Tiyatroyu Tüketmek
“Tiyatroyu Tüketmek” başlığındaki “tüketmek” ifadesini Andre Lepecki’nin Dansı Tüketmek1 adlı çalışmasından ödünç aldım. Lepecki bu çalışmasında özellikle hareketin siyasetini sorunsallaştıran koreografları merkezine alarak hareket kavramını “tüketen” dansın meydan okumasını inceler. Tüketmek (exhausting) kelimesini Türkçede yorgunluk, aşırılık gibi anlamlarla karşılayabiliriz. Aslında fazla yorgunluk neticesinde bir “sürmenaj”ın ortaya çıkması da olasıdır. Sadece zihinsel bir faaliyet olarak değil, bedensel ve pratik alanın aşınması ve tükenmesi olarak da okumak mümkündür. Bir şeyi tüketmek, bitirmek, sonlandırmak belki de postmodern yaklaşımın temel itkisi olarak duruyor. Sanatın Sonu, Sanat Tarihinin Sonu, Dansın Sonu, Tiyatronun Sonu? Ama burada bir şeyi sonlandırmaktan ziyade tükenen, yorulan, aşınan bir düşüncenin izinden gitmek bu yazının niyetini belirginleştirecektir. Aynı zamanda bu yazıda soru üreterek “tiyatronun” bugün ülkemizdeki çağrışımlarına, anlamına ve üretimine odaklanmak istiyorum. Şunu baştan dile getirmek isterim ki her sorulan sorunun “mutlak” bir yanıtı yoktur, bir soru başka bir soruyu doğurur. Bu durum bizim düşünme edimimiz için önemlidir. Soru sormadan bir sorunsal tespit etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.
Yukarıda yaptığım girizgâhı temel olarak tiyatronun temsil politikasıyla ilişkilendirmek istiyorum. Temsil mekanizmasının bugünkü mümkünlüğü, politik bağlamı, estetik üretimi ve düşünsel örüntüsünün nasıl inşa edildiği ve uygulandığı sorunu belki de açıklanmaya muhtaç bağlamlardır. Türkiye tiyatrosunda uzun yıllardır üretilen, sahnelenen, yazılan çalışmaların büyük bir bölümünün temsil politikasının sınırlılıkları içinde ortaya çıkan bir yapıda olduğu aşikârdır. “Temsil” (konvansiyonel) yaklaşımının ortadan kalkması gerekir gibi genellemeci bir söylem içine düşmek istemiyorum, yalnızca bu üretim biçimi üzerine soru geliştiriyor muyuz ya da geliştiriyorsak bu sorular bize nasıl bir alan açıyor? Temel olarak bu nokta üzerinde durmak ve sormak istiyorum.
Felaket zamanlarında, savaş dönemlerinde, kitlesel kıyımlarda, ekolojik felaketlerde sanatın -özelde tiyatronun- tarihsel kırılmalarına baktığımızda reaksiyoner bir yerden çıkış noktası bulmayı “denediğini” görmekteyiz. Bu biçimsel ya da içeriksel bir yaklaşım da olabilir veya mevcut alanın toptan iptalini ve yıkımını isteyebilir. Bu noktada belki de en kritik soru; sanatsal bir ürün güncelden, politikadan, özneden, toplumundan azade olabilir mi? Tiyatronun, edebiyatın genel olarak sanatın evrenini kuran dinamikler neler? Bu dinamikler hangi kaynaklardan yeşerir, olgunlaşır ve çürür? Şayet mekândan ve zamandan bağımsız bir imge hayal edebiliyorsak, belki sanat için de hayal edebiliriz, ama bu gerçekten mümkün mü? Temsilin poetikası içinde gerçekliğin tezahürü bize nasıl bir alan açıyor, özellikle bugünün dünyasında gerçekliğe elimizdeki cep telefonu kadar temas edebiliyorsak, sahnenin ürettiği gerçekliği nasıl konumlandırmamız gerekiyor? Bu sorulara akademisyen Süreyya Karacabey’in de bir tespitini eklersek “İnsanlar işlerine gidecek, modern hayatın yarattığı “boş zaman” baskısının altında hazlarının bir listesini çıkaracak ya da televizyonda naklen savaş izleyecektir, akşam yemeklerini kopmuş kafaların, yanmış derilerin görüntüsü eşliğinde yiyen insanı, sanat, şaşırtmaktan belki de vazgeçmelidir.”2 Gerçekten artık temsilin poetikası/politikası içinde sanat şaşırtabilir mi? Ya da gerçeklik bu kadar açık ve seçik yüzümüze çarparken tiyatro bu gerçekliğin hangi kısmıyla ilgilenmeli? Acıları pekiştirmek mi, politik olarak yanlışlığını göstermek mi ya da tüm çıplaklığıyla yeniden ve yeniden hakikati yüze çarpmak mı? Evet bu durumun çözümü için şunları da dile getirebiliriz; mevcut olanı metaforlaştırabiliriz ya da dolayım üzerinden aktarırız, evet belki bu olgunun ve durumun pornografikleşmesinin önüne geçebilir, ama Lepecki’nin yaklaşımından konuşursak özelde tiyatroya ihanet mi etmiş oluruz? Ama unutulmamalıdır ki “(…) her ihanet suçlaması, [teatral] niteliklere yüklenmiş ontolojik bir kesinlik ima eder.”3 Kesinlik; sınırlar, çerçeveler, sıkıştırır, soruları bağlama çeker, özgürlüğün sınırlarını beyan eder… Biz tiyatro insanları ve üretici kişiler olarak tiyatronun “nasıl”ını, “ne”liğini tiyatro yaptığımız her dönem sormalı ve sorgulamalıyız.
Fakat bilindiği üzere bugünün Türkiyesi’nde piyasanın dinamiklerine/arzularına angaje olmuş bir tiyatroyla karşı karşıyayız. “Piyasanın” talepleri, siparişleri, estetik tercihleri bağlamında şekillenen bir yapı var karşımızda. Piyasanın arzusu ve talebi sanatçıdan azade bir estetik politika öneriyor. Oyun seçiminden oyuncuya ve yönetmene kadar talep edilen ürünün bir çıktısı olunması isteniyor. Sorun yalnızca bu dinamik değil, tiyatro üretenlerin aynı zamanda angaje olduğu misyonlar da söz konusu. Örneğin, tiyatro ya da sanat “iyileştirir” ifadesi. Bu ifade ile neyi kastediyoruz? (İyileşmek; iyi olma hali, bedenin ya da ruhun normalleşmesi/düzelmesi). Burada sanata ya da tiyatroya yüklenen misyon nedir? Ya da neden böyle bir misyonu tiyatroya atfediyoruz? Eğer tiyatroyu toplum ya da birey için bir tedavi yöntemi olarak görüyorsak ya da bir rehabilite etmek olarak “savunuyorsak” sanat/tiyatro neden ya da nelerden vazgeçmek zorundadır? Sanata/tiyatroya toplum ve tiyatrocular tarafından yüklenen misyonlar kaçınılmaz olarak -bilinçdışı bir yerden de olsa- üretim olanaklarını kısıtlamakta ve çerçevelemektedir. Sanatın ve sanatçının özgürlüğü ve özgünlüğü araştırmak isteği, yapmak istediği bir teatral yaklaşım piyasa ve misyondan azade gerçekleşebilir (sınırlayıcı koşullar terk edildiğinde). Felaket zamanlarında tiyatronun “minnet” duygusuyla bir işi gerçekleştirmesi, çekinmesi, özür dilemesi ya da “iyileştirme” misyonunu hatırlatması toplumsal alanda yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için yapılmış eylemler gibi durmaktadır. Bireysel olarak bir sanatçının böyle zamanlarda durmak, yapmamak gibi hakkı ve özgürlüğü tabii ki vardır. Ama bu durum bir “mahalle baskısı”na dönüştüğünde üretici kendini, varlığını korumak için sembolik iktidarın alanına girmek mecburiyetinde hisseder. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu sembolik iktidarı; “Belirli bir anlatımı, iktidar kurmanın gücü olarak göstermek ve buna inandırmak, onu doğrulamak ya da dünyanın görünümünü dönüştürmek ve orada dünya olarak, dünya üzerinde hareket etmek (…)”4 olarak tanımlar. Yani sembolik iktidar içselleştirilmiş bir ikna alanı olarak karşımıza çıkar. Belki bu iktidar ve misyon yapısını kurduğumuzun fakında bile değiliz, ama bu mübadele biçimleri bizleri bu alanın içine doğrudan ya da dolaylı bir şekilde çekmektedir. İyileştirmek yerine bu coğrafyanın “yeni”sini aramak, yeni üzerine düşünmek ve denemek bizlerin bugünün Türkiyesi’nin tiyatrosu üzerine tefekkür etmemizi sağlayacaktır. Toplumsal misyonları tiyatroya zerk etmek yerine tiyatronun kendi özerkliğini, özgünlüğünü savunmasının, tiyatronun bugününe dair yaklaşımların ortaya çıkmasını sağlayacağını düşünüyorum.
Bu noktada “tüketmek” yaklaşımına yeniden dönmem gerekiyor. Çünkü “Tiyatroyu Tüketmek” “evrensel” olarak kabul edilen teatral ontolojiyi tüketmek değil, Türkiye tiyatrosunun misyon ve estetik tercihleriyle oluşmuş “ontolojisini”, var olma alanını tüketmek esas kastetmek istediğim. İşte tam da bu noktada şu soruları sorabiliriz: Majör anlatılardan vazgeçtiğimizde yerine neyi koyabiliriz? Daha geniş bir ifadeyle “metin”den sıyrıldığımızda ne ile karşılaşırız? Tiyatro kendisine biçilen misyonlardan sıyrıldığında belki de bir anlamda “misyondan” azade olduğunda üretim alanında neler dönüşür? Piyasanın arzusuna ve tüketimine direndiğimizde “estetik” olarak hangi tercihleri yapabiliriz? Aslında bu soruları daha uzatabiliriz. Ama burada önemli olan şey, tiyatro üreticileri için bugün tiyatro ne ifade ediyor? Şunu da belirtmek isterim ki, tiyatronun misyondan sıyrılması apolitik olacağı anlamına gelmez. Dayatılan, kanıksanan bu sembolik iktidarın farkına varmaktan bahsediyorum. Eğer sanatın politikası bağlamında konuşacaksak provadan oyunun çıkmasına ve sonrasına kadarki tüm çalışma ve üretim biçimleri zaten bu “politik” olanın kapsamına girmektedir. Dolayısıyla tiyatromuzda zaten birçok kavramı yeniden tartışmaya açmamız gerekli. Bir tarafgirlik olmadan, üstenci bir yaklaşımda bulunmadan (özellikle tiyatro akademisi tarafından) bazı analizler yapılmalıdır. Bu yazı başta da söylediğim gibi bazı sorular ve tespitler üzerine bir “deneme” niteliğindedir. Burada gayem çözüm bulmak değil, içinde bulunduğumuz tiyatro evrenindeki bazı sorunsalları tespit etmek… Dolayısıyla yeniyi aramakla, çağdaş olmak, politik olmak ile kanıksanmış misyonları karşılaştırmak, minör olmak, bu çağın gereksinimlerini görmek gibi durumlar zaten birbirinden bağımsız tartışılacak konular değildir. Bu nedenle tüketmek vazgeçiş değil bir sorgulama alanıdır, yıpranmışlığı görmedir ve eğer bir şey tükeniyorsa, aşınmışsa bunun farkında olma edimidir. Mesele tiyatroyu rafa kaldırmak değil onu yeniden yeşertecek, dinamikleştirecek çalışma alanları yaratmaktır.
Heidegger, “kullandığımız aletlerle o kadar rahatızdır ki, onlara verdiğimiz/onları atadığımız görevlerini yerine getirdikleri müddetçe çoğunlukla onların farkında olmayız”, der. Fakat bu aletler bozulduklarında/işlevsizleştiklerinde “bilincimize boşanırlar”. Alışılagelmiş olan herhangi bir olgu ya da eylem mevcut ritminden ve yapısından azade olduğunda, bozulduğunda dünya “görünür” olmaya başlar. Bu durum “düzenli işleyen sisteme” (ya da böyle varsaydığımız bir dünyaya) bir engel teşkil eder. İşte bu ânda dünyanın görünür olmasıyla birlikte kişiler sorgulamaya ve düşünmeye başlarlar.5 Bu sözleri çağdaş sahneleme üzerine tartıştığım doktora tezimden alıntıladım. İşte bahsetmeye çalıştığım şey “dünyanın görünür” olması, bir şeyin çalışmadığını, bozulduğunu fark etmek aletin, maddenin mevcudiyetini “somut” olarak kavramamızı sağlar.
Son kertede, tüketmenin ve bozulmanın negatifliğiyle yüzleşmemiz gerekiyor. Bir şeyi kutsamadan, romantikleştirmeden, idealize etmeden tiyatronun imkânlarını ve olanaklarını yeniden sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden pratik alanın daha somut işlediği, buradan ortaya çıkan somut unsurların bize başka tartışmalar açacağı kanaatindeyim.
Dipnotlar
1) Andre Lepecki, Dansı Tüketmek, Bimeras Yayınları, İstanbul, 2010.
2) Süreyya Karacabey, “Gündelik Yaşamın Tiyatrosu”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, sayı 27, 2008, s.180
3) Lepecki, Dansı Tüketmek, s. 9
4) Pierre Bourdieu, Sembolik İktidar Üzerine, s. 8, https://www.academia.edu/16688886/Sembolik_%C4%B0ktidar_%C3%9Czerine_Pierre_Bourdieu
5) Ozan Ömer Akgül, “Çağdaş Sahnelemede Sözden İmgeye Geçiş Olgusuna Günümüz Tiyatrosundan Bir Örnek: Romeo Castellucci Tiyatrosu”, İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Anabilim Dalı, Yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul, 2020, s. 88
Bu yazı TEB Oyun Dergisi’nin 2023 Bahar / Yaz (47/48) “Nasıl?” konulu özel sayısında yer almıştır.