağımsız tiyatrolarda bu gerekli. Kısacası tüm yapılarda böyle yardım merkezlerinin olması gerektiğini düşünüyorum; çünkü bu konularda ancak ehil insanlar soru sorabilirler, ancak onlar söyleneni gerçekten duyabilirler ve ancak böyle kucaklayıcı, güven veren bir ortamda insanlar konuşabilirler. Herhangi hiyerarşik ilişkinin olduğu bir yerde, yönetmen, sahne tasarımcısı ya da eğitmenle dikey bir ilişkilenmenin olduğu zeminlerde bunlar çok zor oluyor.

Dolayısıyla, bu türden başvuru yapılabilecek özerk birimler probleme çözüm sunabilir. Öte yandan mutlaka bilinçlendirme ve farkındalık çalışmalarını içeren atölyelerin yapılması da gerekli. Bu farkındalığın eğitimden başlayarak sektördeki herkese durmadan, yenilenerek hatırlatılması gerektiğini düşünüyorum. Yani sıkı bir eğitim modellemesi bulmalıyız ve daha sonra da hem psikolojik hem hukuksal yönlendirmeleri de yapabilecek kişiler olmalı diye düşünüyorum. Bütün bunların dışında ifşa mekanizmasının da çok kuvvetli bir etkisi olduğunu görüyoruz. Evet, belki tercih edilmesi kolay bir şey değil; ama mağdurun arkasında kale gibi duran kadınlarla ya da diğer mağdurlarla birlikte hareket edilerek, dayanışarak üstesinden gelinebilecek. Psikolojik olarak çok çok zor bir süreç ama ifşa kapısının da açık bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Elbette o kapının nihayetinde bir cezalandırmaya vardığı görüldükçe, farkına varmadan ya da bile isteye bu eğilimde olan kişiler, bu tür tutumlardan, davranış modellerinden uzaklaşacak diye düşünüyorum. Yani tek bir çözümü yok bunun, sadece bunu yaparsak bu iş tatlıya bağlanır denilecek bir şey değil. Hem bağımsız kurumlar hem tek tek bireyler hem de eğitim çalışmalarıyla her yerden tam saha pres gerekiyor.


Bu söyleşi TEB Oyun Dergisi’nin 43. sayısındaki “Gösteri Sanatlarında Sınırlar” dosyasında yer almıştır. Sayının tamamına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.


Bu yazıyı yer işaretlerinize eklemek ister misiniz?